Alman şair, oyun yazarı, yönetmen Bertolt Brecht’in politikasında ise durum neredeyse tam aksi yöndedir. Alman şair, oyun yazarı, yönetmen Bertolt Brecht, Avrupalı entelektüelin, sanatçının ve devrimcinin, bunun bilhassa Alman olanının bağlanma krizinin tam ortasında (dışavurumculuk akımı içinde, Birinci Dünya Savaşı sonrasında savaş mağlubu Almanya’da) ortaya çıkmış bir politik sanatçıdır. Bu durum onun kendi deyimiyle gestusunu en temelde belirlemiş amillerin başında gelir. Brecht’in politikası, bağlamanın yol açabileceği zulüm ilişkisinin karşısında yer almak isteyen bölücü, yıkıcı ve ayrıştırıcı bir politikadır. Bağlanmayı da bağlanmamayı da merkezine almayı reddeden, eşik ve manevra siyasetini sanatına ve hayatına asimile eden bir politika.
Üç tarz-ı siyasetin Almancası: Nazizm, Liberalizm, Komünizm
Bertolt Brecht’in genç bir şair olarak ortaya çıktığı dönemin Almanya’sında politika üç kanaldan akmaktadır: Muhafazakarlık, sosyal demokrasi ve komünizm. Her üçü de Almanlar için (tıpkı biz Türkler için olduğu gibi) İngiliz, Fransız ve Rus entelektüelleri için ifade etikleri anlamlarla özdeş olmayan anlamlara sahiptir. Alman muhafazakarlığı önemli oranda Almanlığın muhafazasına yönelik olduğu için, İngiliz muhafazakarlığına zıt konumda bir düşünce ve siyasettir. Sonradan Nazizm (Nasyonal Sosyalizm) adı altında Sosyalizmin kılığına bürünmüş olması mukadderdir. Çünkü İngiliz muhafazakarlığının aksine tutucu değil kurucu bir işlev görmeye yeminlidir, aynı zamanda zorunluluktur. Yenilikçi ve modernisttir. Muhafaza buyurduğu “Almanlık” tam anlamıyla mevcut olmadığı, hani şu meşhur “Almanya’nın milli birliğinin tarihsel olarak gecikmiş olması” hikayesindeki anlamıyla geçmişe ve taşraya doğru en baştan yaratılması ve yayılması gerektiği için; teorisiyle reel politikası arasında, insan modeliyle veya hümanizmasıyla gerçekten ortaya çıkardığı insan ya da sosyal mekanizması arasında, bilinci ve vicdanı arasında bazı bakımlardan bize çok yabancı olmayan çapraşıklıklar ve karıncalanmalar olan bir muhafazakarlıktır. Kolay düşünmeyi sevenler için Cumhuriyet Halk Partisi’nin muhafazakarlık anlayışı o dönemin Alaman muhafazakarlığını anlamanın nirengisi yerine geçebilir.
Alman sosyal demokratlığı ise bugünkü anlamda liberalizmin tıpkısının aynısıdır. Bunlar muhafazakarların karşısında, Dostoyevski karşısında Turgenyev’in ya da Ziya Gökalp karşısında Yahya Kemal’in konumunda gibiydiler. Devleti ve kültürü tamamen elde edip “Batı”ya entegre etme merakındaydılar. Bu yüzden de her gün her dakika eklektik bir siyasi eğri çiziyorlardı. Sağa yalpalanmaları ile sola yalpalanmaları arasında nüans ya da saniye farkı olabiliyordu. Bilirsiniz işte, 918’de komünistler hazır memleket savaştan yenik çıkmış, insanlarımız da razı, bari şu devrimi artık yapalım dediklerinde iktidardaki sosyal demokratlar devrimci isyanın kafasını çok fena ezdiler. Teşbih de sayılmaz. Belki tevriye denebilir. Çünkü bu devrimcilerden Roza Lüksemburg’un kafası sosyal demokrat jandarma dipçiğiyle hakikaten ezilmiştir ve hadise inandırıcı bir biçimde simgesellik kazanmıştır.
Üçüncü Salman siyaset tarzı olan komünist hareketin ise ne gücü ne kaplama alanı belirli değildir. Karl Marks’ın gençliğindeki “komünist hayalet”, Birinci Dünya Savaşı sonunda tecessüm ettiğinde kendisini hemen ezdirecek kadar çelimsizdi deyip geçmek de bir yol; İtalyan komünistlerinin efsanevi teorisyeni ve lideri Antonio Gramsci’nin yaptığı gibi mevzie karşı manevra stratejisini savunmak da. Alman komünistlerinin kadro olarak kaderi bizi insaniyetin ötesinde pek ilgilendirmediği ve burada aslında sadece Brecht’in politikası üzerinden kendimize çıkarabileceğimiz kıssadan hisseyi tartışmak istediğimiz için, işin bu yanını askıda bırakacağız. Sosyal demokrat adını taşıyan iktidar liberallerinin komünistlere ne yaptığı bizi sadece bunun o komünistlerin yakın akrabası konumundaki bir sanatçıyı nasıl yönlendirdiği bakımından ilgilendiriyor.
