Türkiye’de çoğu alanda olduğu üzere sosyolojide de aktarmacılık baskın bir unsur olsa da, birçok açıdan Türk sosyolojisinden söz edebileceğimiz, onun kendi meselelerini ve çıkış şartlarını tartışabileceğimiz bir özgünlüğü müşahade edebiliyoruz. Örneğin Ziya Gökalp üzerinde Durkheim sosyolojisinin etkisi olduğu söylenebilir, fakat bu, Türkiye’nin siyasal-sosyal şartları altında Gökalp’in söz konusu etkiyi dönüştürdüğü gerçeğini değiştirmez. Hele ki geçmişe baktığımızda, Gökalp’in içinde bulunduğu şartların bugünümüzü dahi öyle ya da böyle belirlediğini gördüğümüzde, bu durum üzerine yeniden dikkat kesilmemiz gerekmekir. Gökalp’e dair, tercih ettiği Durkheim sosyolojisini ne ölçüde Türk toplumuna adapte etti, dönüştürdü, bunun sonraki kuşaklara etkisi ne oldu gibi sorular, hem o dönemi anlamak hem de bugüne yeniden, farklı bir gözle bakmak adına Gökalp’in ölümünün 100. yılında tekrar üzerinden geçilen sorulardır.
1924’te Ziya Gökalp’in ölümünden, 1933’te Üniversite Reformu ile Darülfünun’un kapatılıp yerine İstanbul Üniversitesi’nin tesis edilmesine kadar geçen süreç Türkiye açısından ne kadar önemliyse sosyoloji açısından da o kadar sislidir. Gökalp, Malta sürgünü dönüşünde Cumhuriyet’in ilanına ve sonrasına giden süreçte düşüncelerini gözden geçirip eski savları temelinde yeni bir toplumun nasıl inşa edileceği üzerinde durur. 1910’larda Gökalp’in meselesinin dönemin diğer okuyan-yazanları gibi sallantıdaki bir imparatorluğu nasıl ayakta tutarız, mevcut realitede nasıl yeni bir inşa sürecine gireriz düşüncesi olduğunu görürüz. Malta sürgünü sonrasında ise artık yeni bir devlet, yeni bir kurumlaşma söz konusudur.
Gökalp’in siyasi ve sosyal düşüncesinin bu çabaları beslemeye yöneldiği, kitaplarından takip edilebilir. 1919’da Gökalp sosyoloji kürsüsünü sürgünden dolayı bırakacak, yerine ise Necmettin Sadık Sadak geçecektir. Fakat Gökalp’in ölümü sonrasında sosyolojinin Türkiye’de 1910’lardaki vaatlerinin yarattığı heyecanın gerisine düştüğü görülebilir. Bunda artık siyasi anlamda arayış sürecinden çıkılmasının rolü büyüktür. Siyasetteki arayış döneminin bitmesi, sosyolojideki arayış ve dolayısıyla tartışma döneminin de sona ermesi anlamına gelmektedir. Bundan sonraki dönemde Ziya Gökalp’in takipçisi olarak görülebilecek Necmettin Sadık ve Mehmet İzzet başta olmak üzere çeşitli isimler dersler verecektir. Özellikle Mehmet İzzet’in geniş ilgi alanları olsa da bu kurucu bir işlev görmeyecektir. 1920’lerde ilk defa yabancı hocaların ders ve konferanslar vermesi ise kalıcı bir etki taşımayacaktır. Aynı zamanda dönemin ruhu gereği, resmî ideolojinin yayılması için bir araç görülmesi sebebiyle sosyoloji ders kitaplarına da girecek, İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu gibi alanın dışındaki isimler de sosyoloji kürsüsünde dersler verecektir.
Akademide sosyolojinin 1930’larda yeniden canlandığını söylemek zordur. Bunun için 1940’larda özellikle Hilmi Ziya Ülken’in çalışmalarını beklemek gerekecektir. Yine de 1930’lu yıllar özellikle 1933 Üniversite Reformu’nun getirdikleriyle farklı sosyoloji düşüncelerinin de gündeme gelmesini sağlayacaktır. Üniversite Reformu sonucunda ayrı bir sosyoloji kürsüsü kurulmamış olsa da Nazi rejiminden kaçan Alman profesörlerin Türkiye’ye sığınmasıyla geçici bir sosyoloji profesörlüğü ve profesör namzedi kadrosu açılır. Bu iki kadroya getirilen Gerhard Kessler ile Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, 1930’larda sosyolojiyi belirleyen önemli kişiler arasında yer alacaktır.
