Yazılarını kahvehane köşelerinde yazdığı için, Jean Paul Sartre’a Fransız akademisyenleri “kahvehane filozofu” derlermiş. Bu, Lyotard’ın deyişiyle “bilgide aşırı ilerlemiş” bir topluluğun doğallık, politiklik ve popülerlik-popülizm karşısında gösterdiği bir tepki olarak görülebilir. Belki de gizli bir kıskançlığın ifadesiydi bu. Belki epistomolojik iffetçiliğin, akademik namusçuluğun ve yöntemsel ahlakçılığın ifadesi… Her neyin ifadesi olursa olsun, “kahvehane filozofu” yakıştırması Sartre için hakaretten çok iltifat sayılır bizim görüşümüze göre. Çünkü biz düşüncenin hâlâ işe yarayacağına, dolayısıyla da insanların anlayacağı bir dille ifade edilmesi gerektiğine inanıyoruz. Fransız akademisyenlerinin çıtkırıldım “kalem oğlanı” edaları bize okur yazarlar olarak da millet olarak da son derece yabancı.
Sartre’ın bir yazar ve bir düşünür olarak birbiriyle ilişkili, ama birbirinden yine de farklı birçok profili var. Üstelik Fransa için ifade ettiği anlamla Türkler için ifade ettiği anlam özdeş değil. Sözünü ettiğimiz profiller esas olarak ikiye ayırabiliriz: edebi profil ve felsefi profil. Sartre, edebi profilini felsefi profili için her zaman bir araç olarak kullanmaya çalışmıştı.
Biyografisine bakınca edebiyattan yoğun olarak beslendiği, edebiyatı cidden sevdiği anlaşılıyor. Yoksa hep üslupçu bir filozof olmaya çalışmazdı herhalde. Fakat Sartre’ın gençliğini sürdüğü 1920’li ve 30’lu yılların Fransa’sında edebiyatın konumu belirsizdi. Sartre’ın üstelik büyük bir yeteneği de yoktu. Bu durumda, yazarın sonradan edebiyatta yer almakla birlikte düşünce tarafı ağır basan romanlar yazarak kariyerine başlaması ve böyle şöhret bulması şaşırtıcı olmamalı.
Doğallık ya da hümanist bireycilik
Buna basitlik de diyebiliriz. Kendisi demokrat olmasa da, yazar olarak Sartre’ın demokratik bir tarzı var. Sıradan insanın nefes alıp verişini duyabiliyor ve buna göre davranıyor çünkü. En soyut ve girift düşünce tartışmalarını sıradan insanların ayağına indirmeye çalışması başka türlü açıklanamaz. Sanat ve düşüncede demokrasi muhal görünür oysa. Bu durumda, bu tür bir demokratlığın doğallık ve basitlikle bir alakası olmalı. Sartre basit bir insan mıydı? Evet, gayet basit bir insandı. Hem sanatçı ve hem de filozof olmak isteyen, bu konuda aşırı denebilecek bir hırsa sahip, yazarlık stratejisini bunun üzerine kuracak kadar da işletmecilik yeteneğine sahip bir insan.
Sartre’ın kişiliğinin kimyasında anarşizm var. Anarşizm, Lenin’in meşhur deyişiyle “bir gençlik hastalığı”ndan ibaret görülemez. Gençlikle bir alakası vardır tabii, hastalıklı bir tarafı da vardır; ama anarşizm kendiliğinden denebilecek bir tepki olduğu için her ortaya çıkışında kendine has haklılık payıyla çıkar. Sartre’ın anarşizmi de bir tepkiydi, hatta bütün bir kuşağın tepkisiydi. Jean Paul Sartre, Albert Camus’yle birlikte, Fransız gençliğinin siyasi iktidara küskün öfkesinin ifadesi olmayı başardığı için büyük şöhrete ulaştı, ciddiye alındı, takip edildi. Ve neticede yükseldiği sebeple de ömrünün sonlarında düşüşe geçti; öldükten sonra da unutulmaya bırakıldı. Bugün Sartre figürü ancak Fransız düşüncesinin son onyıllarında aldığı şekille ilgili metinlerde adı geçen tarihsel bir figür olarak yer bulmaktadır kendisine.
