Etkileyiciliğini kesin konuşmasına borçludur. Oysa konuştuğu şey hakkında aşağı yukarı hiçbir şey bilmiyordu. Üstelik başarısızdı da. Ortaya herhangi bir teori, herhangi bir tez, herhangi bir felsefe koyamadan tezgahı kapatmıştır. En büyük pozu, Karl Marx’ınkini andırır tarzda, mevcut düşünceyi ret ve inkardır. Her şeyi reddeden bir adamdan daha çekici ne olabilir? Böyle birini modern (yani biraz bilgisiz, biraz uyanık, biraz da şaşkın) okuyucunun hüccet kılığına sokmasına niye şaşıralım?
Şaşırdığımız yok ve zaten bu yazı dizisinde bütün amacımız şaşkınlardan olmamayı öğrenmekten ibaret. Adorno gibiler sadece düşüncelerini iyi düşünmemiş, inançlarına belli bir sınamadan geçmiş olarak inanmayan insanları avlayabilirler. Yani şaşkınları. Hüccetlerin, burhanların, ispatların reddedilmesi böylelerinin en bayıldığı şeydir. Yeter ki ciddi görünen bir şeyin ciddi olmadığı kendisine gösterilsin, gözleri fıldır fıldır ve pırıl pırıl olur; çünkü ciddiyete görünüşe göre boyun eğmek zorundaydı ama ciddi olanın niye ciddi olduğu hakkında da en ufak bir fikri yoktu. Ciddi görünenin ciddi olmaması onu şımartır, eğlendirir, sevindirir. Aklı olsa buna sadece üzülmek gerektiğini de bilirdi. O, oysa sadece görünüşlerle uğraştığı için, hakkında hiçbir şey bilmeden boyun eğmek zorunda olduğu şeyin boyun eğmeye değmeyecek bir şey olduğunu görmekten derinlemesine haz duyar. Sadece öyle görünüyor diye bir şeyi ciddi saymak, herkes boyun eğiyor diye ona boyun eğmek zorunda olmadığını anlamayacak kadar alçalmıştır çünkü. Şaşkın işte böylesine denir. Birinci sınıf Adorno okuyucusu.
Mektepli Adorno
Theodor Weisengrund Adorno deyince basbayağı bir okuryazarı kastediyoruz. Çalışkan, disiplinli, titiz bir okur yazar. Okuduğunu neredeyse mutlak anlamda okuyan, yazdıkları da bütün kuşkuculuk ve eleştirellik görüntüsüne rağmen mutlak anlaşılan bir okur ve yazar. Yüksek okur yazar. Okur yazarın büyüğü. En birinci gelen okur yazar. Biraz eğlendiğimizi ve yazarı küçük gördüğümüzü düşünebilirsiniz. Böyle düşünmenizde hiçbir sakınca yok. Hatta bunu kendiniz de yapabilirsiniz; bunu engelleyen bir Adorno alıntısı yapılmayacak bu yazının sonuna kadar. “Adorno’nun dediğine gibi” şeklinde bir okur korkutma cümlesi kurmayacağız, çokluk entelektüel camia yazarlarının aksine. Adorno ne derse desin, biz kendi aramızda ne konuşabiliriz; buna bakacağız.
Adorno’yu sadece küçümsemiyoruz. Aynı zamanda talim ve tedris konularında gösterdiği gayreti not ediyoruz ki, herhangi bir sihirbazdan söz etmediğimizi, evrensel entelijansiyanın belki en büyük sihirbazından söz ettiğimizi görmek daha kolay olsun. Burada, okumadıklarını da yazan bir Chomsky’den veya şahsi mülahazatını tarihin gereğiymiş gibi sunan Wallerstein’dan söz etmiyoruz. Adorno ikisine de nispeten benzer; ama ikisinden de net olarak ayrılan bir tarafı vardır, ki asıl tarafı budur. O da bilgi ve düşünce diye karşısına çıkan her şeyi aynı bilgi ve düşüncenin tecrübesine sahip olmadan, o bilgi ve düşünceyi ortaya koyanların geçtikleri yoldan geçmeden reddetme alışkanlığıdır. Bu alışkanlık, Adorno’da çok kaygılı, kötümser, dolayısıyla da şaşırtıcı ve çarpıcı, sözü dinlense yeridir, dolayısıyla da hakiki hüccet denmeyi hakkeder bir düşünür pozu oluşturmuştur. Başka deyişle, Adorno kendisinin farkında olmayan yazarlardandır. Düşüncesinin (?) ve tarzının sınırları hakkında en ufak bir fikri yoktur. Oysa bildiğimiz bütün saygıdeğer düşünürler, düşünce diye sergiledikleri şeyin sınırlarının herkesten çok farkında olan kimselerdir, ki düşüncenin gelişmesi de ancak bu sınırların farkında olunmasına bağlıdır. Düşünürler kendilerinin ve başkalarının düşüncelerinin sınırlarını gördükleri oranda düşünmeye devam ederler.
