Adalet, bizim siyasi düşüncemizin hem temeli hem hedefidir. Namık Kemal’in soyut ve kitabi diye eleştirdiği Ahlak-ı Alai, adalet kavramının Osmanlı’da Hint, Pers, hatta Selçuklu yaklaşımlarından nasıl farklılaştığının bazı ipuçlarını içinde taşır. Kökenleri saydığımız doğu devletlerinin hükümdarları için yazılan nasihatnamelerde bulunan adalet dairesi (namı diğer “adalet mülkün temelidir”: dünyada barış ve mutluluk adalete bağlıdır, dünya duvarı devlet olan bir bağa benzer, devlet şeriat üzerine kuruludur, şeriatı sultan korur, sultan gücünü askerden alır, asker mal ile toplanır, malı halk üretir ve halkın sultana bağlılığı ancak adaletle mümkündür), ilk bakışta orijinal görünmez. Fakat Kınalızade’nin sultanın adaletli olması gereğini idari maslahatın maddi zorunluluklarından çok ahiret inancına ve mahkeme-yi kübraya bağlaması orijinaldir. Sultan eğer yanında yardımcıları olmadan gideceği öbür dünyada cezalandırılmak değil ödüllendirilmek istiyorsa adaletli olmalıdır. Ahlak-ı Alai, adalet kavramının bu topraklarda maddi değil öze ilişkin bir kavram olduğunun klasik döneme ait bir işaretidir ve tüm erken-modern ve modern siyasi literatürümüze öncülük etmiştir. Başka deyişle, Namık Kemal de yüzeysel bulduğu Kınalızade ile aynı kafadadır, bizler de adaletin temini için önerdiğimiz maddi çözümler farklılaşsa bile her ikisinin devamlarıyız. Kınalızade’nin Ahlak-ı Alai’de önerdiği kavramlardan itidal ve ülfet dikkat çekiyor hemen. Devlet ve halkı insan vücuduna, sultanı ise cerraha benzeten yazar, itidali hem orta yol hem sağlık anlamında kullanır. Sultan, halkın cerrahı olarak, devlet-halk bütünlüğü bozulduğunda hastalığı teşhis ve tedavi ile yükümlüdür. Ülfet ise devleti idare edenler (ashab-ı devlet) arasında olması gereken uyum, birlik ve bütünlüktür. Bunu durağanlık olarak anlamamak lazım; çünkü kafirlere karşı galebe ve istila, yani savaş ve üstünlük söz konusu Kınalızade’ye göre ülfet ve ittihadın ayrılmaz parçalarıdır. Kınalızade’nin bir başka ilginç tarafı toplumu oluşturan unsurları sıraladıktan sonra bunlar arasında eşitliğin sağlanması talebidir. Bunlar suya karşılık gelen ehl-i kalem yani alimler, kadılar, katipler, hesap erbabı, şairler, müneccimler, mühendisler; ateşe karşılık gelen ehl-i şemşir yani askerler; havaya karşılık gelen tüccar, esnaf ve zanaatkarlar; toprağa karşılık gelen çiftçilerdir. Yazar sadece sonuncu katmanın gerçek madde ürettiğini, diğer üçünün bu maddi üretim üzerinden geçindiklerini anlatır. Bu dört unsur veya katman bir araya gelerek sağlıklı bünyeyi oluştururlar. Bunun için de aralarındaki dengenin korunması ve hiçbirine zulmedilmemesi, her birinin hakkının verilmesi gerekir. Bütün bu ideal sonuçların nasıl hasıl edileceği belirsizdir. Kınalızade Ali Efendi, sultana nasıl yapacağını söylemez; ne yapacağını söyler. Kınalızade’nin ahlak ilmi hakkındaki görüşleri ilginçtir. Ahlak için “ameli hikmet” yani somut bilgelik der, ki bugün de üzerinde durulmaya layık bir yaklaşım bu.