Wallerstein’ın bir Türkiye’si yoktur.
Gerçekten yok; Wallerstein’a danışacak olursak dünyada Türkiye diye bir ülke yok. Hiçbir zaman da olmamış. Yani Türkiye yok, ama Osmanlı da yok, yani tarihte filan da aramayın boşuna. Selçuklular melçuklular mevzubahis değil zaten…
Tabii şimdi soracaksınız, kim bu Wallerstein ve bir Türkiye’si olması niçin gerekmiyormuş diye. Wallerstein, Türkçede Tarihsel Kapitalizm, Irk-Ulus-Sınıf; Belirsiz Kimlikler, Sistem Karşıtı Hareketler, Liberalizmden Sonra falan gibi kitapları olan Immanuel Wallerstein’dır. 1930’da New York’ta doğmuş, 51’de Columbia Üniversitesini bitirmiş, 59’da aynı okulda sosyoloji hocası olarak mesleğe başlamış, bugün de New York Devlet Üniversitesinde hocalık eden bir sosyolog-tarihçi veya tarihçi-sosyolog. Yani vatana millete faydalı biri. Tabii Amerikan vatanına ve milletine.
Wallerstein hazretlerinin bütün özellikleri bundan ibaret olsaydı, eh işte okumuş Batılı adam der geçerdik. Türkiye var dese kaç yazar, yok dese kaç yazar? Gerçekte olup olmadığımızı ondan mı öğreneceğiz? Ama kazın ayağı öyle değil. Türkçeye çokça tercüme edilmesinden anlaşılacağı gibi, bütün dünya ve dolayısıyla da Türkiye üzerine de söyleyecek sözü olan biri Wallerstein. Dahası Türkiye dahil dünyanın dünyayla ilgili bütün ülkelerinde sözü dinlenen biri. Bütün modern zamanların tarih anlayışını önemli ölçüde belirlemiş ve bu arada Türk tarihçilerinin de benimsediklerini söyledikleri Fransız “Annales Okulu”nun Amerika’daki takipçilerinin başında geliyor. Ama sadece bu da değil. Annales okulunun siyasi tarihten sosyal tarihe geçiş şeklinde özetlenebilecek ana senaryosunu iyice bellemiş ve bir Amerikalıya yakışır derecede yeniden siyasileştirilmiş, genellemelerle alanını genişleterek bunu da Amerikan devletinin dünyayı şekillendirme senaryosuna muhalif (“sistem karşıtı”) soslu bir servis olarak sunmuş bir “altın çocuk”. Yani tıpkı Noam Chomsky ve Edward Said gibi dışı seni yakar içi beni cinsinden bir “muhalif Amerikalı entelektüel”le karşı karşıyayız. Peki şimdi ne yapacağız? Önce Wallerstein’ın ne yaptığını anlatalım. Sonra bizim ne yapacağımızı tartışmak kolay.
Wallerstein, Fransız tarihçilerin 1870’den sonra her önemli adımlarında çuvallayan Fransız politikacılarına, yenik olmasa bile ezik Fransız devletine nazire edercesine tarih yazımını siyasetin tarihi olmaktan çıkıp toplumun, halkın, “insanlar”ın tarihi haline getirme çabalarına Amerika’dan çıkarak olmuş bir sosyolog. Savaş sonrası Amerika’sında okumuş bir genç olmasının bunda önemli bir rolü var.
“Merak bir devrimcinin hazırlığıdır” ama…
O zamanların Amerikan üniversiteleri, dünyayı gerçekten merak eden ve bu merakı ateşli bir şekilde yansıtan ilk Amerikan öğrenci kuşağıyla bu öğrencilere liderlik eden hocalara ev sahipliği / yataklık yapmıştır. O dönemde Amerika’da üniversitelerde bulunan insanlar, ’68 Kuşağı’nın hayata yakınlığı oranında bilgiye yakın insanlardır. ’68 Kuşağı’nın temelini de onlar atmışlardır zaten. Amerika’nın 1960’lar boyunca siyahların, işçilerin ve öğrencilerin gittikçe birleşme eğilimi gösteren ayrı ayrı yürüyüşlerinin sonucunda bir devrime uyanma korkusu yaşamasında savaş sonrası üniversite öğrencilerinin her şeyi bilmek isteyen meraklarının payı büyüktür.
