Gerçeküstücü ünlü İspanyol yönetmen Bunuel’in 1950’de Meksika’da çektiği ve kariyerinde çok önemli bir yere sahip olan “Yitikler” (Los Olvidos, 1950) filmi -ki film Cannes’da en iyi yönetmen ödülünü almıştır-, yönetmenin burjuva ahlakına saldırmak üzere çektiği birkaç önemli filmden biridir. Ama bizim açımızdan filmi önemli kılan nokta filmin bir sahnesinde, çocuk eve geç geldiği ve hala serserilik yaptığı için annesi ona yiyecek vermez. Çocuk ısrar eder fakat annesi hiç oralı olmaz. Bu sahnenin çekiminde yer alan filmin kuaförü, hiçbir Meksikalı annenin çocuklarına böyle bir şey yapmayacağını söyleyerek filmden ayrılır.
Sonra ne mi olur? Elbette ki yeni bir kuaför bulur kendine Bunuel. Bir aristokrat ailenin çocuğu olan Banuel, sınıfının tarihsel öç fikrinden bir kuaförün “densizliğiyle” sapacak değildir. Çünkü “Eskimiş bütün değerleri reddediyorduk. Bizim töremiz bambaşka değerleri reddediyorduk. Bizim töremiz bambaşka ölçütlere dayalıydı” diyen yönetmen, üçüncü dünya (!) ülkesinin bir üyesinin ahlakça üstün bir tutum sahibi olabileceğine ihtimal ve imkan tanımaz. Bu, yalnızca Bunuel’in kendisine has bir düşünce tarzı değildir. Bunuel’in kendisine has bir düşünce tarzı değildir. Banuel’in mensup olduğu, gerek burjuvası gerek aristokratı ile medeni dünya, sömürdüğü toplumlardan hakikate ilişkin bir diğer elde etmek gayesi hiç gütmemiştir. Kayda değer (paraya çevrilebilir mi demeliyim yoksa) hangi değer var ise onu merkeze aktarmak, çevreyi de kendi varoluşundan koparmak biricik amaç olarak hep korunmuştur. Aydınlanmadan günümüze aktarılan bu anlayış bu insanların “ilkel”, kültürlerinin de “geri” olmasa da “ileri olmayan kültürler” olarak tanımlanmasını gerektirmiştir. Ve lakin sorun, daha çok kuaförlerin arasında, seti terk edenlerle sette çalışmaya devam edenler arasında bir sorun olarak kalır. Ama bu arada süregiden tartışmadan hiçbir şekilde etkilenmeyen film gösteriminde de iyi hasılat koparmayı becermiştir.
28 Ağustos 1789 günü Fransa’da başkanlık divanının sağına ve soluna oturanların oturdukları yerde tekabül ettikleri bir gerçeklik olduğundan hiçbirimiz şüphe duymayız herhalde. Ama aynı şeyler Türk siyasi hayatı için söylenebilir mi? Türk siyasi hayatının aktörelerinin batının lütfettiği nimetlerden nasiplenenler ve nasiplenmek isteyip de bunu beceremeyenler olarak ikiye ayırmak çok mu kaba bir tasnif olur? Bu tartışılabilir, fakat şurası açıktır ki ne zaman Türkiye’nin hak ettiği yer ile ilgili olarak birileri bir yol önerecek olsa, bu yol düşüncesinin iki öbek insan tarafından, yukarıda saydığımız taraflar vasıtasıyla yok edilmesi işten bile değildir. Bu söylediklerimiz özellikle de Türkiye de Sosyalist hareketin yaşadığı süreç söz konusu olduğunda yerine oturmaktadır.