Sartre’ın özellikle ilginç kılan, varoluşçuluk adı altında geliştirmeye çalıştığı burjuva hümanizmidir. Savaştan çıkmış, savaş boyunca herhangi bir varlık gösterememesi bir tarafa savaşın umut kırıcı etkisini savaştan sonra da uzun yıllar boyunca yaşamış Fransa’da artık Bergson’un, Valéry’nin düşüncesinin yaşaması pek mümkün değildi. Bu tür düşünürlerin düşünceleri kapalı düşüncelerdi, azınlığa hitap ediyordu, anlamak için ciddi bir birikime ihtiyaç vardı. Bu özellikleriyle de bu düşünürler Fransız geleneğinden çok Alman geleneğine aitmiş gibi bir görünüm arz ediyorlardı. Yeni gelecek düşünürün her söylediğinin hemen anlaşılması ve paylaşılması gerekiyordu. Fransızlar 20. yüzyılın ilk yarısında Gerçeküstücülük gibi çok etkili ve meşhur bir şiir akımı ile Annales Tarih Okulu gibi etkileri akademik çevrelerde çok geniş bir alana yayılacak bir tarih akımı doğurmuşlardı ama iktisat ve felsefede Aydınlanma ve Fransız İhtilali, dönemindeki sükselerden epey uzakta bulunuyorlardı.
Fransa’nın II. Dünya Savaşı’nın galipleri arasında sayılmasına rağmen, Fransız ulusunun gerçek anlamda bu galibiyette ciddi hiçbir katkısının olmaması bir tarafa, Fransızlar aslında savaşma azmine da sahip değillerdi. Savaş öncesinde olduğu gibi savaş sonrasında da Fransa adeta ilkelerini de ülkülerini de kaybetmiş bir ülke görünümündeydi. Denebilir ki Fransızlar sadece rahat yaşamak isteyen bir burjuva taoplumu haline gelmişlerdi. Bunlar İngilizler gibi püriten, Alamalar gibi idealist de dğillerdi. Tek kelimeyle hazcı denebilecek bir eğilime sahipti Fransız burjuva tolumu. Kaliteli yaşamak ve bireyliğin hazlarını tatmak bu toplumun temel güdüsünü oluşturuyordu. Ki Fransa’da son zamanlarda yaşlı anne babasına bakmayan insanların cezalandırılacağına ilişkinb yasalar çıkarılması, bu ülkede bireyliğin ne kadar aşırılaşmış ve geri alınması güç bir durumda olduğunu gözler önüne seriyor.
Bu genel ortam içinde Jean Paul Sartre, modern Alman düşünürlerini sıkı okumuş bir Fransız filozof adayı olarak savaştan hemen önce Bulantı ramonını yayımlar. Bu roman bireyin kendini keşfi üzerine bir felsefi romandır ve Sartre denince bugün de akla ilk gelen metinlerden biridir. Bulantı romanının sartre tarafından konana Orijinal başlığı “Melankoli”dir. Kitabın ismini yayıncısı değiştirmiştir. Kitabın iki ismini karşılaştırırsak, “Melankoli” daha doğru fakat etkisi zayıf bir isim gibi görünüyor. Sartre düşüncesinin esas arayışı bireyin mutlak özgürlüğüdür ve bunun gerçekleşmesi sırasında etkili olan duygu yayıncının belirlediği isimle “bulantı”dan çok “melankoli” olmalıdır.
Zaten Sartre düşüncesinin gerçek içeriğiyle isimlendirilişi arasında her zaman böyle bir mesafe vardır. Sartre için varoluşçu deriz, fakat Sartre aslında varoluşçuluğun son önemli düşünürü Heidegger’e kendisini kabul ettirememiştir. Özgürlükçü bir düşünür olduğunu sanırız, fakat özgürlük Sartre için aslında her insan tekinin başına gelen bir tür mahkumiyettir. Tam dinsiz, tam anlamıyla laik bir düşünür olduğunu kabul ederiz, fakat hiç değilse ömrünün son yıllarında metafizikle ve Yahudilikle yoğun şekilde ilgilidir. Aydın deyince aklımıza ilk gelen isimlerden biri Jean Paul Sartre’dır, fakat gerçekte Sartre’a göre aydın denen kişi alt sınıflardan gelmiş, eğitim yoluyla üst sınıfa katılmış ve üst sınıfın çıkarlarını temsil eder hale gelmiş bir kişiliktir. “Aydınların Savunusu”nu yaparken aslında bir yandan da onları küçük düşürür. Ki bağlanma (engagement, siyasi taraf olma) düşüncesiyle varoluşçuluğu, varoluşçuluğuyla sosyalizmi, sosyalizmle metafizik anlayışı çelişen bir adamdır Sartre.
