20. yüzyılın en önemli tarihçilerinden Marc Bloch, 11. yüzyıl başlarında yani Orta Çağ’ın tam ortasında Avrupa’da en büyük yerleşim biriminin nüfusu 2-3 bini geçmediğini, bu yerleşim birimlerinin de talan ve yağmadan korunmak için yöre halkının sığındığı kaleler ve hisarlar olduğunu yazar Feodal Toplum kitabında. Aynı tarihlerde Doğu Roma’nın yani Bizans’ın başkenti olan İstanbul’un nüfusunun ise 1 milyonu aşkın olduğu söylenir. Bu muazzam fark, Batı ile Doğu arasında bin yıl önceki bu tersinden uçurum bugün bizim için şaşırtıcı bir şey. İnanması bile güç, ama gerçek. Nereden nereye dedirtecek kadar şaşırtıcı. Üstelik dahası da var.
Dahası, bugün dünyanın en saydın dilleri saydığımız İngilizce ve Fransızcanın tarihinin bin yıl kadar bile geriye gitmemesi. Fransızca aşağı yukarı 12. yüzyılda ortaya çıkmış bir şey. İngilizceden söz edebilmek içinse bundan iki yüz sene bugüne doğru gelmek gerekiyor. İngilizce gramer içinse 15. yüzyılı beklemek zorundasınız. İlk İngiliz Müellif sayılan, İngiliz edebiyatının başlangıcı kabul edilen Geoffref Chaucer, Canterbury Tales (Kentıbri Hikayeleri) adlı meşhur eseri 1387 yılında yazdı.
1387 yılında Arapça, Farsça, Çince ve Sanskritçe-Hintçe gibi klasik diller ise gerçek gramer yapıları gerekse edebiyatları itibariyle ikinci, üçüncü, hatta dördüncü bin yıllarını yaşıyorlardı. Bu klasik medeniyet dillerine oranla çok genç bir dil olan Türkçe ise her şeye rağmen ilk bin yılını yarılamıştı bile. Geoffrey Chaucer, Canterbury Tales’i hecelerken Türkçe çoktan atı alıp Üsküdar’ı geçmiş bulunuyordu. “15. yüzyıl şafağı” dediğimiz büyük parlama anına çok az kalmıştı Türkçe’nin ve Türk edebiyatının.
Kültür etkidir
Merak etmeyin, size daha hanlardan, hamamlardan, saraylardan, kervansaraylardan, giyim kuşamdan, ticaret ve denizcilikten, askeri donatım ve strateji üstünlükten, hasılı kelam Doğunun Batı karşısında on sıfır önde olduğu medeni ve kültürel donelerden uzun uzun, ayrıntılı ayrıntılı, zevkini çıkara çıkara söz etmeyeceğim. Burada nostalji yapmıyoruz çünkü. Maksadımız farklı.
Maksat feedback (fidbek, playback ve flashback’le karıştırmayalaım ha!) yaparak okuyucunun Avrupa’yı okuma yeteneğinin artmasına hizmet etmek. Dikkat ettiniz ikidir nostalji diyorum, fidbek diyorum. Handan hamamdan daha önemli olan budur. Yani kimin dilinden, kültüründen, medeniyetinden aşırma yaptığıdır. Seksi cazibeye Doğunun mu Batının mı sahip olduğudur. “Seksi” kelimesini kullandığımıza göre bugün cazibe merkezinin Doğuda değil hala Batıda olduğu tartışma kabul eder durumda değildir. “Oryantal” deyince akla cinsel çağrışımlar geliyor olabilir ama “şark”, “şarkî”, “şarkılı” filan deyince çağrışımlar matlaşıyor, karanlığa gömülmeye başlıyor. Oysa şark işrakla, yani doğuş ve uyanışla alakalı. Tabi etimolojiye göre. Kökü bu yani şark dediğimiz şeyin. Kökü ışıkta, aydınlanışta, açıklıkta olan bir şey şark. Ama dönüp dolaşıp “oryantal”e varmış. Bu, işin kötüsü.
İyisi ise bunun mantıksal bir zorunluluk olmaması. Yani tarihsel olması. Doğu’yla Batı’nın mücadelesi tarihsel bir mücadele. Elin elden üstün olduğunu, düşmez kalkmaz bir Allah’ın olduğu bir mücadele. Nasıl ki Doğunun oluşumunda kendi iç dengeleri kadar Batıyla ilişkilerinin de payı varsa, Batının oluşumu da Doğunun katkılarıyla tamamlanan bir süreç. Kafamızda Doğu’yu da Batı’yı da bazen mutlaklaştırıyoruz, mantıksallaştırıyoruz. Doğu’nun bir imajı, Batı’nın başka bir imajı var. Ama bu her zaman gerçekle örtüşmüyor.