Adorno’nun da farkında olduğu bir şey var tabii. Bu, düşünce diye ortaya konan her şeyin terminolojik bir abrakadabrayla gözden düşürülebileceğidir. Adorno’nun Benjamin’le temel meselesi de budur zaten. Walter Benjamin için olumsuz pek çok sıfat kullanabiliriz, düşüncesinin zayıf ve kusurlu bir çok tarafını gösterebiliriz; ama mevcut düşünceyi gözden düşürmeye çalıştığını, üzerinde çalıştığı konuya ihanet ettiğini söyleyemeyiz. Kelimenin gerçek anlamında sadık bir marksist olduğu halde (Kaınız: Paris ve Baudelaire yazıları. Bu yazılarda Walter Benjamin, tarihsel diyalektiği gerçek anlamda ilk defa edebiyat incelemesine sokmaktadır. Adorno’nun bu yazıları reddetme gerekçesi ise tam bir skandaldır. Bu yazıları yeterince Marksist olmadıkları gerekçesiyle basmayı kabul etmemiştir Adorno.) çalıştığı konuları onore eden, biraz talihsiz, e çünkü epey de kırtıpil bir yazardır Walter Benjamin. Kırtıpil filan ama düşüncenin cesaretine gerçek anlamda sahip. Bu yüzden de farklı kaynaklardan beslenmekten pek fazla çekinmiyor. Bertolt Brecht gibi açık seçik sanatçı-düşünürlerle ortak, Adorno ve Lukacs gibi kariyeristlerle ise zıt tarafları bu.
Adorno, bilgi ve düşüncenin gözden düşürülebilmesinin yine bir tür düşünce ve bilgiye bağlı olduğunun en baştan itibaren farkındaydı. Kendini kabul ettirmeyi bilen, kurumsal yapıların kurdu olmuş bir adam. Benjamin’in okul ve akademisyenlik konusundaki hatalarını yapmamış bu yüzden. 21 yaşında doktora, 24 yaşında doçentlik tezi yazacak kadar çalışkan ve uyumlu olmayı başarmış. Ne başarı ama! İki tezin de Adorno diye bildiğimiz şeyle aşağı yukarı hiçbir ortak tarafı yoktur. Doçentlik tezini geri çekmesinin altında ne yatıyordu dersiniz? Kaynaklar, doktora tezinin tamamen öğretmenin etkisi altında olduğunu belirtiyor. Geri çektiği doçentlik tezi keza. Dört yıl sonra, 28 yaşında verdiği doçentlik tezi ise bu defa şaşırtıcı bir ismin etkisi gösterir: Walter Benjamin.
Bir filozoftan çok akademik stratejistle karşı karşıya olduğunuzu anlamışsınızdır. Bizim için Emre Kongar, Murat Belge, Berna Moran gibi adamlar her ne ise, Almancada Theodor W. Adorno da odur. Fransız Sartre’la en önemli ortak tarafları da bu olsa gerek. Sartre gibi Adorno da dönemin entelektüellerinden ne beklendiğini kestirme konusunda profesyoneldir.
Şimdi bir an soluklanıp soralım: Bu kadar okul okumuş, çocuk yaşında doktora tezi vermiş, olabilecek en genç yaşta doçentlik tezi yazıp vazgeçmiş, çok geçmeden bir daha yazıp bu defa tezi sunmuş bu okul çocuğu filozofun bu faaliyetleri ile sonra ünlenmesini sağlayacak çalışmaları arasında niçin en ufak bağlantı yoktur? Martin Heidegger’i beğenirsiniz veya beğenmezsiniz, düşüncesini matah sayarsınız veya saymazsınız; ama Heidegger diye bildiğimiz şey dönem dönem, aşama aşama ta üniversite öğrencisi olduğu yıllardan başlayarak gelişen ve değişip dönüşen, hasılı kelam izlenebilen bir şeydir. Stratejist olarak ne kadar basiretsiz olduğunu ise söylemeye bile gerek yok Heidegger’in. Birkaç kuşağın midesine oturacak kadar etkin bir felsefesi olduğu halde, bugün hala Nazidir, yok değildir lafları geziyor ortalıkta. Sırf, Nasyonal Sosyalist Parti iktidarı esnasında üniversite rektörlüğünü kabul ettiği için. Belli ki, üstat yeni çağ filozoflarının karda yürü izini belli etme taktikleri için biraz fazla eski kafalıydı.
