Baltık Denizi bir zamanlar İsveç Gölü diye nam salmıştı. Bunun sebebi Baltık Denizi’ni doğuya bağlayan Valdai tepelerindeki nehir sistemlerini kullanarak Karadeniz’e, Hazar Denizi’ne ve hatta Akdeniz’e kadar yol alan İsveçli kaşiflerdi; kaşif Vikingler! Topraklarının verimsizliği onları yeni yaşam kaynakları arayışına yöneltmiş, Valdai nehir sistemlerinin yardımıyla yeni dünyalara yolculuk etmişlerdi. Önce doğuya, sonra güneye doğru devam eden yollarının üzerinde Novgorod ilk yerleşim merkezleri olmuş, daha aşağılara indiklerinde ise Kiev’i yönetimlerine geçirmişlerdi. Kendilerine daha çok “kuzeyden gelen” anlamında Rus’/ Rhos denildi, ve evet, bugün bildiğimiz Rusya’nın isim ataları oldular.
Vikinglerin bu kolu, yani Rus’lar, 800’lü yılların ortasında artık Karadeniz’e ulaşmış ve İstanbul’un, o zamanki adıyla Konstantinopolis’in muhteşem surlarıyla karşılaşmışlardı. Bizanslının varlığından dahi haberi olmadığı bu adamlar kendilerini 860 yılında en vahşi yollarla tanıttı Bizans’a. Şehrin çeşitli kıyıları on gün boyunca yağmalandı, yakıldı, yıkıldı. Saldırıdan sonra ganimet dolu gemileri kuzeye, geldikleri yere dönerken artlarında sadece kan ve acı bıraktılar. Fakat zaman, bu dehşet verici tanışmanın aksine bir ilişki seyreyledi Bizans’la Rus’lar arasında.
İlk temas her ne kadar dost canlısı gözükmese de ilişkileri ticaret üzerinden şekillendi. Bu ticari ilişkiler 907 ve 911 yılında imzalanan antlaşmalarla da resmîleşti. Antlaşma şartlarına göre ilkbahardan sonbahara kadar altı aylık bir süre için tüccar Rus’lar Konstantinopolis’te özgürce hareket edebilecekler, hamamları gönüllerince kullanabilecekler ve şehirde istedikleri kadar ekmek, şarap, et, balık vesaire temin edebileceklerdi. Üstelik şehirden ayrılırlarken neye ihtiyaçları varsa imparator kendilerine temin edecekti. Fakat özgürlüklerinin bir sınırı vardı elbet. Bizans en açık bir şekilde ifade etmişti tüccar olanların dışında hiçbirini topraklarında istemediğini. Hatta izin verilenler de, yani tüccar Rus’lar da şehre ancak belirli bir kapıdan girip çıkabilirlerdi, tabii ki silahsız olarak. Ayrıca kapıdan tek seferde ancak elliden az tüccar girebilirdi. Böylelikle kurulan barışçıl ticari ilişkiler bir kırk yıl devam etti; ta ki Igor’un Konstantinopolis’i tekrar tehdit etmesine kadar.
941 yılında Igor, bin kadar gemisiyle Konstantinopolis sularındaydı. Şehrin kıyıları daha önceden de tanık olduğu dehşete sahne oldu. Yine manastırlar ve kiliseler yağmalandı, yakıldı. Elleri arkadan bağlanmak suretiyle kimi esirlerin başlarına demir çiviler çakıldı. Vahşet ve kan yine ortalıkta kol geziyordu. Fakat Bizans bu sefer gecikmeden cevabını verdi ve meşhur “Rum Ateşi”ni püskürttü üzerlerine. Igor’un birçok gemisi alev aldı. Adamlarının kimi suyu ateşe tercih edip gemilerden atladı, bir kısmı ise Rum’un ateşinden kurtulabilmişti. Bunların arasında Igor da vardı.
Aradan üç yıl geçti. Igor’un intikam duygusu ve öfkesi bu süre içinde oldukça perçinlendi. Yeniden büyük bir filo hazırladı ve Boğaz’a doğru harekete geçti. Fakat Bizans İmparatoru Romanus Lecapenus ummadıkları bir planla karşıladı onları. İmparator, delegeleri yoluyla hediyeler ve övgüler sundu onlara. Igor bu karşılamadan memnun kalmış olacak ki tüm övgüleri ve hediyeleri alıp yolundan geri dönmeyi tercih etti. Bir yıl sonra, daha öncekilere benzeyen yeni bir antlaşma imzalandı aralarında. Bu sefer de giysi ve ipek ihracatı oldukça katı bir şekilde düzenlenmişti. 50 altın para karşılığından fazla ipek almalarına izin verilmiyordu. Tüm alım satım işleri ise altın para üzerinden yürüyordu.
