Arapça el-oûd sözcüğü, sarısabır ağacı anlamına gelir. Yedinci yüzyılda Horasan’dan Bağdat’a gelen Türklerin elinde bu ağaçtan yapılma bir saz gören Araplar, bu saza el-oûd dediler. Gördükleri sazsa, bugün genel olarak bağlama adıyla andığımız sazların atası olan kopuzdan başkası değildi. Ud da daha sonra kopuzdan türedi. Tıpkı, Avrupa’da luth, laute, liuto gibi adlar alan sazın türediği gibi. Hatta çalgı yapımı ve tamiriyle uğraşan kişi anlamına gelen, dilimizde lüthiye biçiminde kullanılan luthier sözü de yine luth sözcüğünden türemiştir.
Türklerin en eski müzik aleti olan kopuz, Orta Asya’da hâlen kullanılıyor. Anadolu’daysa kopuzun yok olduğunu söyleyemesek de yerini bağlamaya bıraktığını görüyoruz. Çeşitli sanatçılar ve topluluklar kopuzu bir otantik saz olarak, müziklerine değişik bir renk katmak amacıyla kullanıyor bugün.
Orta Asya’daki köklerine göre daha gelişmiş, doğa seslerini taklitten birkaç adım öteye gitmiş olan Anadolu müziğinin temel çalgısı konumunda bağlamayı görüyoruz. Bağlama adına 17. yüzyıldan önce rastlanmaması, bu sazın o döneme kadar başka bir adla anılmış olması ihtimalini güçlendiriyor. Uzmanlar bu adın kopuz olduğu konusunda tereddüt etmiyorlar. Kopuzun, Anadolu’da daha önce yaşamış halkların çalgılarından etkilenerek ve zaman içinde değişen müzik anlayışına uygun olarak adım adım bağlamaya dönüştüğü düşünülüyor.
Aşık Veysel’in “Ben gidersem sazım sen kal dünyada/Gizli sırlarımı aşikar etme” diyecek kadar sırdaş bellediği bağlama, bin yılların gövdesine yüklediği seslerle kah içimizi aydınlatıyor, kah gönül telimizi titretiyor.