Fransızların Ataç’ı
Bir düşünürün kendi düşüncesiyle çelişmesi şaşırtıcı değildir, çoğu zaman düşünsel gelişimin veya değişimin bir işareti olarak kabul edilebilir. Ne var ki Sartre’daki çelişmelerin kök örgüsüne baktığımızda düşüncesinin içeriğiyle ismi arasındaki çelişkiye benzer çelişkilerin bu düşüncelerde temel olduğunu görüyoruz. Sartre, tam anlamadığı düşünceleri birbirine karıştıran, güdüleriyle savunuları tutarlı olmayan bir sözde düşünürdür. Bildiğimiz saf anlamıyla düşünmek yerine, çoğunlukla bir eylem, müdafaa veya saldırı olarak ortaya koyar düşüncelerini. Eylemlilik içinde değişen ve çelişen düşüncelerdir bunlar ve bu yönüyle bizim Nurullah Ataç’a benzer. Zaten ikisi de vazifeli imiş gibi davranmaktadırlar. “Kahvehane filozofu” kılığı da ikisine de fena halde uymaktadır bu arada. Ataç da Sartre da fildişi kule nedir bilemeyen, düşüncelerine aynı zamanda eylemleri olan adamlardır.
Nurullah Ataç ne kadar eleştirmense, Jean Paul Sartre da o kadar filozoftur aslında. Bunu biraz açalım. Mesela “Hüseyin Cöntürk, eleştirmen” dediğimizde kastettiğimiz bir şeyler var. Turgut Uyar’ı, Edip Cansever’i, genel olarak modern Türk şiirini, dahası eleştiri teorisini, poetikayı, eleştiriye şiirin ilişkisini anlamak için okuyacağımız metinler arasında Cöntürk’ün eserlerini kolaylıkla alırız. Çünkü bunlardan söz eden, her metinde neyi eleştirdiği veya eleştiri teorisinin hangi yönüne dokunduğu belli olan yazıları var Cöntürk’ün. Eleştirinin işlevi konusunda Cöntürk bizi pek fazla şaşırtmaz. Cöntürk tarzı eleştirinin kullanımını da aslında Cöntürk’ün yazılarında çıkarırız. Yani tıpkı gerçek filozofların düşüncelerinde olduğu gibi, Cöntürk eleştirisi de ne olduğunu ve ne işe yarayabileceğini bize kendisi öğretir.
Nurullah Ataç’a gelince, Ataç’ın yazılarını okuyarak daha iyi anlayacağımız yegane şey Ataç’ın kişiliği, tutumu, çalişkileri ile yazdığı dönemin yazınsal özelliklerine dair bazı kırıntılarıdr. Ataç bizi yazıları aracılığıyla ne bir edebiyat anlayışına, ne belli edebi eserlere götürür. Ataç’tan giderek varılacak tek şey yine Ataç’tan başkası değildir.
Heidegger ile Sartre’ı karşılaştırdığımızda da benzeri sonuçlara varacağımız açıktır. Sartre Sartre’dır, Heidegger ise bütünün bir parçası, bir tarafı. Yani Heidegger’den giderek bütün felsefeye ulaşabilirsiniz. Fakat Sartre sizi gene döndürüp dolaştırıp kendisine çıkaracaktır. Felsefenin de edebiyatın da kıyısındadır çünkü. Öncesiz ve sonrasız bir görünümü vardır; böyle görünmekten ve böyle olmaktan da haz duyar sanki. Kuru öznellik.