Rus’ Vikinglerin nelere ihtiyaç duyduğunu, güçlerinin sınırını, limitlerinin neler olduğunu daha iyi anlamaya başlamıştı Bizans. Örneğin İmparator VII. Constantine Porphyrogenitus, oğluna yazdığı imparatorluk yönetimiyle ilgili bir yazısında bahsedecekti onlardan. Rus’ların Peçeneklerle iyi geçinmek zorunda olduğunu söyleyecekti. Çünkü, Rus’lar onlardan sadece öküz, at ya da koyun almıyordu, aynı zamanda onların sularından geçerek Karadeniz’e ulaşabiliyorlardı. Çünkü, aşağı Dinyeper’in kontrolü Peçeneklerdeydi. Ve tabii ki Peçeneklerle iyi ilişkiler yürütmek Bizans için hayati bir önem taşıyordu. Bir yandan Türkleri bir yandan Vikingleri kontrol edebilen tek güç şimdilik onlardı.
Igor öldüğünde varisi Svyatoslov henüz bebek yaştaydı. Dolayısıyla yönetimi dul eşi Olga devraldı ve on yedi yıl işlerin başında o durdu. Olga, 957 senesinde Konstantinopolis’e bir ziyaret düzenledi ve aynı yıl Hıristiyan oldu. 969 yılında öldüğünde ise oğlu Svyatoslov yedi yıldır Kiev idaresinin başındaydı.
Svyatoslov atalarının yolunu takip eden bir delikanlıydı. Hıristiyanlıkla da annesi dışında bir bağı yoktu. Kim bilir, belki de alacağı tepkilerden çekiniyordu. Fakat bildiğimiz bir şey var ki, 971 senesinde o da Konstantinopolis’e bir saldırı düzenledi. Şehre bu Viking saldırılarının otuz yılda bir tekrarlanması bir tesadüf müydü? Belki de iki güç arasında imzalanan antlaşmaların tazelenmesi için otuz yılda bir, Vikinglerin bir tedbir veya uyarı hamlesi yapması gerekiyordu. Gerekçe her ne ise Svyatoslov Bizans’a saldırdı. Fakat başarılı olamadı ve hatta başarısızlığını hayatıyla ödedi. Kiev’e dönmek üzere geri çekilirken yolda öldürüldü. Bulgarlar kendisini pek sevmiyorlardı, çünkü Svyatoslov iki sefer topraklarını işgale kalkışmıştı. Bulgarlar şehrin kuşatmasından geri çekilen kendisinin az bir güçle ve ganimet taşıyan gemilerle Peçenek sularından geçmekte olduğu bilgisini yetiştirdi Peçeneklere. Derler ki Peçenekler Svyatolov’un başını kesip kellesini oydular ve içinden içkilerini yudumladılar.
Svyatolov’un ölümünden sonra ardında bıraktığı üç oğlu arasında taht mücadeleleri başladı. İlk yenilip öldürülen Oleg oldu. Vladimir kuzeye, Novgorod’a kaçtı, oradan da İskandinavya’ya geçti. Geride kalan Iaropolk ise Kiev’in tek hükümdarı oldu, tabii ki kısa bir süreliğine. Vladimir yolculuğunda boş durmamış, kardeşinin üzerine yürümek için İsveç’ten, İskandinavya’dan -ileride Varangian muhafızları olarak anacağımız- savaşçıları toplamıştı. Iaropolk 977 yılında öldürüldü.
Vladimir’le beraber doğu topraklarındaki Viking varlığı adına yeni bir dönem başlamıştı. Kardeşini bertaraf ettikten sonra Vladimir’in önceliği, etrafındaki güçleri incelemek oldu. Acaba politik rüzgar ne tarafa doğru esmekteydi? Belki de artık yeni bir din seçmek gerekiyordu. Baltık Slav kabilelerinin birçoğu 942-968 yılları arasında vaftiz olmuşlardı. Volga Bulgarları ise 922’den beri Müslümandı. Hazarlılar desen, onlar da 865’ten beri Museviydi. Büyükannesi Olga Rum Hıristiyanı; Avrupa’nın merkezi ve batısı ise Roma Hıristiyanıydı. Bir tercih yapması gerekecekti. İlk önce İslamiyet’e bir göz attı. Fakat İslamiyet’teki kati alkol yasağı onu durdurdu. Vladimir, “İçmek bizim sevinç kaynağımızdır ve bu haz olmadan bizler yaşayamayız” diyecekti. Sonra diğer dinleri incelemeye başladı.