İlerici Adorno
Adorno’nun ise eski kafalı olmadığı her halinden belli. O ve sinsi bir despotlukla hükmettiği Frankfurt Okulu “çok gezerim ama hiçbir yere gitmem” tarzında, hiçbir düşünceye bağlanmazlar. Yani ortada düşünceden çok proje var. Her düşünceyi ve her bilgiyi eleştiren ama eleştirellikten taviz vermeme adına belli bir safa geçmeyen; nispeten mükemmelci, “en iyi”ci, kötümser ve acıklı bir şekilde gerçekçi (acıklı çünkü Frankfurt Okulu gerçekçiliği gerçekçiliğin hiçbir tez ve önerisini ilke olarak benimsememiştir.), Marksizmi düşünce alanından süpürecek kadar Marksist, Hegel’i okunmaz kılacak oranda Hegelci, modernizme yani modern sanata kzaık atacak şekilde modernist… hasılı kelam, biz felsefeden anlamaz, ya hep ya hiççi Türklerin “müzmin muhalif” dediğimiz tarzda burnundan kıl aldırmaz, okul demeye bin şahit lazım bir okul projesi. 20. asır sofistlerinin okulu yani. Bu okul yani Frankfurt Okulu o kadar ilericiydi ki, bugün bile hala onların vardığı ileri safhalara varabilmiş bir düşünür veya ekol mevcut değildir. 20. asır sofistlerinden sayılabilecek Jacques Derrida nerdeyse bir gericiydi. Düşüncenin topografı olarak karşımıza çıkan Fredric Jameson, analiz mantığını ilerici Adorno ve Frankfurt Okulundan çok herkesi biraz gözeten, kayıran, idare eden Walter Benjamin’den alır. Sonra gelen Alman düşünürlerinin hepsi ders hocasıdır. Fransızlarsa tiyatrocu.
Hegel’in ilericiliği gibi bir ilericiliği var Adorno’nun. Bu tür ilericilikte düşünür, asla varılamaycak bir noktayı tarihin veya düşüncenin hedefi diye ileri sürer ve geri kalanını da mantığa bürüyerek, sık ve sıkı mantık hileleriyle hallediverir. Hegel’in sanatın ölümü tezi bir hezeyan değilse fantazidir ve bundan başka başka bir şey değildir. Fakat gösterişli ve tuhaf bir şekilde mantıklı görünür. En az Platon’un sıklıkla yanlış anlaşılmış, sanatçıyı sürgüne uğratma önerisi gibi. Platon sanatçıyı, şairi ikiye ayırıyor ve bir türünü, mimetik sanatçıyı, gerçeğin görünüşünü kopyalayarak sunanı mükemmel sitesinden kovuyordu. Bunun açıkça diğer türden sanatçıya, şaire bir övgü anlamı taşıdığı pek fazla dikket çekilmemiş bir husustur. Aristo’nun Platon’a cevap vererek mimetik sanatı yani tragedyayı eposun üstüne koyması ve sonra gelen klasiklerin yani klasist Avrupalı yazarların hep Aristo’dan beslenmiş olması bu sık örgülü yanlış anlamayı doğurmuştur. Hegel’in sanatın ölümü fantezisi ise sanatla hemen hiçbir ilgisi olmayan bir şeydir. Genel bir tezin bir tür felsefi zorbalıkla sanat konusuna uygulanmasıdır. Sanat, Hegel için sadece aklın ilerlemesi karşısına çıkan heyulalardan biridir ve sonunun geldiği, çünkü artık gerçeğin akıl tarafından aydınlatılacağı söylenmelidir falan filan. Romantizme karşı çıkıyordu Hegel. Romantizmin halimiyetinin bir son çırpınış, bir vuruşa vuruşa çekilme, bir umutsuz direniş olduğunu tasavvur ediyordu. Sanatta modernizmi göremeyecek kadar, kendi rasyonalist inancıyla zihni körelmişti. Oysa sanatta modernizm dediğimiz şey geldi, romantizm ile rasyonalizm arasındaki çatışmayı ortadan kaldırdı ve sanatın krallığı rasyonel dünyada ilan etti. Hegel bunu göremediği için bile küçük görülebilir bir düşünür. Ama arkeolojik mabetlere olduğu kadar kendi felsefi mabetlerine de saygıyla, tazimle yaklaşmayı sürdüren Batı aleminden Hegel’in estetik konusunda çuvalladığına dair bir işaret alamıyoruz.
