Nasıl ki 20. yüzyıl ulus devletlerin ortaya çıkmasıyla birlikte millî tarih yazımının yaygınlaşmasını sağladıysa, “Dünya Tarihi”ni yazma meselesi de uzun yıllar boyunca Avrupa merkezli bir bakış açısıyla ele alınmıştır. Avrupalılar ‘medeniyet’in öncüsü oldukları iddiasıyla, yaşanan birçok olayı ve savaşı onları algılayış biçimiyle kaleme almıştı. Avrupa merkezli tarih yazımının etkilerini en derinine kadar hissettiğimiz önemli olaylardan birisinin de Yeni Dünya’nın keşfi olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Avrupa merkezli tarih anlatılarına göre, daha önceden kimseden görmediği, haberdar olmadığı Yeni Dünya’ya ilk olarak Christopher Columbus ayak basmıştır. 1492 yılında esasen Hindistan’a gitmek üzere çıktığı yolda, genellikle Osmanlı kontrolünde olan Doğu yollarına kullanmak yerine, sürekli Batı’ya seyir ettiği sürece Hindistan’a ulaşacağını hesaplamıştır. Lakin, hiç hesaplarında olmayan bir yere varmış ve Amerika kıtasını keşfetmiştir. Anlatı tabii ki bu kadar kısa olmamakla beraber, özü bu şekildedir.
Avrupa’yı merkeze koyan bu bakış açısının ve tarih anlatımının dışına çıktığımızda ise tamamen farklı bir anlatı ile karşı karşıya kalıyoruz. Öncelikle, Columbus’un 1492 yılında Bahamalar’a ayak basmasından yaklaşık 12 bin yıl önce –son buzul çağı sırasında– Asya’dan Amerika’ya göç yaşandığına dair kanıtlar bulunmakta. Bununla birlikte, Columbus Yeni Dünya’ya ayak bastığında halihazırda orada yaşamakta olan uygarlıklar ve topluluklar bulunmaktaydı. Yani Columbus daha önce kimsenin gitmediği, keşfetmediği bir yere ayak basmamıştı. Hatta Columbus Amerika kıtasına ayak basan ilk Avrupalı bile değildi. Columbus’un ilk seferinden 492 yıl önce, 1000 yılında Vikinglerin Leif Eriksson önderliğinde Amerika kıtasına adım atmıştır.
Tam da bu bilgiler ışığında Columbus’un nasıl ne neden Yeni Dünya’nın kaşifi unvanını aldığı sorusu ortaya çıkıyor. Zira Avrupa merkezli tarih yazımının dışına çıktığımız zaman Columbus’un gerçekten kaşif olmadığını, hatta Avrupa’dan Amerika kıtasına dahi ilk giden insan olmadığını görebiliyoruz. Tam bir yargıya varmaksızın, Columbus’un Amerika’ya ayak basmasının hem yerli halka getirdiği yıkım ve Avrupa’ya da getirdiği altın, gümüş ve birçok zenginlikle yakından alakası olabilir.