Kitapseverler, on yedinci yüzyılın ortalarında, de la Roche adlı bir yazarın Giphantie adlı eserini okuduklarında, yazarın bahsettiği sihirli bir olayın 100 yıla kalmadan gerçekleşeceğini hayal dahi etmiyorlardı. Bu şaşırtıcı fikir, yapışkan bir maddeyle kaplanmış kanvas yüzeye, doğadaki görüntülerin aktarılmasından ibaretti. Hatta yüzeyin üzerindeki görüntü, eğer karanlık bir ortamda kurutulursa, kalıcı hale dönüşüyordu. Çağımız için sıradan gözüken bu olay, yazarının bile farkında olmadan, bir masaldan, insanlığın en etkili buluşlarından birine dönüştü.
İngiliz gökbilimci Sir John Herschel’in “ışık” ve “yazmak” kelimelerinden türettiği “photography”, 1830’lara kadar keşfedilemedi. Keşfedilemedi dememizdeki sebep, fotoğraf için gereken işlemlerin, belki de yüzyıllardır bilinmesidir. Bu işlemlerden ilki optikle ilgilidir. Filmlerin banyo edilmesi ve baskısının yapılabilmesi için gerekli olan Camera Obscura (karanlık oda), Leonarda da Vinci’nin çizimlerinde bile açıklanmıştı. Kimyasal olan diğer işlemlere ait bilgiler ise 16. yüzyılda Robert Boyle’nin yaptığı çalışmalardan 19. yüzyılın başında Thomas Wedgwood’un deneylerine kadar ilerlemiş, yalnızca görüntünün nasıl kalıcı olacağı bulunamamıştır.
Bilinen ilk fotoğraf Joseph Nicephore Niepce tarafından 1827’de çekildi. Bu fotoğrafın oluşması için tam 8 saat beklenmesi gerekiyordu. Bu yüzden ortaya çıkan fotoğraf da asıl görüntüyü yansıtmamaktaydı. 1829’dan beri beraber çalıştığı Louis Daguerre, bu süreyi yarım saate indirdi ve görüntüyü kalıcı yapmak adına tuz kullanılabileceğini keşfetti.
Daguerre’nin geliştirdiği bu buluş halkla paylaşıldığında olumlu olumsuz bir çok tepkiyle karşılandı. Hristiyanlar bunu din dışı, şeytanca bir alet olarak görürken ressamlar da hayatlarını tehdit edeceğinden yakınıyorlardı. Diğer yandan, resim yapma becerisi gerektirmeyen ve herkes tarafından kullanabilen bu alet, kısa zamanda bir çılgınlığa dönüştü.
Fakat Daguerre’nin tekniği de kısa zaman içerisinde problemlerle anılmaya başlandı. Bu yöntem çok pahalıya mal oluyor ve daha önemlisi fotoğraflar kopya edilemiyordu. William Henry Fox Talbot ise bu ihtiyaca etkili bir çözüm getirdi. Calotype denilen bu yöntemle baskı ve kopyalama işlemi o kadar kolay hale geldi ki, Talbot “Doğanın Kalemi” adlı fotoğraflarla süslenmiş bir kitap bile yayınladı.
Yaşanan gelişmeler sonucunda, Londra ve New York gibi merkezler başta olmak üzere, dünyanın her yerinde fotoğrafçılar hızla arttı, sokakları fotoğrafçı dükkanları doldurdu. Bu artan ilgiden rahatsız olanlardan biri, ünlü Fransız şair Charles Baudelaire, fotoğraf tutkusunu narsistlikle özdeşleştirerek kötü yorumlarda bulunmuştur.
Daguerre’den sonra, Frederick Scott Archer, collodion adlı bir tekniği geliştirerek, fotoğrafın baskı süresini yalnızca bir-iki saniyeye indirmiş, maliyetini de oldukça düşürmüştür. Fotoğrafçılıkta açılan bu yeni kapıdan sonra çeşitli iyileştirmeler, gelişmeler yaşanmış, bu sayede günümüzde dijital fotoğrafçılığa kadar uzanan hızlı bir “photograpy” devrimi yaşanmıştır.