Adorno, estetik konusunda Hegel’in tamamlayıcısı olarak da görülebilir. O da aklın mutlaklığına duyduğu inançla gider sanatın üstüne. Jazz müziğinden yani çağın müziğinden hoşlanmaması bile akıl konusundaki rijit tavrını göstermeye yeterlidir. Bir nevi akıl ideolojisine bağlı bir ideolojik sanatın peşindeydi Adorno. Modernizmi müşahede ettiği için, Hegel’in bir önceki yüzyıldan öngöremeyeceği şeyleri rasyonalitenin amentüsüne uydurmaya çalışıyordu. Kara estetik veya negatif diyalektik gibi fantastik görüşler, daha doğrusu başlıklar ileri sürmesi buna bağlıdır. Adorno, jazz çağında tonal felsefeyi yaşatma arzusuna sahip bir tür özde gerici ama kendi kabulleri ışığında ilerici bir yazardı.
Adorno’nun ilericiliğini bizdeki bazı sözümona aydınlanmacıların ilericiliğine yaklaştıran şey, felsefeye neredeyse dinsel bir mezhep gibi sarılmış olmasıdır. Müzik düşüncesiyle o kadar uğraşmış, toplumsal felsefe ve politik eleştiri konusunda o kadar kalem oynatmış biri için utanç verici bir gizli dogmatizme sahiptir Adorno. Bilinç ve imgelemin maddeleştirilip materyalizm yoluyla incelenmesi peşinde bir dogmatizm ama. Adorno isminin etrafındaki büyü esas olarak bundan doğuyor, ironik bir biçimde. Bilinç nasıl maddeleştirilir veya maddileştirilir? İmgelem nasıl diyalektik kılınır? İşte Adorno’nun ilerici abrakadabraları burada devreye girer ve bir yanlarıyla ise kendi çağlarının imgeleminden yani sanatından dolaysızca etkilenip esinlenen insanları büyüler. Esinlendiğiniz ama bir anlam veremediğiniz şeyleri mantığa bürünmek ve haklı çıkarabilmek veya başkalarının esinlenip tadına vardıkları şeyleri tu kaka edebilmek için “Dorno’nun dediği gibi” akımına katılırsınız veya takılırsınız. Bu da muhtemelen bir tutukluğu veya çekingenliği, yeni olana karşı korkuyu gizliyordur. Ki bu sadece bir tahmin, müzmin Adorno derslisinin bundan korkmasına gerek yok. Burada bize öyle geldiği için öyle söyledik. İzlenimimiz buydu çünkü, insanların Türkiye’de niye Adorno’ya sarıldıklarını veya sarılmış gibi yaptıklarını sorduğumuzda karşımıza bu türden huysuzluklar, huzursuzluklar çıkıyordu. Bu huzursuzluğu gidermek gerekiyor artık. “Adorno’nun dediği gibi”nin Türkçe düşünmek isteyen insanın zihninde açabileceği yarayı veya yarığı iyi etmeli.
Amerikalı Adorno
Adorno ne kadar büyülü olursa olsun eleştiriden masun değildir. Gayet de sıkı eleştiriliyor ve aleyhindeki tavır giderek güçleniyor. Öncelikle sorgulanan tarafı samimiyeti. Yahudi sorunu konusunda takındığı bir nevi sekter ve katı tavrı Adorno’nun mükemmelci rasyonalizmine ve doğalmış gibi duran evrenselciliğine gölge düşürüyor. Nazilerin Yahudilere yaptıklarını Yahudi cephesinden eleştirmez görünen evrenselci bir düşünürün, aynı Yahudiler Filistin’e çöreklenince tek kelime etmemiş olması saf bir kalbe şaşırtıcı görünebilir. Bize pek de görünmüyor açıkçası. Düşüncenin belli bir yönü perde olabilir; hatta düşüncenin kendisi başka bir şeyin perdesi olabilir. Düşünce dediğimiz şey mutlak bir masumiyete sahip değildir. Ama bazen masum, sivil, evrensel vesair etiketlerinden birini veya birden çoğunu kullanma durumunda olabilir. Adorno’nun materyalist evrenselciliği de Avrupa sınırları içinde kalıyor. Hatta Almanya sınırları içinde.
