Kanuni Sultan Süleyman, Osmanlı İmparatorluğu’na en ihtişamlı günlerini yaşattı. Devrin bu gücünü, şatafatını ve uygarlık düzeyini tüm dünyaya göstermek adına, Üsküdar kıyılarından bile izlenebilecek bir külliye yapılması emri verdi. Bu çağrı elbette yaşadığı çağın en iyi mimari olan Sinan’aydı. Sinan iki yıl önce, çıraklık eserim dediği klasik yonca biçimli Şehzade Camii’ni bitirmiş, şimdi padişahın bu isteği üzerine yüzyılın en büyük külliyesini yapmak için sur içinde mekan aramaya başlamıştı. Beyazıt-Edirnekapı yolunun kuzeyinde, Haliç’e eğim yapan bir sırtın en doğru yeri, Süleymaniye Camii’ne ayrıldı. Sinan bu şekilde bir şehir planlamacısı olarak da meziyetini göstermişti. Külliyenin yapıldığı yer, binlerce yıllık tarihi bulunan İstanbul’un en etkili silüetini tamamlamıştı. 1550’nin bir cuma günü, padişahın da bulunduğu bir temel atma düzenlendi. Şeyhülislam Ebüssuud Efendi ilk temel taşı mihrap duvarının yükseleceği kesime yerleştirerek, Kanuni’nin bitişini sabırsızlıkla bekleyeceği 7 yıllık çalışma dönemini başlatmış oldu.
Medrese, darülhadis, tıp medresesi, şifahane, darülkurra, sıbyan mektebi, kabristanlar… Külliye, odağına camiiyi yerleştirse de farklı amaçlar taşıyan birçok yapıyı da içinde barındırıyordu. Kiremit çatılı evler ve selviler arasında yükselen inşaat, yalnızca estetiğin bir boyutunu değil, insan hayatının tüm yönlerini kuşatan zanaat ve sanatları da bünyesinde topladı. En önemli üç Osmanlı hattatından biri olan Ahmed Karahisari, kubbeye aşağıdan okunabilecek şekilde Nur Suresi’ni yazdı. Camii’nin içindeki diğer hatlar, Karahisari ve onun başarılı öğrencisi Hasan Çelebi tarafından yapıldı. Hat sanatının en güzel örneklerinin yanında yüzlerce pencereyle aydınlanan caminin içi, renkli ışıklarla da büyülü bir atmosfer sunmaya başladı. Bu atmosferi, dönemin en ünlü vitray sanatçısı Sarhoş İbrahim yaratmıştı. Çiniler, İznik’ten getirtildi. Tepeden tırnağa her ayrıntı insanı derinden etkileyecek bir biçimde yapıldı. Bu dönemde, inşaat tamamlansın diye halk şerbetler dağıttı, kurbanlar kesti, bahşişler dağıttı. 1557’de ise Sinan’ın “kalfalık eseri” tamamlanmıştı.
Mimar Sinan, külliyenin açılışını kendisi şöyle anlatır: “Anahtarını padişahın dest-i mübareklerine verdim ve dua eyleyip el kavuşturup durdum. Padişah da odabaşına teveccüh ederek, “Cami açmaya kim elyaktır?” dediklerinde o da, “Padişahım, ağa bendeniz bir pir-i azizdir, bu babda elyak ol emektar kulunuzdur” deyince padişah, “Bu bina eylediğin beytullahı yine sen açmak evladır” deyü dua ve sena edip miftahı canü dilden verince “Ya fettah” deyip açtım.”
Süleymaniye’yi bir şaheser, Sinan’ı da tüm zamanların en iyi mimarlarından biri yapan onlarca hikaye var. 275 dev kandille aydınlanan camide, bu kandillerden çıkacak islerin bir süre sonra havayı kirletmemesi için, Sinan belirli bir hava akımı oluşturarak is odası oluşturmuş, burada toplanan islerden de kaliteli mürekkepler elde etmiştir. Kubbelerle örtülen alanlarda problem yaratan akustik, belirli seviyelerde sıralanan altmış dört adet küple homojen ses dağılımı oluşturularak halledilmiştir. Sinan, dört minare dikmiştir, İstanbul’un fethinden sonra tahta çıkan dördüncü padişah Kanuni’ye ithafen. Şerefeleri de on tane yapmıştır ki bu da Sultan Süleyman’ın kaçıncı Osmanlı padişahı olduğunu gösterir. Halk, her bir taşıyla İstanbul’la bütünleşen bu yapıya her zaman hayranlık duymuştur. Camii’nin yanında bulunan türbe bölümü 18. yüzyıldan sonra, bu ihtişamlı yapının gölgesine sığınmak isteyenlerin kabristanına dönüşmüştür.