Bu seçim sürecinde aslında Vladimir’in kararını etkileyecek birtakım gelişmeler de olmaktaydı. 987 yılında Bizans İmparatoru II. Basil’in iki generali ayaklanmış, hatta biri kendisini imparator ilan etmişti. Basil, Karadeniz ile Akdeniz arasındaki bölgenin kontrolünü kaybetmek üzereydi. Batıdan Bulgar tehdidi ve isyancılar arasında kendi ordusu! Basil sonunda gururunu bir yana bırakıp Vladimir’den kendisine yardım etmesini istedi. Karşılığında ise Vladimir’e kız kardeşi Anna ile evlenmesini teklif etti. Böylece aralarında bir ortaklık ilişkisi başlayacaktı. Vladimir yardımını esirgemedi. 6 bin kişilik bir savaşçı kuvveti Basil’in emrine verdi ve bu sayede kontrol yine imparatorun eline geçmiş oldu.
Anna ile evlenecek olan Vladimir 988 yılında vaftiz edildi. Artık bir Hıristiyandı. Kendi halkına da Hıristiyan olmayı şart koştu. Dinyeper kıyısında yapılacak büyük vaftiz törenine katılmak zorundaydı herkes. Artık yeni bir din çağı başlamıştı Rus’lar için. Yeni din olarak Hıristiyanlığın Kiev’de kabul edilmesi coğrafyadaki kültür hayatının evrimi konusunda da belirleyici bir rol oynadı.
860 yılında ortalığı kan gölüne çeviren on günlük bir saldırıyla başlayan Viking-Bizans ilişkisi, Vladimir’in Anna ile evlenmesinin ardından Vikinglerin Bizans kraliyet hayatında bir yer sahibi olmalarıyla sonuçlanmıştı. Bunun da ötesinde Vladimir’in Basil’e gönderdiği 6 bin kişilik savaşçı kuvveti vaftiz edilip imparatorun özel muhafızı konumuna geçeceklerdi. Ve böylece Bizans tarihinde Varangian muhafızlar dönemi başlayacaktı.
927-28 yılında yaşanan ciddi kuraklık ve düşük hasatların sebep olduğu kıtlık sonrasında Bizans’ta toprağın feodalleşme süreci hızlanmıştı. Aristokratlar fakir kalan çiftçilerin mülklerini ele geçirmiş ve fakir çiftçileri kendilerine bağlamışlardı. Toprağını kaybeden çiftçi doğal olarak orduya hizmet edemez, tek bir asker dahi silahlandıramaz duruma düşmüştü. Dolayısıyla İmparatorluk, dışarıdan paralı asker gücü almaya mecbur kalmıştı. Üstüne üstlük Araplar sürekli doğudan saldırıyor, kuzeyden Slav ve Viking tehlikesi hiç geçmiyor, Bulgarlar ise daimi surette batıdaki varlıklarını hatırlatıyorlardı. Bizans İmparatorluğu’nun her şeyden çok, güvenilir ve sadık askerî birliklere ihtiyacı vardı. Varangian muhafızlar tam da bu açıdan Bizans’ın derdine derman oldular. Böylece yaşadıkları verimsiz topraklarda kendilerine bir gelecek arayışında olan Vikinglere de bu gelecek Bizans eliyle sağlanmış olacaktı.
Varangian muhafızlar iki yüz yıl boyunca Bizans imparatorlarının sadık askerleri olacaktı. İmparatorların hazineleri dahi onlara emanetti. Emekli olanları kazandıklarını yanına alıp memleketlerine dönüyordu. Baltık Denizi’nden ise sürekli bir şekilde asker ihtiyacı karşılanmaktaydı. Bu yüzdendir ki bir dönem İsveç Gölü olarak adlandırılan Baltık Denizi, şimdilerde Varangian Denizi olarak anılır olmuştu. Baltık Denizi’nde bulunan Gotland adası geçiş yollarının tam merkezinde bulunmasından dolayı İskandinavya’nın doğu ile, özellikle Bizans ile olan ilişkisinde belirgin bir yere sahip oldu. Hatta şimdiye kadar yapılan arkeolojik kazıların sonuçlarına baktığımızda, Gotland’te bulunan madeni paraların %80’inin Bizans parası olduğunu görürüz, ki Bizans parası aslında İskandinavya’da oldukça nadir bulunur.