Nazilerle aynı dönemde yaşamış, iki dünya savaşı görmüş ve ikisinde de taraf olmamış bir düşünce okulunun şeyhi kılığındaki bir düşünürün Nazilere, yani Alman Milliyetçi Sosyalistlerine karşı Avrupacı, evrenselci, samimi hatta samimiyetçi, en genel anlamda Aydınlanmacı bir tutum takınması şaşırtıcı değildir. Hatta anlaşılır, bağışlanır, kabul edilebilir bir değer sayılabilir. Bir ulusun monist bir fikriyat içinde tek bir yöne aktığı bir dönemde ortaya çıkan bir düşünürün, hem de o ulustan dışlanan unsurun bir parçasıyken mümkün olduğu kadar aksi bir yön tutturması ve yönünü belli etmemeye özen göstermesi anlaşılır anlamlıdır. Bütün mesele, Adorno bunu yaparken kendisinden olmayanlara ne kattı veya onların başına ne muammalar açtı meselesidir.
Adorno’nun Amerika macerasının çok özel bir tarafı var bu yüzden. Brecht, Lukacs ve Benjamin’le tamamen farklı, Marcuse ile benzer tarafı, Adorno’nun bütün otantikçi görünüşünün ve mutlak aydınlanmacılığının altında “yeni dünya”ya ve yeniliğe duyduğu meraktır. Adorno’nun otantiği bildiğimiz anlamda sahicilik veya nesnellik değil kendidir. Otantiği kendi olan biri içinse, Nazi çağında Amerika belli bir cazibe taşıyor olsa gerektir. Adorno’nun Amerika’yı benimsememiş ve sevmemiş olması ise ancak Marcuse gibi orada kendisine bir audience, bir okuyucu cemaati, bir dinleyiciler kalabalığı bulamamış olmasından kaynaklanmış olmalıdır. Başka deyişle, Amerikalılığı Almanlığından bile boştur Adorno’nun. Burada sadece Nazilerin kovuşturmasına karşı melce bulmuş ve Frankfurt Okulu harekatını savaş sonrası entelektüel camiaya buradan yürütmüş ve sokmuştur. Almanya’ya dönüşünü geciktirmiş olmasının altında da muhtemel entelektüel-akademik stratejisi yani star olma ve star kalma mücadelesi yatar.
Adorno’nun demediği gibi
Dışarıda eleştirilmeye başlamış olsa da, Türkiye’de özellikle son on beş yirmi yıldır Adorno’dan son derece sorgusuz sualsiz alıntılar yapıldı, şahsiyeti etrafında bir sır oluşturuldu, herhangi bir seviye veya dozajda eleştiriye tabi tutulmadı ve netice itibariyle sorumsuzca suistimal edilmiş oldu. Adorno tavrının buna teşne olması başka bir şey. Burada bizler için önemli olan mesele, bu türden çapraşık bir düşünürün kendi düşüncemize sağlayabileceği dolaylı faydaların, onu eleştirmek ve çözmekle elde edebileceğimiz kazanımların ve durumun öğreticiliğinin kesinkes atlanmış olmasıdır. Oysa Adorno da çelikten veya demirden değildir. Dediklerinin arkasında demedikleri, diyemedikleri, diyemeyecekleri yatar. “Adorno’nun dediği gibi” trenine binmiş gidenlerin, karşı yönden bir de “Adorno’nun demediği gibi” treninin geldiğini görmesi artık kaçınılmazdır. Adorno’nun demedikleri ise aslında çoğunluktadır. Ki bunlar genellikle de dediklerinin içindedir.
Bir Adorno sırrı varsa, o da bu sırrın yazar tarafından bizzat oluşturulduğu, modern veya postmodern entelektüel camianın Adorno kültünün arkasında herkesten çok Theodor Weisengrund’un yattığıdır. Sanata etkisi ve katkısı olmayan bir sanat düşünürü, Marksizmle başlangıç anında kopmuş bir Marksist, Hegel disiplinlerini sürdüremeyecek kadar modern bir Hegelyen, analizci olamayacak kadar sabırsız ve oyuncul, modernist olamayacak kadar kitaplı bir aydınlanma mümini, anti-anti-semitist olamaycak kadar evrenselci, evrenselciliğini yaralayacak düzeyde anti-Nazi hatta anti-Alman, Alman olamayacak kadar Yahudi, Yahudi olamayacak kadar filozof, filozofluğundan kuşku duyuracak tarzda Stratejist, stratejileriyle kimsenin yolunu aydınlatamayacak kadar muğlak… Adorno.