Gramsci ve Brecht: Manevra stratejisi ya da zikzak çizerek koş ki kurşuna gelmeyesin
Burada tafsilatına fazla girmeyeceğimiz, ama Antonio Gramsci Nazizmin ve Faşizmin iktidar yoluna girdiği erken 1930’lu yıllarda ulusal komünist hareketler için Türkçesine vur-kaç taktiği diyebileceğimiz manevra stratejisini öneriyordu. Bu strateji, bilhassa yukarda biraz olsun değindiğimiz Alman komünistlerinin 918’de sosyal demokratlar önünde uğradıkları zulüm ve hezimetten çıkarılmış bir ders olarak kayda geçiyordu. Alman komünistleri o devrim deneyinde mevzi siyasetini uygulamış ve ağır bir yenilgiye uğramışlardı. Bir bütün olarak hareket etmek istedikleri için, hatt-ı müdafaa yoluna gitmişlerdi. Böylece iktidar güçleriyle topyekun karşılaşmış ve güçleri yetmediği için de devirmeye yöneldikleri güç, yani devlet tarafından devrilmiş ve daha da fenası ezilmişlerdi. Çünkü Alman komünistleri devrimi hükümete karşı yaptıkları zannına kapılmış, sosyal demokrat hükümetin devletin su üstündeki kısmından ibaret olduğu gerçeğini görmezliğe gelmişler ve başlarına hakkından o an için kesinlikle gelemeyecekleri kadar büyük bir bela almışlardı.
Gramsci (ki beni belki de ciddiye almayacaksınız; ama ben hem Brecht’in gestus kavramında hem de Gramsci’nin manevra stratejisinde bu iki cins zekanın mizaçlarının, tabiri caizse ikisinin de Kova burcundan olmasının etkisini seziyorum; Kovalar teoriyle pratiği iyi harmanlayan, süreksizlikten güç alan, hani dağınıklıkları içinde bir düzenleri olan insanlar olarak tanımlanıyor çünkü) Alman komünistlerinin hükümete karşı mevzi kurdukları için başarısız olduklarını düşünüyordu. Mevzi oysa güçlerin iyi tanımlandığı, yıpratma savaşı yoluyla uzun vadede meyvesini verebilecek bir stratejiydi ve buna komünistlerin ne vakti ne gücü vardı. Alman komünistleri savaştan mağlup çıkan Alman devletinin her şeye rağmen devlet karakterine sahip olduğunu, yani toplumun o an için hâlâ en düzenli ve örgütlü gücü olduğunu unutmuşlar veya hafife almışlardı. Onlar karşılarındaki tek reel gücün hükümet ve hükümete bağlı güvenlik güçleri olduğunu sanıyorlardı. Bu yüzden de vakit kaybetme pahasına mevzilendiler ve böylece bütün Almanya’yı alabileceklerini, hatta belki devrimi diğer Orta ve Batı Avrupa ülkelerine sıçratabileceklerini sandılar. Kısacası, daldaki iki kuşun hesabını yaparken eldeki kuşu da kaçırmışlardı. İşte Gramsci’nin düşüncesi burada mevziin yerine manevrayı önermektedir. Buna göre, devrim mücadelesi eldeki kuş hesabı üzerine kurulu olmalı ve devrimciler yapabilecekleri her şeyi sonuçları kendileri için acı olmamak kaydıyla eldeki güçlerle hemen her yerde yapmalıdırlar. İşte biz Brecht’i bu noktayı nazardan Gramsci’ye oldukça yakın buluyoruz. Buradan itibaren mizaçlarının yakınlığının da bir önemi yoktur. Çünkü doğrudan doğruya düşünceleri arasında bir yakınlık söz konusudur.
Manevra olarak gestus
Gestus, herhangi bir davranışı bölünebilecek kadar çok sayıda parçasına bölerek sunmak anlamına gelen bir terimdir. Aslında bizim Fransızlarla uyarak “jest” dediğimiz şeyle aynıdır, jestin Almancasıdır; ama özel amaçları uğruna Brecht terimine daha geniş ve yeni anlamlar yüklenmiştir. Gestus bu bakımdan jestleri, mimikleri ve sözleri içinde barındırabilir. Bunlar arasındaki geçiş ve yer değiştirmeleri de mümkün kılar. Yani bir söz pekala bir mimik veya jest yerine, bir mimik de bir söz yerine ya da bir jest yerine geçebilir; jest için de dönüşümsel olarak aynısı geçerlidir. Buradaki icat ve keşif davranışın tek özden yapılma bir bütün olmadığıdır. Davranışın ya da Brecht’in deyimiyle gestusun. Gestus, bu bakımdan artık karakterin bölünmez atomu değildir; bölünebilen ve dolayısıyla da tözel olmaktan uzak olan, içinde veya üzerinde anlamıyla hareketin çapraşık olabileceği, kolaylaştırırsak atın önünde et itin önünde ot koyabilecek bir momenttir.