1933 Üniversite Reformu, Cumhuriyet rejiminin 1930’ların başındaki bir dizi önemli adımdan biridir. 1920’ler boyunca gerçekleştirilen inkılaplara rağmen rejim için sağlam bir ideoloji üretmek 1930’ların başlıca konusu olacaktır. Bunu bir anlamda gecikmiş veya ertelenmiş bir adım olarak okumak lazım. Osmanlı’dan çıkıp Cumhuriyeti ilan eden, kuzeyinde sosyalist, batısında kapitalist ve faşist rejimlerle muhatap olma durumundaki Türkiye’nin kendine özgü/eklektik yol arayışı artık “ilmi” düzeyde de kendini gerçekleştirecektir. Bu yolda, 1931 yılında Türk Tarih Tedkik Cemiyeti (şimdinin Türk Tarih Kurumu), 1932 yılında ise Türk Dil Tedkik Cemiyeti (Türk Dil Kurumu) kurulur. Üçüncü adım Osmanlı artığı Darülfünun’dan kurtularak Üniversite Reformu’nu gerçekleştirmektir. Yeni kurulacak İstanbul Üniversitesi’ne yabancı hocaların alınması gündemde olsa da, Alman hocaların toplu olarak Türkiye’ye gelmesi döneme özgü bir tesadüf olarak okunabilir. Türkiye, kimin gelip kimin gelmeyeceği konusunda da bir kısıtlama getirmez veya tercih yapmaz. Bir anlamda kim Nazi rejimi karşısında açıkta kaldıysa, Alman bilim adamlarının İsviçre’de kurduğu bir dernek aracılığıyla Türkiye’ye gelir.
Gerhard Kessler (1883-1963), Alman profesörler arasında en fazla emek veren isimlerden biridir. Kessler’in özünde bir sosyolog olduğunu söylemek zordur. Alman üniversitelerindeki ders seçme özgürlüğü çerçevesinde coğrafya, iktisat, tarih gibi farklı disiplinlerde yetişen Kessler’in 1907’den itibaren çalışmalarını sosyal siyaset alanında yaptığı görülür. Esasında Kessler, Alman Tarihçi İktisat Okulu’nun son öğrencilerinden biri sayılır. Bu okulun özellikle Gustav Schmoller’in temsilcisi olduğu ikinci kuşağı, ampirik-istatistiki araştırmalara dayanan tarih monografileri hazırlamış ve 1873’te kurulan Sosyal Politika Derneği ile sosyal reform ve sosyal politika geliştirilmesi yönünde çalışmalar yapmıştır. Bu okulun etik bir iktisat anlayışını savunduğu söylenebilir. Ne var ki Tarihçi İktisat Okulu’nun bu kuşağı, teoriyi es geçmekle ve değer yargıları temelinde bir bilimsel çalışma yapmakla eleştirilmiştir. Okulun üçüncü kuşağından Max Weber, Werner Sombart gibi isimler söz konusu eleştirilerden yola çıkarak Georg Simmel ve Ferdinand Tönnies gibi önemli kişilerle birlikte Almanya’da sosyolojinin kuruluşunda önemli rol oynamışlardır. (1909 yılında Alman Sosyoloji Topluluğu’nu kuracaklardır.)
Kessler’in Almanya’daki çalışmaları, daha çok ikinci kuşağın sosyal politika ekolüne dayanmaktadır. Kessler aynı zamanda Max Weber’in de kurucu üyelerinden olduğu Alman Demokratik Partisi’nin üyesi olmuş ve 1930’larda Hitler’e karşı açık eleştirilerde bulunmuştur. Sol/sosyal liberal olarak tarif edilen bir düşünceye sahiptir. Temelde Kessler’in mensup olduğu siyasi ve akademik ekol, sosyal devrim (sosyalizm) tehlikesi ile kapitalizmin acımasızlığı arasında üçüncü bir yolu, sosyal reform yolunu temsil eder görünmektedir. Kessler, Türkiye’ye geldikten sonra ise edebiyat, hukuk ve iktisat fakültelerinde sosyal siyaset ve sosyoloji dersleri vermiştir. Burada dikkati çeken, daha önce sosyoloji adına bir iddiası olmayan Kessler’in, eski bazı çalışmalarının bir kısmını sosyolojik eserler olarak değerlendirmesi ve Türkiye’de Almanya’daki akademik pozisyonundan farklı sorumluluklar almaya başlamasıdır. Sosyoloji ile birlikte, teorik bir düşünce geliştirmese de sosyoloji teorisi üzerine dersler vermiştir. Daha önce çeşitli isimler Alman sosyolojisinden örnekleri Türkiye’ye sunmuşlarsa da Alman sosyolojisini bir bütün olarak Türkiye’ye tanıtan ilk isim Gerhard Kessler olacaktır. Kessler, Türk sosyolojisinin değilse de Türkiye’de akademik sosyolojinin bir parçası olarak aktarmacılığın yeni bir uzantısı konumundadır.