Demek istiyoruz ki, oryantalizmin Batılıların kafasında bugün hepimizin rahatsız olduğumuz tipte bir Doğu imajı yaratmış olmasını eleştirirken kendi kafamızdaki Batı imajını tashih ve tadil etme ihtiyacı gütmüyoruz nedense. Tamam yani; oryantalizmin babaları kendi milletlerine özgüven aşılayabilmek için Doğunun görünümlerini çarpıtarak ulaştılar bugün bizi rahatsız eden “Türkiş lokum” tarzı Doğu imajına, amenna. Fakat biz de bu numarayı yuttuk ve Batıyı hikmetli kendinden menkul bir mantıksallık, bir özgünlük olarak kabul ettik. Ki bugün de her geçen gün biraz daha şeytanlaştırdığımız Batı veya Avrupa’yı, Doğu’yla ilişkisi içinde anlamayı pek istemiyor gibiyiz. Oysa bunlar kültürel meseleler olduğu veçhile, kültür bizatihi etkidir. Ve tarihte sık sık kültürel etkiler yüzünden insan kütleleri veya siyasi yapılar arasındaki hemzamanlılık, hemzeminlilik ortadan kalkar. Bir şeyi başka bir şey sanmaya başlar insanlar. Tarihte Avrupalıların Türkleri başka bir şey sanmaları, bugün bizim Avrupalıları başka bir şey sanmamız gibi.
Avrupa kültürel oluşumunun dinamikleri
İlginç olan, Avrupalıların mesela Endülüs Araplarıyla kültürel süreklilik bağı içinde olduklarını zar zor ve biraz geç de olsa kabul etmiş olmalarına rağmen, asla ve kat’a Türklerle böyle bir ilişkiyi kabul etmeyişleridir. Fransız Cumhurbaşkanı siyasi çıkarlar için konuşuyor olsa bile Fransa’nın Türkiye ile ortak Bizans kökleri olduğunu söyleyiverince kıyamet koptu Fransa’nın siyasi ve entelektüel arenasında. Bizde de bu adam ne diyor böyle tarzında bir şaşkınlık anı yaşanmadığı söylenemez.
Peki, ne diyordu Fransa Cumhurbaşkanı? Dediği tarih bilenler için anlamı çok bariz bir şeydi aslında. Avrupa Birliğine üyelik sırası bekleyen Türkiye, Avrupa ile ilk defa kurumsal ilişkiler kuruyor değil. Fransız Cumhurbaşkanının söylediğinin özü bundan ibaret. Avrupalılar Türkleri hiç ilişki kurmadıkları, çünkü konuşamadıkları istilacılardan ibaret görüyor. Medeniyetsiz, fırsat bulunca Avrupa’yı yok etmeye kararlı barbarlardan ibaret görüyor. Avrupalı yöneticiler bu söylemi gerektiği zaman çok iyi kullanıyorlar; ama dara düşünce de Fransa Cumhurbaşkanı gibi ortak köklerden söz edebiliyorlar.
Bunun yonca gibi açılan anlamları var. Birincisi, Avrupa gökten zembille inmiş bir medeniyet veya daha doğrusu kültür değil. Kendilerine Mısır’ı, ondan sonra Roma’yı temel kabul etmelerinin tarihsel anlamları son derece cılız. Antikite edebiyatı Avrupalılara özgüven aşılama, edebiyat ve düşüncelerini yeni şartlara göre yeniden oluşturma gibi yüksek faydalar temin etmiş olsa da, çok açık ki bugün Avrupa dediğimiz şey oluşumunu Roma’dan çok daha yakın tarihlerde ortaya çıkan siyasi ve kültürel gelişmelere borçludur. Avrupa için Roma o anlamda bir düzen değil ancak bir hayal olabilir.
Tıpkı mesela İranlıların kendilerini Perslerle ilişkilendirmeleri gibi. Ki İran tek başına bir medeniyet olarak ele alındığında Avrupa ile Türkler arasındaki kompleksli ilişkinin İranlılarla da olduğunu; İranlıların da tıpkı Avrupalılar gibi kültürel oluşumlarında Türklerin katkısını görmeye pek yanaşmadıklarını görüyoruz. İran adeta Avrupa gibi bin beş yüz sene önce yıkılan imparatorluğun küllerinden doğan bir ülke gibi sunuldu 20. yüzyılda. Sanki aradaki on beş yüzyıllık zaman yokmuş gibi davranıldı. Avrupa için bu tarih aralığı sadece 500 yıl kadar kısadır. Çünkü Avrupalılar bu son beş yüz yılda dünya hakimiyetini hiç olmadığı kadar ele geçirdiler; İran gibi tarihin yani Anadolu’nun arkasında değil önünde yer aldılar. Avrupa’nın bu özel ve hala güncel başarısı üzerinde her zaman hassasiyetle durmalıyız. Masal üreterek Avrupa’nın üstünlüğünden yakayı sıyırmanın imkanı olmadığını görebilmeliyiz. Avrupa’nın kültürel oluşumunda Türklerin rolünü inkar edenlere karşı da son derece dikkatli olmalıyız. Bu iki taraflı durumu, yani tarihsel olarak Avrupalıların Türklere çok kolayca ve şans eseri üstünlük sağlamadığını, fakat bu başarılarını da kendi vehmettikleri gibi baştan sona kendileri olmalarına, kendi geçmişlerini yeniden canlandırmalarına borçlu olmadıklarını fark etmeliyiz.
Bundan çıkacak ilk sonuç, Rönesans efsanesinin artık içi boş bir masaldan ibaret olduğu, Avrupa’nın yüzyıllar süren sefaletin ardından günün birinde artık ait olmadığı bir medeniyete, Roma medeniyetine geri dönerek dirilmediğidir. İkinci sonuç da, Türkiye’nin hiçbir zaman kurgulandığı gibi Batılılaşmayacağı, çünkü Batı’nın zaten geçmişte önemli oranda Doğululaştığıdır.