Brecht, Gramsci’nin mevzie karşı manevrayı önermesine benzer bir biçimde, tiyatronun geleneksel mimesis (taklit; oyuncunun canlandırdığı karakter kendisiymiş gibi onun jest ve mimiklerini, giyinişini, sözlerini taklit etmesi) kavramına karşı gestusu öneriyordu. Gestus, mimesisin konvansiyonelliğini aralayan ve kesintiye uğratan bir süreçti. Oyuncu canlandırdığı karakteri bire bir taklit etmeyecek, onu oynarken bir yandan da yaptığı şeyin canlandırmak değil anlatmak olduğunu, kendisinin sadece tiyatro sahnesi üzerinde bir oyuncu olduğunu ve bir başkasını anlatmakta olduğunu seyirciye belli etmenin her defasında başka ve mümkün olduğu kadar etkin bir yolunu bizzat kendisi bulacaktı. Bu anlamda Brecht’in bir tiyatro yönetmeni olduğu da tartışmalıdır. Brecht, oyuncularını noktası virgülüne yönetmektense onları onlardan istediği yadırgatma etkisini gerçekleştirmeleri yolunda yönlendirmek ve fikir verip donatmakla yetiniyordu. Takdir edersiniz ki bu da mevzie karşı manevra, mimesise karşı gestus içeren bir tutumdu.
Yani Brecht’in oyunları (Türkiye’de ve muhtemelen başka ülkelerde de Brecht diye insanlara uzun onyıllar boyunca Aristocu/Mimetik oyunlar yutturulduğu gerçeği bir tarafa) tiyatro salonunda ve sahnede başlayıp biten bir şey olmaktan son derece uzaktır. Brecht dünyayı sahneye, sahneyi de dünyaya taşımak bakımından (bunu başarıp başarmadığı ayrı mesele, ama en azından denediğini kabul etmelisiniz) kendisinden önceki epik tiyatro yazarıyla ve en çok da meşhurlar meşhuru İngiliz tiyatro yazarı, sone şairi William Shakespeare’le kıyas edilebilir. İranlıların “Taziye” töreni, Türklerin “Ortaoyunu”, Çin ve Japon tiyatrosu gibi Batı dışı desenlerle kıyası ise Brecht’in bizzat kendisi yapmıştır. Tabii Brecht o anlamda sadece Avrupalıdır ve dışarıya dikkatini klasik Çin tiyatrosunun ötesine taşıyamamıştır. Batı tiyatrosuna getirmek istediği genel oyunculuk, dekor, metin vs. yaklaşımının (bizde mimetik Batılı tiyatronun ilk milli hayranı olan Namık Kemal’in bir sürü hareketlerle yerden yere vurduğu) Ortaoyununda ve belli bir döneme kadar Türk sinemasında (hani çoğumuzun “Türk filmi” diye alay ettiğiniz naneyi Bertolt Brecht görme şansı bulsaydı hayranlık duyardı; yahut da en azından ahlaklı ve adaletli bir insan olması durumunda görüşlerinin tutarlılığı bakımından duyması beklenirdi, çünkü Brecht’in mumla aradığı ve tamamını da göremediği “Brechtyen” nanelerden bu oyunlarda, bu fimlerde damardan denecek kadar çok var; ben size şu kadarını söyleyeyim, Cüneyt Arkın otuz sene boyunca hepinizi uyuttu, o çok güldüğünüz Battal Gazi vesair destanlara en çok gülen Arkın’ın ta kendisinin aynısıdır, çünkü Yeşilçam’daki adamımız modernist şiirle yola çıkmıştır, Cemal Süreye ile Ülkü Tamer’in arkadaşıdır ve bilinçle duygunun bölünmesi konusunda sanatsal ve entelektüel bir deneyim sahibidir, yani Battal Gazi hikayatında sahip olduğu ciddiyet (!) gençliğinde gazeteden kesip yaptığı “dadaist” şiirlerindeki ciddiyetinden en fazla ne eksiktir; kısacası, Cüneyt Arkın imgeciden çok dışavurumcu bir tip olduğu için şiirde tutunamayıp sinemaya atlamış ve popüler anti-mimetik bir gestus yaratmıştır, yani hepiniz dalgaya geldiniz benden söylemesi) bile ve en başından en son güncellemesine kadar Türk edebiyatında sapasağlam yerinde durduğunu da eklemiş olalım.