Kessler’in Türkiye’deki çalışmalarının hem sosyal siyaset hem de sosyoloji alanlarında gerçekleştiğini görüyoruz. Bu anlamda Kessler, Tarihçi İktisat Okulu’nun ikinci ve üçüncü kuşaklarını bir arada temsil eder. Sosyal siyaset alanında Kessler, Türkiye’nin sosyal yapısına dair öğrencilerine araştırmalar yaptırmış, farklı bölgeleri gezerek buralara dair raporlar hazırlamış ve makaleler yazmıştır. Gerhard Kessler’in devlet bünyesinde de başta 1936 tarihli çalışma yasası olmak üzere danışmanlık görevinde bulunduğunun altını çizmek gerekir. Yetiştiği akademik gelenek tarihe büyük bir önem verse de Kessler’in Türkiye’de yaptığı çalışmalar tabii olarak tarihsel derinlikte olmaktan çok Türkiye’nin yapısal konumuna ve sosyal siyaset meselelerine ilgi uyandırdığı görülmektedir. Kessler’in değinmemiz gereken önemli eserlerinden biri de sosyoloji ders notlarından oluşan İçtimaiyata Başlangıç (ilk baskı 1934) kitabıdır. Burada ortaya koyduğu sosyoloji anlayışı, bir anlamıyla Weber’in de mensup olduğu Tarihçi Okul’un fikirlerini yansıtır. Sosyal politika hariç tutulursa sosyolojinin alanı tarih felsefesine ve sosyal ilişkilere dayanmaktadır. Fakat Kessler’e göre tarih felsefesi spekülatiftir, bu anlamda sosyolojinin temelde sosyal ilişkilerle ilgilenmesi gerekmektedir. Kessler, sosyolojiye başlangıç kitabında, sosyal ilişkileri cemiyet, devlet, ahlaki davranış, zümreler gibi kurumlar üzerinden okur, Weber, Tönnies gibi Alman sosyologlarının düşüncelerini ortaya koyar. Ne var ki değer yargılarından bağımsız bir yaklaşım ortaya koyduğu da söylenemez, temelde devlet-halk bütünlüğüne dayanan sosyal bir anlayışı savunur. Bu aslında dönemin Cumhuriyet rejimiyle de belirli yönlerde örtüşen bir yaklaşımdır, denebilir. Kessler’in getirdiği sosyoloji anlayışının o güne kadarki Gökalp merkezli sosyolojiye ilk defa ciddi bir alternatif sunduğu söylenmektedir. Fakat Kessler’in sosyolojisi de tıpkı Gökalp gibi toplumu merkeze almaktadır. İşin ilginç yanı, Türkiye’de gerek Gökalp gerekse Sabahattin Bey, Batı’da muhafazakar olarak görülen isimlerden etkilenmişlerdir ki Kessler’in sosyolojisinin de muhafazakar yönleri bulunmaktadır. Gökalp’in yaklaşımı çok fazla kültür odaklı iken, Kessler daha çok sosyal farklılaşmaya eğilmektedir. Gökalp ve Sabahattin Bey gibi isimler sosyoloji üzerinden Batı-Türkiye ilişkilerine dair bir şey söylemiş de oluyorlardı. Kessler’in Alman sosyolojisi ise bir toplumun kendi içindeki farklılaşmaları ve bütünleşmelerini merkeze almaktadır. Siyasaldan ziyade sosyal olan kendini göstermektedir.
