Günlük hayatımızı kolaylaştırması için pişmiş toprağa şekil vererek kap, tabak, sürahi ve vazo gibi ev eşyaları üretmeye başlamamız, çinicilik adında yeni bir el sanatının doğuşuna vesile oldu. Çeşitli renk ve şekillerle bezenmiş toprağı sır denilen bir maddeyle koruyabilmeyi başarmamızsa, bu sanatın günümüze kadar gelmesinde en büyük payın sahibi. Tabii, çini yapılan yüzey de, bu yüzeyin boyutu da zamanla değişim gösterdi. Bunlar ilk başta yalnızca dekoratif nesnelere uygulanan basit süslemelerdi. Daha sonra renklerin ve desenlerin çeşitlenmesiyle her türlü yapının iç ve dış yüzeyini kaplayacak bir mimari süsleme unsuruna dönüştü. Mısır ve Mezapotamya halkı sırlı tuğlaların parlak görüntülerini, diktikleri anıtların görkemini arttırmak için kullandı. Çininin şaheserlerinin üretileceği Selçuklu ve Osmanlı devirlerinden önce Uygurlardan, Karahanlılara; İran’dan İlhanlılar’a kadar çeşitli ülkelerde birçok farklı teknik doğmaya başladı. Sır altı, sır üstü, mozaik ve lüster adı verilen bu teknikler, çini hamurun pişme süresi ve sıcaklığıyla oynanarak, ortaya çıkan eserde yeni renkler üretmek veya desenlerin parlaklığını arttırmak amaçlarını taşıyordu.
İran’da ortaya çıkan mozaik çini, yani levhanın parçalara kesilerek bunların estetik bir görüntü sunacak şekilde bir araya getirilmesiyle oluşturulan çiniler, Anadolu Selçuklu Devleti zamanında da kullanılan bir yöntemdir. Bu dönem; her türlü yapı, çinilerle süslenmiş, mimari ve çinicilik birbirlerinin değerini çoğaltan bir uyum içinde varlığını sürdürmüştür. Selçuklular mozaik çiniyi dinî yapıları için kullanmış, yıldız ve haçvariyi de barındıran geometrik şekiller ise sivil yapılara dahil edilmiştir. Köşk ve saraylardaki çiniler üzerinde bulunan motiflerin yelpazesi çok geniştir. İnsanlar, çeşitli hayvanlar, hatta efsanevi yaratıklar göze çarpar. Desenlerin üzerinden gümüşle tekrar geçilerek daha parıltılı bir görüntü elde etme yollarını da geliştiren Anadolu Selçukluları, bitkisel motifleri, kıvrık dallı veya kufi ve sülüsle yazılmış süslemeleri dini yapılar için saklamışlardır. Mozaik çininin revaçta olduğu bu dönemde ülkenin merkezi olan Konya’da bulunan bazı yapıların İran’dan gelen sanatçıların çinileriyle süslendiği daha sonraları Eski Malatya Ulucamii’ndeki gibi Türklerin bu sanata hakim olmaya başladığı görülür. Sivas Keykavus Darüşşifası, Konya Karatay Medresesi, Sivas’taki Gökmedrese ve Çay ilçesindeki Taşmedrese, Selçuklu çiniciliğin üstün örneklerini barındırırken, Konya’daki Alaeddin Köşkü’nün önemi, yalnızca bu yapıya özel bir tekniğin kullanılmasında yatar. Minai teknik basitçe şudur; fırınlama işleminden önce desenler yüksek ısıya dayanıklı renklerle boyanır, piştikten sonra sır üstüne bu sefer başka renkler dahil edilir ve düşük ısıda tekrar fırınlanır. Bu yöntemin uygulanması zor da olsa ortaya çok kaliteli ürünler çıkar. Firuze, kiremit kırmızısı, altın yaldız gibi renklerle birlikte 7 ayrı renk kullanıldığı için “heft renk” adıyla da anılan bu yöntemde ustalar saray hayatını, av sahnelerini konu edinmiş, hayvan tasvirleri ve bitki motifleri kullanmışlardır.
Anadolu Selçuklu dağıldıktan sonra önceleri Konya olan çiniciliğin merkezi Osmanlı’nın kurulmasıyla beraber İznik’e taşındı. Teknikler geliştirildi ve zenginleşti. Fıstık yeşili ve eflatun gibi renkler, Uzakdoğu sanatını hatırlatıcı desenler kullanılmaya başlandı. Sarı ve yeşilin tonlarına ağırlık veren erken Osmanlı sanatı, Yeşil Camii ve Yeşil Türbe’de, çok renkli sır tekniklerinin de ilerlemesiyle, o güne değin geliştirilen tüm yöntemlerin bir özetini sunar. Bu özetin yanında Muradiye Camii ve türbelerinde de görüldüğü gibi bu dönemin kazandırdığı hatayili kompozisyon ve şakayık desenleri de süslemedeki değişimi gözler önüne serer. 16. yüzyılda çiniciliğe en büyük katkıyı belki de saraya bağlı nakkaşlar yapmıştır. Teknik olarak yalnız sır altının kullanıldığı bu dönem, desen anlayışında sadeliğin ve yaratıcılığın önplanda olduğu bir devre denk gelir. Nakkaşların çini ustaları için ürettiği desenler; elma ağaçlarını bile içinde bulunduran çiçek ve bitkilerden, efsanevi hayvanlara kadar uzanır. Edirne Muradiye Cami, Üç Şerefeli Cami, Süleymaniye Cami, Selimiye Cami ve 21.043 tane çinisiyle bir şaheser olarak duran Sultan Ahmed Cami’de çiniciliğin en üstün örnekleri verildikten sonra 17. yüzyıl bu sanat dalı için bir duraklama devri olur. İznik artık çiniciliğin merkezi olmaktan gittikçe uzaklaşır. Bu gerilemeyi durdurmak için Sultan III. Ahmed İstanbul Tekfur Sarayı’nda İznikli ustaları ağırlayarak burada onlar için yeni bir imalathane kurdurur. Desen olarak İznik’in kopyaları amaçlanan bu dönemin tekniği oldukça kötüdür ki zaten yalnızca 25 yıl sonra atelye kapanmıştır. Ancak günümüze kadar bu sanatı sürdürecek olan merkez 17. yüzyıl sonrasında Kütahya olmuştur. Sarayın sanat anlayışından uzaklaşan ve halk sanatının şematik üslubuna dayanan Kütahya çiniciliği, 19 ve 20. yüzyılların başında bazı hareketlenmeler yaşamış, günümüzde seyrek de olsa Türk çini sanatının tarihini yansıtabilen parlak eserler üretmiştir.