Öznelliğin son dönemde yeniden canlanması bile Sartre ismini ve düşüncesini canlandırmaya, bu isim ve düşüncenin geniş kesimler tarafından hatırlanmasına yetmemiştir. Sartre hakkında yazılar artık geçmişin bir değerlendirmesi hüviyetini taşıyor veya büsbütün nostalji anlamına geliyor. Bu da Sartre okuyucusu olmanın insana verdiği keyifle ilgili olabilir. Çünkü Fransa’da olduğu gibi Türkiye’de de bir zamanlar Sartre okumanın özel bir yeri vardı. Modanın, zamanın ruhunun ötesinde bir yer. Sartre çünkü bir zamanların moda düşüncelerinden herhangi birisi değildir. Bu yanıyla Türkiye’de bir zamanlar çok moda olan Bergson ve Valéry gibi düşünürlerden farklıdır.
Türk yazarları üstünde Bergson’un felsefi, Valéry’nin poetik etkisi, düşüncelerinin bir süreliğine kesin hakikatin anahtarı gibi görünmesindendir. Ahmet Hamdi Tanpınar ve Nurettin Topçu gibi “muhafazakar” düşünürlerin Bergson ve kültürüne nispeten vakıf yazarlar olarak tek bir an içinde bütün zamanlar veya kesintisiz zaman fikrine aşinalıklarıyla son derece irtibatlıdır. Hilmi Ziya Ülken’e göre İslam düşüncesinin Batı düşüncesinden farkı, temel felsefi problemlerinin farkıdır. Batı düşüncesi için bilgi, İslam düşüncesi için hürriyet temel problemdir. Zaman bağlamında İslam düşüncesi için hürriyet temel problemdir. Zaman bağlamında İslam dünyası açısından bunun yansıması, bir anda bütün zamanların yaşanması veya kesintisiz bir an algısıdır. Tam da Tanpınar’ın meşhur “Ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında / Yekpare kesif bir anın parçalanmaz akışında” mısralarında görüldüğü gibi. Bazı günümüz aklı evvellerine göre Tanpınar Bu düşünceyi Bergson’dan alımştır; Hilmi Ziya Ülken’in formülünü gözeterek yorumlayacak olursak, Tanpınar’ın bu düşüncesi kendi kültüründen kaynaklanır.
Demokratik duygular
Jean Paul Sartre ilgisine bu cepheden baktığımızda Sartre’ın benzersizliğini fark ederiz. Sartre, Türkiye’de hümanizmin etki alanında etkili olmuş bir isimdir. Sartre ismi, Kurtuluş Kayalı’nın sözünü ettiği, varoluşçuluktan Marksizme geçişin en önemli simgelerinden biri olmuştur. Kayalı’ya göre Türkiye’de Marksizim yaygın bir düşünce yolu olarak ortaya çıkmasından önce ara durak olarak Varoluşçuluk vardır. İsmet Özel’in yakın zamanlı bir röportajında kendi düşünsel değişim ve gelişimlerden söz ederken, “önce varoluşçu, sonra marksist, sonra islamcı” olduğundan söz etmesi (İsmet Özel tam da Kayalı’nınsözünü ettiği geçiş döneminde bilincini bulmuş bir yazar olduğu için) son derece dikkate şayandır. Aynı İsmet Özel’in islamcı ddöneminin hemen başında Sartre’ı yargılatan bir yazı yazmış olması ise manidardır.
Bu yazıda (Zor Zamanda Konuşmak içinde “Duygularda Demokratlaşma”) İsmet Özel, bir insanın siyasi olarak demokrat olabileceğini fakat duygularını, algılarını, özellikle de sanatsal duyuşunu demokratlaştırmasının kusurlu bir sonuç olduğunu dile getirir. Yazıda verdiği anektoda göre Stravinski’nin “Bahar Ayini”nin ilk performansında salondaki seyircilerin bir kısmı tepki göstermiş, bir kısmı ise alkışlamış.Sartre tepki gösterenler arasındaymış ve “Müzik değil bu, hayvan böğürmesi gibi bir şey; bize bunu dinletmeye hakkınız yok,” demiş. Debussy de varmış salonda ve Sartre gibi tepki gösterenleri “Dinleyelim, ne demek istediğini anlayalım,” diyerek teskin etmeye çalışıyormuş. İsmet Özel, Sartre’ı “felsefe alanında halkın çok uzağında kaldığı halde, aynı ölçüde incelenmesi beklenen bir sanat dalında halktan kişi olup çıkmakla” suçluyor.