Wallerstein işte bu meraklı gençlerden biri olarak başladığı kariyerini Fernand Braudel, Marc Bloch gibi “büyük” modern Fransız tarihçilerinin Amerikalı halefi olarak zirveye taşımış durumda. Hocalık ettiği üniversitenin “Fernand Braduel Ekonomi, Tarihsel Sistemler ve Medeniyet Araştırmaları Merkezi”nin müdürlüğünü yürütüyor aynı zamanda. Yani Annales okulunu Amerika’nın menfaatine, dünya görüşüne uygun bir şekilde yenilemiş olarak devam ettiren akademik çevrenin bir numaralı lideri konumunda.
Wallerstein’ın mesleki başarısı, politik uyanıklığının yanında geniş okuma kabiliyetine dayanıyor. Okumasının sınırı yokmuş gibi. Özellikle, Türkçeye tercüme edilmeyen üç ciltlik The Modern World System ve benzeri kitapları okununca, Wallerstein’ımızın korkunç denecek bir merak ve dikkatle okuyan, kitap-dergi dağlarını devirmiş, bütün gerekli Batı dillerinde okuyabilen, konusunda bilmediği kalmamış bir modern genius (modernist dahi) olduğunu anlıyorsunuz. Bir anlamda pastanın üstündeki erik gibi. Çünkü aslında sonuç olarak yaptığı şey ustaları olan Bloch, Braudel gibi tarihçilerin emeklerini sistem sistem düşüncesine vardırmaktan ibaret. Kabiliyet ve merakı ne kadar çok olursa olsun, politik uyanıklığını bir an elinden bırakmıyor. Bunu da bütün benzerleriyle paylaşıyor. Savaş sonrasının meraklı Amerikalı gençlerinin kayıp kuşak olduğunu kimse söyleyemez. O kuşağın şairlerinin başında gelen Allen Ginsberg’in “Kuşağımın en iyilerini mahvettiler” demesi hiç de inandırıcı değil aslında. 1930 civarı doğumlu Amerikalılar (mesela Ginsberg ve Wallerstein) dünya çapında başarılarının tadını fazlasıyla çıkarmış durumda. Bunun da Savaş Sonrası Amerikan Hegemonyasıyla fazlasıyla alakası var.
Wallerstein’in dünya sistemi düşüncesi
Anneles okulunda ciddi şekilde etkilenmiş bir sosyolog olmasına rağmen, Wallerstein’ın Amerikan hegemonyasının tadını almış Amerikalı kuşağın başarıdan başarıya koşan üyelerinden biri olması onu tarihe hep hegemonya kavramı üzerinden bakmaya yöneltmiş görünüyor. Fakat burada dikkatimizi çeken nokta, dünya sistem, düşüncesinin dünya ekonomisi kavramından türetilmiş olmasıdır. Wallerstein’a göre, bu yani dünya sistemi ilk defa 16. yüzyıl Avrupası’nda ortaya çıkan “kendi kendine dayalı” ekonomik bir sistemin, “tarihsel kapitalizm”in, mükemmel bir zincirlemeden oluşan ekonominin siyasete ve toplum ilişkilerine gelip gelmesinden ibaret bir şeydir. Bu da düpedüz Batı’yı dolayısıyla da bugünkü dünyayı Batı’nın kendi gerçekliğiyle açıklamak demektir. “Mükemmel Batı” düşüncesidir. Bunun da anlamı hegemonyanın meşrulaştırılmasıdır. Bu yüzden Wallerstein Batı’nın tarih felsefesi ve sosyoloji gibi alanlarında iki yüzyılı aşkın zamandır süren geleneğin son halkasıdır. Son halkasıdır, çünkü Doğu’nun, bugünün moda tabiriyle “Batı dışı”nın ölü doğa tarzında bir şey olduğu, Doğu’nun kendi kaderini tayin ve dünyayı belirleme gibi yeteneklerinin olmadığı düşüncesinin sıradan bir devamıdır. Sıradan olmayan tarafı ise konusunda yaptığı yoğun ve geniş araştırmalardır. İki yüzyılı aşkın zamandır, batılılar “Avrupa”nın, “Batı”nın, “modernliğin” o kadar dar ve kendi dünya görüşleri ve tarih tecrübesiyle sınırlı bir tanımı üzerinde o kadar derin ve yoğun çalışmalar ortaya koydular ki, “Batı’nın dünyaya içkinliği” gibi aslında ispatı imkansız bir safsatayı Batılı olsun olmasın ortak bir ölçüyü, dünya kavramını kabul eden herkese kaziye diye yutturmayı başardılar. Wallerstein da işte bu kaziyenin bir numaralı şampiyonudur.