1900’lerin başından beri Türkiye’de bir imkan olarak beliren sosyalist hareket ancak ’60 ihtilali sonrası Türkiye için bir sosyal gerçeklik olarak var oldu ve bu hareket yaklaşık olarak 20 yıl sürecek İslamcılık tecrübesi, Sosyalizmin ’60 sonrasında tecrübe ettiği süreci bir şekilde tekrarladı. ’80 sonrasının İslamcı gençleri türlü katakullilerle, türlü oyunlarla manipüle edilmiş ve bir zaman sonra hem Sosyalizm hem de İslamcılık tecrübesi, Sosyalizmin ’60 sonrasında tecrübe ettiği süreci bir şekilde tekrarladı. ’80 öncesi ve sonrası için eğer bir dünya sistemi tasavvuru zihnimizde bir yer işgal ediyorsa şunları söylemek abes olmayacaktır; ’60 sonrasının Sosyalist gençleri ile 80 sonrasının İslamcı gençleri türlü katakullilerle, türlü oyunlarla manipüle edilmiş ve bir zaman sonra hem Sosyalizm hem de İslamcılık bu ülkeye “vatan” diyen insanların gözünde bir imkan olmaktan koparılmıştır. Fakat süreç yalnızca bu tür yaklaşımları değil “vatan” kavramını zikreden herkesi de zaman içinde gözden şu ve ya bu şekilde düşürür. Özellikle ’60 sonrasında oluşan konjonktürde, (özellikle üçüncü dünya ülkelerinin) dünya toplumlarını süreç içinde birbirine benzetmeye kararlı gözüken sisteme karşı duran bu tardedilmiş insanların en başında Kemal Tahir gelmektedir. Elbette Kemal Tahir’i bu insanların arasında önemli kılan pek çok noktanın arasında, onun bu çizgideki duyarlılığını ısrarla korumuş olması da önemlidir. Çünkü ondan etkilenen isimlerin pek çoğu bugün onun fikirlerinin yayıldığı alandan fersah fersah uzaktır. Bunlardan biri olan Sencer Divitçioğlu’nu bir sol partifen de tek beklentisinin sadece rasyonel davranması olduğunu eklemektedir. “Osmanlı Batılılaşmacıları gibi aynı yasalarla sürüklenen Türk sosyalistleri de yarı yarıya aptallardan yarı yarıya da satılmışlardan meydana gelmektedir” diyen Kemal Tahir karşısında, Divitçioğlu’nun nereye oturduğuna varın siz karar verin. Türk sosyalistlerini Türkiye’nin idareci kadroların kendilerine sosyalist etiketi yapıştıran bir fraksiyonu olarak gören Kemal Tahir’in geçen zaman içinde ne kadar haklı çıktığını görmemek için onun deyimiyle gerçekten de ya aptal ya da satılmış olmak gerekiyor.
Kemal Tahir’i ’60 sonrasında şekillenen Sosyalizm, Komünizm, Atüt (Asya Tipi Üretim Tarzı), vb. tartışmalar arasında Türkiye’nin toplumsal yapısının özgünlüğünü mesele edinmesi ve ardından bunun keşfi için de tarihsel bir araştırmaya girişmiş oluşudur. Entelektüel hor görmenin bütün kibrinden uzak Kemal Tahir, kendi tarihine eğilmiş ve bunu onurlu bir iş saymıştır. Kendi tarihini sistemli bir biçimde reddetmeyi şiddetle eleştiren ve bu reddedişi Batı’nın üzerimizde uyguladığı bir manipülasyon sayan Kemal Tahir tarihi öğrenmeyi zorunlu görmüş ve bir toplumun kendisini ve bugününü anlamasının, dahası geleceğine yön vermesinin (doğal olarak) bir koşulu saymıştır. Bu noktada belirtmek gerekir ki, tarihsel incelemesinin hedefi yalnızca Türk toplumudur. Türkiye dışındaki toplulukları içermez. Anadolu’nun Türkleşmeden önceki hali ya da Türklerin Anadolu’ya gelmeden önceki durumuyla, ancak zorunluysa ilgilenmiştir. Anadolu’da yaşayan bütün etnik toplulukları herhangi bir ayrıma tabi tutmamış ve hepsini Türk insanı olarak isimlendirmiştir. Onun bu vurgusu yerliliğe, millî kimlik ve değerlerin ortaya konmasına gönderme yapar ve üniter merkezi ve bağımsız bir devlet tasarımını içerir. Aslında şurada sıraladığımız birkaç nokta onun neden 80’lerde ve özellikle de 90’larda esamisinin okunmadığı konusunda oldukça önemli ipuçları sağlar. 