Hakikaten de Sartre’ın demokratik bir felsefeye sahip olduğunu söylemek zor. Tescilli bir varoluşçu o daha ziyade. Bireyci. Üstelik bu bireycilik soğukkanlı bir liberal felsefe olmaktan da uzaktır. Kelimeler (Les Mots) adlı en önemli eserinde Sartre kendi benliğinin oluşumunu anlatır. Tekbenci denebilecek bir bireyciliği vardır Sartre’ın Sıfırdan başlayan ya da sıfırdan başladığı vehmiyle zihnini meşgul eden iki toplumda, savaş sonrası Fransa’sı ile 1960’ların sonu, 70’ler Türkiye’sinde o kadar çok önemsenmesinin altında bu tekbencilik yatıyordu bize kalırsa. Kendisinden başka kimseyi tanımayan, bu yüzden kendisini de kendi iradesiyle oluşturacağı boş bir benlik olarak tasavvur eden insanlar için (ki bu insanın entelektüel olması farzı aynı gibidir) Sartre bir dönem çok fazla şey ifade etmiş olmalı.
Duygularını demokratlaştırmış olması ise Sartre’ın saf tekbenci olmadığını gösteriyor sanırım. Ki Sartre tekbenci bireycilik anlamında varoluşçulukla sınırlı bırakmadı düşüncesini. Zaman içinde, uzun süre bir tür mutlak özgürlük ideali olarak sarıldığı ateizmden de vazgeçer gibi oldu ve ömrünün son deminde Yahudi inancına eğilim gösterdi. Sartre tayfasının şiddetle reddettiği bu eğilim, Sartre’ın Yahudi sekreteri Benny Lévy ile yaptığı röportajda kayıt altına alınmıştır ve Sartre’ın tipik aşırılığının, bir aşırılıktan kurtulmak isterken bile başka bir aşırılığa gittiğinin ispatı gibidir.
Asi değil aksi filozof
Bunu anlayışla karşılamak mümkün. Aşırı “kendilik” çağının bir sonucuydu Jean Paul Sartre. Bir yandan Rousseau geleneğinin devamı bir Fransız “filozof”u, diğer yandan savaş sonrası Avrupa’sının kurtuluşçu yazarlarından birisi, başka bir yönüyle kemale ermiş burjuva medeniyetinin kendi adına mutlak bir serbestiyet içinde konuşan bir temsilcisi idi çünkü. Bu, kendisinin saf kendisi olabileceği zannına yol açmış görünüyor. Felsefesini bunun üzerine kurdu ve yapısalcılığını gayri şahsiliği karşısında direniş gösterebilse bile, postmodernizmin anti-hümanist çıkışları karşısında eriyip yok olmaktan kurtulamadı.
Yapısalcılıkla Sartre tekbenciliğini karşılaştırabilirsiniz. İkisi de netice itibariyle hümanizmdir. Sartre’ın anti-hümanist veya burjuva medeniyeti karşıtı denebilecek (hatta “terörist”) yanları olduğunu da ileri sürmüştür, Fakat bireyin mutlak özgürlüğü gibi ortak bir amaca sahip oldukları için hümanizmle varoluşçuluğun zıtlaştığı pek söylenemez esasında. Birey kültünden mutlak kendilik iradesi olması anlamında vazgeçildiğine yani 1968 sonrasında ise, Sartre efsanesini çözülmeye başlamıştır. Sözde doğallığın şampiyonu, yapıntılığın zaferi karşısında otantizm eğilimine girmiş ve Yahudiliğe sempati gösteren bir Fransız bireycisi olarak hayatını ve düşüncesini noktalamıştır. Mutlak özgürlük ideali mutlak anlamsızlıkla neticelenmiştir. Katolik kökenli bir düşünürün İslam’a, Ateizme hatta Doğu öğretilerine yönelmesi şaşırtıcı değildir çünkü. Ama böyle birinin Yahudilik yönelimini anlamlı kılacak tek gerekçe, tekbenci ve aşırı bireyci anlayış olabilir. Öze dönüşün tam aksi yönde daimi olarak ilerleyince Yahudi sempatizanı Sartre tarzında tuhaf ve anlaşılmaz bir portreye varmıştır. Bunun içeriğini çözümlemeye ise hiç ihtiyaç yok. Bu sadece bir oyun. Sartre’ın tek örneği kendisi olan mutlak anlamda özgür bireylik oyunu.