Bir zamanlar tüccarlarından başkasını dahi topraklarına almayan Bizans şimdilerde imparator hazinelerini bile teslim eder olmuştu Vikinglere. Fakat pek tabii Varangian muhafızlar bu güveni hak ediyorlardı. Varangian kelimesi, Proto-Nordik kökeninde warangangja- şeklinde ifade ediliyordu ve bu bileşik bir kelimeydi. Wara, “yemin, anlaşma, sadakat” anlamlarına geliyor, gangjan ise “yürümek” fiilini karşılıyordu. Yani Varangian, “bir söz verip bir anlaşmaya varan kişi”yi ifade etmekteydi. Burada verilen söz ve sadakat gerçekten de Varangian muhafızlarının ayırt edici özelliği olmuştu. Bizans prensesi ve vakanüvisi Anna Komnena dahi onlar hakkında şu ifadeleri kullanmıştı: “sırtlarında ağır demirden kılıçlar taşıyan Varangianlar, krala sadık kalmayı ve onun şahsını koruyup kollamayı bir aile geleneği gibi, bir çeşit kutsal güvence ve nesilden nesile devredilen bir miras gibi önemserler (…) bu saflıklarını korurlar ve ihanetin en ufak zerresine dahi katlanamazlar.”
Varangianlar için bağlılık imparatorluk makamında bulunan kişiyeydi. O kişinin ise kim ve kimlerden olduğuyla pek ilgilenmiyorlardı. Bu yüzden de taht oyunlarında bir taraf olmuyorlar, sadece imparator kimse ona hizmet ediyorlardı. Örneğin, 1081 yılında Nikephorus ve Aleksius arasında süregiden taht mücadelesinde Varangianlar neredeyse İmparator Nikephorus’a sadık kalan tek kuvvetlerdi. On yıl önce, 1071’dedi Malazgirt karşılaşmasında da Frenkler ve Normandiyalıların aksine son canlarına kadar imparatoru korumaya çalışanlar onlardı. Gerçi ileride Norveç kralı olacak olan Harald Hardrada ve onun etrafında gelişen olaylar bu söylediklerimizin aksini gösterse de genel özellikleri bu minvaldeydi.
Harald Hardrada’nın hikayesi ise başkadır. Varangianlar sadece imparatorun özel muhafızları olarak değil, savaş alanlarının da sarsıcı birlikleri olarak hizmet vermişlerdi. İşte Harald da bu kuvvetler arasında uzunca bir süre yer edinmiş, kariyerinin ancak son zamanlarında sarayda hizmete geçmişti. Saray hizmeti süreci ise imparator V. Michael ile imparatoriçe Zoe arasındaki taht mücadelelerine denk gelmişti. Harald’ın bir sebeple hapse atılması -ki bu sebep hakkında kaynaklar çeşitli bahaneler ileri sürer- ve sürmekte olan isyanların da etkisiyle Harald olaylarda imparatora karşı bir taraf tutmuştu. Fakat bu olay Varangian muhafızlar tarihinde sadece bir istisnadır.
Varangian muhafızlarının yani Vikinglerin, ya da Rus’ların, Bizans İmparatorluğu’ndaki önemli varlıkları 1204 yılında gerçekleşen acımasız Latin istilasına kadar devam etti. Bizans’a büyük bir yıkım taşıyan istilada onlar yine de imparatorun koruyucusu oldular. Fakat savaştıkları istilacılar arasında kendi soylarından gelen savaşçılar da vardı. Asırlar önce atalarının Normandiya’ya yerleşen bir kolunun torunlarıydı savaşmak zorunda kaldıkları. Birbirine kılıç balta saldıran Viking torunları! İroniktir ki ikisi de geleceğini Bizans topraklarında aramaktaydı. Kim bilir, belki de tarihin sahip olduğu tek espri anlayışıdır ironi.
Kaynakça
Brink, Stefan. “Slavery in the Viking Age.” The Viking World içinde, editörler Stephan Brick ve Neil Price. London; New York: Routledge, 2012.
Comnena, Anna. The Alexiad of Anna Comnena. Çeviren E. R. A. Sewter. London: Penguin Books, 1969.
Griffith, Paddy. The Viking Art of War. London: Greenhill Books; Mechanicsburg, Pa.: Stackpole Books, 1998.
Logan, F. Donald. The Vikings in History. London: Routledge, 1991.
Piltz, Elisabeth. “Varangian Companies for Long Distance Trade – Aspects of Interchange Between Scandinavia, Rus’ and Byzantium in the 11th-12th Centuries.” Byzantium and Islam in Scandinavia (Acts of a Symposium at Uppsala University June 15-16 1996) içinde, editör E. Piltz. Jonsered: P. Aströms Förlag, 1998, s. 85-106.
Shepard, Jonathan. “The Viking Rus and Byzantium.” The Viking World içinde, editörler Stephan Brick ve Neil Price. London; New York: Routledge, 2012.