Pound’un Konfüçyüs’ü varsa Brecht’in de Mo-Ti’si var
Ezra Pound’un bağlanma konusundaki jestine dönersek (Ezra Pound akrep burcundandır ve akrepler hakkındaki yaygın knaat, hayatlarının temel unsurunun bağlanma ya da bağlılık olduğu yönündedir) Batı dışı desenlere yönelim bakımından da Pound’un jestini sürdürdüğünü görüyoruz. Çin düşüncesine, dahası Çin tarihine ve Çin ideogramlarına yönelmesinin altında bilincini yirminci yüzyılın hemen başında kazanmış olmasının etkisi belirleyici olsa bile, kendisine yardımcı veya üstad Leo-Çe ya da Mo-Ti gibi karakterler yerine Konfüçyüs’ü seçmesi özneldir, “Pound’un politikası”na bağlı bir şeydir. Hem benzer hem de farklı şekilde Brecht’in Mo-Ti’yi kendisine kılavuz seçmesinde Avrupalılığı ve Brecht’liği politik anlamda rol oynamış olmalı.
Brecht Mo-Ti’yi, üstadın değişimin düşünürü olması hasebiyle seçmişe benzer. Bunu da o kadar abartır ki tıpkı Pound’un Konfüçyüs’e yaptığı gibi Çinli üstadının özdeyişlerini kendi diline tercüme ederken, ona Brecht’yen etkiyi, yani yadırgatma veya alıp değiştirdikten sonra yeni yerine koyma efektini uygular ve adamcağızın adını Mo-Ti’den Me-Ti’ye dönüştürerek, üstadı kendi çağından ve ülkesinden alıp Avrupa’ya ve Lenin ve Marks gibi komünist entelektüellerin arasına taşıyarak yapar. (Bu arada hem Pound’un Konfüçyüs tercüme yorumunun hem de Breht’in Mo-Ti yadırgatmasının Türkçeye tercüme edilmiş olduğunu da söyleyelim. Yazık ki her iki tercüme de Allahlıktır ve kasıtsız bir yadırgatma özelliğine sahiptir. O kadar yadırgatıcı tercümeler ki, konunun üzerinde olmamıza ve son derece de merak duymamıza rağmen iki tercümeden de tek satır anlamadık ve hatırlamıyoruz. Bu iki metni tekrar değerlendirmek ve İngilizce ve Almanya yorumlarının altına Çince asıllarını destek olarak koyduktan sonra Türkçeye kayda kadir yorumlar olarak geçirmek gerekir. Ki bunu yapacak edebiyat kuşağı şu dakikada namevcuttur; sür eşeğin Niğde’ye…)
İş gelip adamlığa dayanıyor
Pound, Brecht, Gramsci, Shakespeare, Cüneyt Arkın şu bu derken yazıyı da önceden tasarlanmamış bir şekilde mimetik (kompozisyon) kalıplarından söküp çıkardık; darmaduman ettik. Belki bugün artık yozlaştırmak için seyrek olarak komünistliğine ve çoğunlukla da cinsel hayatına (?) sıkıştırılmış Brecht imgesini gestus haline getirmenin başka yolu yoktu. Bu, tabii eğer kendimize pay çıkardığımızı düşünmezseniz, Brecht’in epik tiyatro ile icat ettiği politikanın özüne de uygundur. Bu politikanın ahlaki ve eğitsel amaçları, tiyatronun sunduğu anlama müdahale azminde özetini bulur. Brecht, iki büyük savaş arasında kişiliğine ve kimliğini bulmuş, kaygı ve kuşku içindeki Batılı düşünür-sanatçılarından biri olarak modernist sanatın kendi icat ve keşifleriyle Marksist dünya görüşünü öznel bir biçiminde telif etme gayreti içindeydi. Bu sayede Marksizm tarzı tamamen bağsız yöntemlere de diş bilemeyi sürdürdü. Elbette Yahudi- Alman ve Marksist olmasaydı bu kadar bilinir, tanınır mıydı diye bir soru da var; ama bunları olmasaydı ne olabileceği konusunda hiçbir fikrimiz olmadığına göre sanatçının “Adam Adamdır” oyun başlığından mühren Brecht Brecht’tir diyerek sözü kendisine bırakalım.
Bay Brecht der ki: Adam adamdır
Sıradan bir laf bu aslında
Ama o bunu kanıtlar da:
Ne isterseniz yapabilirsiniz bir adama
Bir araba gibi bu gece monte edilecek burada
Ve göreceksiniz, sonunda hiçbir şey kaybetmeyecek…