Kessler’in sosyal siyasetten sosyolojiye geniş bir alanda ders vermesi, öğrencilerinin de farklı alanlarda çalışmalarını beraberinde getirmiştir. Orhan Tuna sosyal siyaset alanında çalışırken, Sabri Ülgener iktisadi ilişkilerde zihniyet meselesine odaklanmış ve Weber’in bir temsilcisi olarak görülmüştür. Kessler’in üzerinde iz bıraktığı bir başka isimse mesai arkadaşı Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu’dur. Fındıkoğlu, 1933 yılında İstanbul Üniversitesi kadrosuna alınsa da asıl mesaisi 1936 yılından sonra başlar. Kessler’in tercümanlığını da yapan Fındıkoğlu, esasen Gökalp çizgisinde bir sosyoloji anlayışına sahipken Kessler’in sosyoloji anlayışından da etkilenmiş ve bu farklı anlayışları, birbirine yakınlaştıkları noktalardan bir araya getiren bir düşünce ortaya koymuştur. 1937 yılında Edebiyat Fakültesi’nden ayrılarak (burada ders vermeye devam etse de) yeni kurulan İktisat Fakültesi’ne geçen Fındıkoğlu, Kessler ile birlikte burada daha farklı bir sosyoloji anlayışının yeşermesine imkan tanıyacaktır. Çalışma hayatı, sendikacılık, şehirleşme, kooperatifçilik, sosyal dayanışma gibi aralarında o güne kadar Türkiye’de ele alınmamış birçok konunun da bulunduğu çalışma alanları ile ilgili temel sosyolojik araştırmaların merkezi İktisat Fakültesi olacaktır. Bunun karşısında Edebiyat Fakültesi’deki sosyoloji çalışmaları ise bu dönemden sonra Hilmi Ziya Ülken ile sürdürülecektir.
Hilmi Ziya Ülken çok farklı ilgi alanlarına sahip olmakla beraber, ülkemizde sosyolojinin ikinci defa kurulmasını sağlayan isim olarak da tanınmaktadır. Ülken Darülfünun’da Beşeri Coğrafya kürsüsü asistanlığı yapmış, felsefe tarihi ve sosyoloji eğitimleri almıştır. Gençliğinden itibaren ülke meselelerine yakın bir ilgi duymuştur. Sosyoloji geleneği açısından kenara yazılması gereken bir not, 1928 yılında Türk Felsefe Cemiyeti’nin kuruluşunda önemli bir rol oynamış olmasıdır. 1931’e kadar faaliyet gösteren bu cemiyet, felsefe başlığını taşısa da ülkedeki çeşitli sosyoloji ve felsefe öğretmenlerini bir araya getirmiştir. Yine Felsefe ve İçtimaiyat Mecmuası da sosyoloji üzerine önemli telif ve tercüme metinlerinin yayımlandığı ve Ülken’in destek verdiği bir yayındır.
Hilmi Ziya Ülken, Üniversite Reformu’ndan sonra Türk Medeniyet Tarihi doçentliğine atanır ve bu dönem içinde Türk Medeniyet Tarihi ve Türk Tefekkürü Tarihi derslerini verir. Daha da önemlisi ise Edebiyat ve İktisat Fakültesi sosyolojilerinin ayrılmasından sonra Ülken’in Edebiyat Fakültesi’nde kalarak 1940’ların başında sosyoloji kürsüsünün bağımsızlaşmasında ve sonrasında gerek yurt içinde etkisini artırmasında gerekse yurt dışı bağlantıları sağlamasında çok önemli bir rol oynamasıdır. 1930’lar boyunca sosyoloji kürsüsüz ve çok büyük zorluklarla yürütülmüştür. Bu dönemde Ülken’in Kessler’in etkisinde kalmadığını görüyoruz. Onun rolünü de çok önemsemiyor olsa gerektir. Ülken çok geniş bir ilgi alanına sahip olmakla beraber, özellikle Türk düşüncesinin tarihini ortaya serimleme noktasında önemli eserler vermiştir. Yücel Bulut’un tespitiyle, birçok eseri konuları soyut düzeyde ele alsa da, Ülken’in eserlerini aynı zamanda döneminin sosyal ilişkilerine çözüm yolu olarak yazdığı görülmektedir. Bulut ayrıca Ülken’in hem Batı’yı hem kendi tarihini çok iyi bilerek yaratılacak bir Türk hümanizmasının peşinde olduğunu söylemektedir.