Peki, Türkiye niye yokmuş?
Bunu Wallerstein’ın kendisinden öğrenemiyoruz. “Türkiye” kelimesini bildiğimiz kadarıyla hiç kullanmamış bir yazar Wallerstein. Bunda bütün araştırma ve düşüncelerini son 400 yılın Batılı ekonomik sistem ve siyasi hegemonya tarihiyle sınırlamasının da payı yok değil; ama bu tek başına anlamsız bir açıklama. Çünkü dünya sistemini daha iyi anlayabilmek, ayrımlarına daha sıkı varabilmek için Çin ve Afrika gibi “bölge”leri de araştırmaktan geri durmamış. Tarihe başvurduğunda Çin, Bizans ve Pers İmparatorluklarından dem vurmaktan çekinmiyor. Dahası, “Liberalizmden Sonra”sını tahmin etmeye çalışırken İran ve Irak’ın pozisyonlarını ve liderlerinin tutumlarını son drece içeriksiz bir şekilde de yorumlasa, ciddiye aldığını, görmezlikten gelemediğini ihsas ettiriyor.
Wallerstein burada metin üzerinden, yani cümle cümle gösteremeyeceğimiz şekilde tarihteki Osmanlı tecrübesinden, Türklerden rahatsız olan; Kapitalist olmadığı halde Doğulu veya üçüncü dünyalı da olmayan Türkiye’yi anlayamayacağı için hiç söz konusu etmeyen tipik bir Batı’nın Yükseliş Devri Tarihi sosyoloğu aslında. Türkiye ve Türklük bu tarihin ihtişamının ötesini ve “öteki”sini temsil etmeyi sürdürüyor çünkü.
Peki ne yapacağız, demiştik. Yapacağımız şey, Türkiye’deki pek çok yeni sosyolog gibi Wallerstein’ın dünya sistemi düşüncesini temel alarak bunun üzerinden “okumalar”a girişmek kesinlikle değil. Bu sosyologlar bu konulara ilgili okuyucuyu da ciddi oranda yanıltan bir yola girmiş bulunuyorlar. Burada yazarın ve düşüncesinin temelinde eksik olduğunu iyice belirlememiz gerekiyor. Bu yüzden de onun ifade edemediği, üzerinde tek kelime söz söyleyemediği, kaçındığı konuyu, yani Türkiye’yi temel alan ve dolayısıyla Wallerstein’ı ve sistem düşüncesini de kendisinin açıklayamadığı tarzda açıklayabilecek kendi yazarlarımıza, sosyologlarımıza, düşünürlerimize yönelmeliyiz. Bunların başında da hiç tartışmasız rahmetli Baykan Sezer ve İsmet Özel geliyor. Sezer’in Batı-Doğu ilişkileri, yani Batı’nın kendi kendine değil ama Doğu’ya dayanarak, Doğu’yu hemen her alanda sömürerek ayakta kalabildiği konusunda hiç de popüler olmayan yazılarını, kitaplarını dikkatlice okumak gerekiyor. Meseleye yazılarını, kitaplarını dikkatlice okumak gerekiyor. Meseleye bu kadar büyük gayretle dalamayacaklar için de İsmet Özel’in özellikle Cuma Mektupları’nın ilk beş cildindeki dünya sistemi ve Türkiye konulu yazıları zihin açıcı olabilecek umudundayız.