90’lardan sonra vitrine çıkmış olan ve üzerine projeksiyon tutulan çalışmaların -ki bunların belirli bir alanda hasredilmesi gerekmez, müzikten sinemaya, romandan öyküye geniş bir yelpazeyi kapsar- kabaca bir tasnifi bizi aydınlığa kavuşturmakta yeterli olacaktır. Hepsinin ortak paydası çoğulcu demokrasi, farlılık, etnik kimliklerin ortaya konması gibi konularda yoğunlaşmaktadır. Bunun kuramsal karşılığı önümüze Postmodernizm olarak çıkar. Bu da bu çerçevede açık biçimde “çokuluslu kapitalizm”e denk düşmektedir. Yani köklerin yerini yüzeyselliklerin, derinlikli yapıtların yerini kolajın, emeğin yerini kendinden geçmiş imge bombardımanının, bütüncül kültürel anlayoşların yerini parçalanmış zaman ve mekanın aldığı anlayışa. Postmodernizmin temel argümanlarından olan çoğulculuk ne kadar etnik kimlik varsa -aslında ne kadar alt kimlik varsa demek daha doğru- onların etnik kimlikleri ile var olmasını talep eder. Çünkü mekansal engeller önemsizleştikçe sermayenin mekan içindeki yerlere olan duyarlılığı artmakta ve yerlerin sermayeye cazip gelecek biçimde farklılaştırılması o denli özendirilmektedir. Bu düzenlemeyle kapitalizmin maksimum kazancı sağlayabileceği ve önünde buna karşı direnebilecek bütüncül bir gücün olmadığı bir alan yaratılması amaçlanmaktadır. Bu parçalanma ve kaygan bir sosyal zemin için atılacak adımların en önemlisidir. Ama tam bu noktada da çoğulculuk, ancak bu çoğulcu dengeyi bozulmaktan koruyacak ve burada iletişim sorununu halledecek hegemonik bir gücün güvencesi altında anlamlıdır. Bu da demektir ki çoğulculuktan yana taraf tutanlar kendi ayakları üzerinde durabilecek her ne var ise onu dayanaklarından yoksun bırakmaya hizmet etmektedirler. Bu yüzden Kemal Tahir’in bu duruşunun -ölümünden on yıllar sonra dahi “dünya vatandaşlığından” değil de bir millet olmanın gerekleri öne çıkaran düşüncelerinden güç alan görüşlerinin,- (her zaman onun karşısında yer aldığı ve ona alternatif oluşturduğu) Avrupa- Amerika ittifakının -ya da isterseniz kapitalizm deyin- kapısında paçavra etmek istemeyen her namuslu kişi için bir açılım olduğu kanaatindeyim. Artık gözden düştüğüne inandırılmak istenen anti-emperyalizm, milliyetçilik gibi kavramlar Kemal Tahir’in merceğinden yeniden değerlendirilmeli diye düşünüyorum. Marksizmi sadece bir değer ve fikir anlayışı olarak değil aynı zamanda bir ahlak anlayışı olarak değerlendiren düşünürleri anlamadan Postmoderzimi, Post-emperyalizmi anlamak mümkün olmadığı gibi kendimizi tanımaktan da uzak olacağımız açıktır diyerek son söze geçemek istiyorum.
Baştaki hikayeye dönelim. Kemal Tahir Sovyet edebiyatçıların Çin Sosyalizmi ile ilgili sorularına verdiği cevapta olduğu gibi -ki o sorulara Çin’in kendisini ilgilendirmediğini, yalnızca Türkiye ile ilgilendiği girişini yaparak cevap vermişti-, başkalarının hastalıklarıyla ilgilenmemiştir. Kemal Tahir sürekli olarak bu toprakların özgün yapısını vurgulamış ve her hangi bir farklı ülkenin kendisine dayattığı bir doktrinin takipçisi olayı reddetmiştir. Tıpkı Bunuel’in bir Meksikalı annenin asla yapmayacağı bir şeyi sırf kendi kişisel saplantıları için sahneye koyması gibi, bazı çevrelerin Türkiye’ye ideoloji ve kavramsal çerçeve dayatmaları karşısında Kemal Tahir’de bu topraklara özgün olan yanında savaşını sürdürmüştür. Özellikle de zihni çerçevesi darbelerin balansıyla şekillenen bir akademisyenler saltanat sürdüğü ülkemizde Kemal Tahir gibi gerçek aydınlara değil Post-modern zırvaya rağbet oldukça fazladır. Gelinen bu noktada elbette Kemal Tahir sahneyi terk etmiştir diyemeyiz fakat gerçek şu ki artık parlak neon ışıkları başka bir sahnenin üzerindedir.