Bu isimlerin dışında önemleri küçük veya büyük farklı isimleri de 1930’larda sosyoloji alanında görmek mümkündür. Bunlardan biri Le Play ekolünü Türkiye’ye getiren Sabahattin Bey’in takipçilerinden Mehmet Ali Şevki’dir. Şevki, Edebiyat Fakültesi’ndeki derslerinde, saha araştırmalarına verdiği önem kadar aile ve toplum biçimlerinin etkilerine de değinmiştir. Mehmet Ali Şevki bilindiği üzere “Osmanlı Tarihinin Sosyal Bilimle Açıklanması” başlıklı makalesi ile toplumsal yapı üzerine ilk eğilen isimlerden biridir. 1930’larda yaptığı Kurna köyü araştırması ile de Le Play ekolünün monografi yöntemini Türkiye’de köy araştırmalarına yönlendirmiş ve bu alanda ilk çalışmaları ortaya koymuştur. Bunun yanı sıra dönem içinde Kadro dergisi gibi akademi dışı önemli birçok mahfilde de sosyolojik düşünceler ortaya konulmuştur.
Türk sosyolojisi asıl canlılığını 1940’lardan itibaren kazanacaktır. Hilmi Ziya Ülken önderliğinde Edebiyat Fakültesi sosyoloji kürsüsünün bağımsızlaşması ve yayımlanan dergilerle bir kimlik kazanmasının yanı sıra, 1939’da Behice Boran ve Niyazi Berkes gibi ABD’de eğitim görmüş ve Amerikan sosyolojisini Türkiye’ye getirecek isimlerin DTCF’de görev almaları yeni bir sürecin habercisi olacaktır. 1940’lar aynı zamanda Kessler’in etkisinin, öğrencileri aracılığıyla daha da belirginleştiği bir dönemdir. Bu anlamda, 1920’larda sosyolojide durgunluğu sonlandıran 1930’lu yılların, bir geçiş dönemi olduğu kabul edilebilir. Üniversite Reformu’nun gerçekleşmiş olmasının yanı sıra farklı sosyoloji anlayışlarının gerek Kessler gerekse Fındıkoğlu ve Ülken gibi isimlerle gündeme gelmesi, 1940’lı yıllar için hem kurumsal hem de düşünsel bir hazırlık anlamı taşıyacaktır. 1930’larda sosyoloji aynı zamanda uzun süre kürsüsüz bir biçimde, başka disiplinlerin altında adeta sığınmacı olarak akademideki yerini almıştır. Muhtemelen sosyolojinin siyasetle ilişkisini sürdürememesi onun varlığının da bu şekilde düşük bir seviyeye inmesine yol açmıştır. Hilmi Ziya Ülken’in 1940’larda sosyolojinin kurumsallaşmasına yönelik çabaları bu sebeple de çok değerli gözükmektedir. Bu, sosyolojinin hem siyasetten hem de diğer disiplinlerden bağımsızlaşması anlamını taşımaktadır ki bu da varlığını tek başına sürdürebilmesi adına önemlidir.
Kaynakça
Alim Arlı, Yücel Bulut, “Türkiye’de Sosyolojiyle 100 Yıl: Mirası ve Bugünü”, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, Cilt 6, Sayı 11, 2008, s. 13-32.
Yücel Bulut, “Çağdaş Türk Düşüncesi İçinde Hilmi Ziya Ülken”, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, Cilt 6, Sayı 11, 2008, s. 499-519.
Yücel Bulut, “Türkiye’de Sosyoloji Eğitimi”, Sosyoloji Dergisi, 3. Dizi, Sayı 23, 2011, s. 1-18.
İsmail Coşkun, “Sosyoloji Bölümünün Tarihine Dair”, 75. Yılında Türkiye’de Sosyoloji içinde, (haz.) İsmail Coşkun, Bağlam Yayınları, 1991, s. 13-23.
H. Bayram Kaçmazoğlu, “İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Sosyologları: Sosyal Siyasetçi, Milliyetçi ve Bütüncü Sosyoloji Ekolü”, Türk Sosyologları ve Eserleri – II içinde, (ed.) Ertan Eğribel, Ufuk Özcan, Kitabevi, 2010, 216-241.
Ufuk Özcan, “Türkiye’de Sosyoloji: Başlıca Akımlar, Dönemler, Figürler”, Türk Sosyologları ve Eserleri – II içinde, (ed.) Ertan Eğribel, Ufuk Özcan, Kitabevi, 2010, s. 95-215.
Mehmet Yalvaç, “İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde Sosyoloji Eğitiminin Tarihçesi (1912-1982) I”, Kubbealtı Akademi Mecmuası, Yıl: 14, Sayı: 1, Ocak 1985 s. 57-72.