“Kısacası, artık her şey çok açık: Buraya yanıt vermek için gelmedim; altından kalkamam bunun. Belki de bunu yapmanın yeri değil burası.” Jacques Derrida
Cezayir doğumlu, Yahudi kökenli Fransız filozofu Jacques Derrida sessiz sedasız bir şekilde ülkesinde hayata gözlerini yummuştu. Modern yazarların, sanatçıların, filozofların pek çoğunun ölüm sebebi onun sırasını da atlamadı: kanser. Kanserden öldü Jacques Derrida, diyeceğiz yani artık, şaşmaz bir şekilde süren klişenin verdiği şaşkınlık ve yarı bezginlikle. Ama sessiz sedasız öldüğünü belki birçoğumuz hatırlamayacak.
Sessiz sedasız bir ölüm. O kadar ki haberi galiba en önce Fransa Radyosu duyurdu. Reuters ve CNN’in haber kaynağı Fransa Rodyosu’ydu yani. Bu da kendi içinde bir ironiye dönüşüyor. Televizyon değil ama radyo. Sanki 2000’li yıllarda değil de 1940’larda ya da diyelim ki 1970’lerin ateşli ikinci yarısında yaşıyoruz. Derrida’nın karşısında pasifist anarşist bir tutumla mücadele ve müdahale yürüttüğü “yazı” sanatı ve ilminin altın çağında… Ünlü bir Fransız filozofu ölüyor ve bunu Reuters bile Fransa Radyosundan öğreniyor filan. Garip bir senaryo açıkçası.
Bir garip ölmüş demeli mi?
Bunu tayin etmek son derece güç. Tuhaflık da var garipliğin içinde ama sahipsizlik daha ağır basan bir ton. Derrida’nın bir sahibi yok muydu? Amerikan akademileri, Yeni Eleştiri tabanlı seri edebiyat eleştirisi üretim hatları ne güne duruyor? Paul de Man ölmüştü, işgüzar ve gayretkeş anti-anti-semitist Amerikan eleştirmenlerine rağmen: Jacques Derrida. Derrida’nın ölümünün üzerinden çok uzun zaman geçmeden Paul de Man’ın anısına yazdığı kitabı belli belirsiz bir saygıyla okumuştuk. Saygıyla çünkü bu kitapta Derrida modern geleneğe uyma kabiliyetini göstererek dostluk hakkında bir eser ortaya koymuş da olsa, de Man-Derrida dostluğunun hakiki felsefede kaynağını bulduğu da hissedilebiliyordu pekala. Bu kitapta Derrida hiç olmadığı kadar saf, dürüst, samimi, sıcak ve yumuşaktır. Paul de Man kadar munis bir tarzda anılmış bir filozof-eleştirmen olmamış olsa gerek. Acaba bunda Paul de Man’ın ardından Derrida’nın kendisini her zamankinden biraz daha çaresiz ve yalnız hissetmiş olması rol oynamış olamaz mı? Bunu bilemiyoruz. Ama en azından ortada acıklı bir yalan ya da berbat bir tiyatro olmadığını tahmin edebiliriz. Derrida’nın “Anılar: Paul de Man İçin” başlıklı kitabı isminden başlamak üzere sade ve sakınımsız, erkekçe demek biraz abart olacaksa bile dostça bir kitap.
İşte burada mesele biraz şu ki, Derrida öldüğünde arkasında munis dostlar ya da ona benzer bir şeyler bırakmış olmadı. Sessiz sedasız ölmüş olması bununla paralel görünüyor. Paul de Man’ı bilhassa ölümünden sonra yücelten bir Derrida olmasına rağmen, Derrida, içinde çaresizce devindiği metnin dışına dostluk, inanç, tecrübe ve hayat önerisi denebilecek bir şey taşıramamış, kimseye şahsen bir şey bırakamamış olarak göçmüş gibi. Genç öldü yani bir bakıma Derrida. Denenmemiş, sınanmamış bir tarzda öldü.
Nasıl yaşadı?
Öforiya yani biçarelik Derrida’nın düşüncesinde olduğu gibi hayatında da temel etkenlerden biri olmuş gibi görünüyor. Gerçi 20. yüzyılda felsefe yapıp da çaresizliğe düşmemiş kimse var mı, bu da ayrı bir mesele. Politik bakının uzağında, fakat bir yandan da hiçbir şekilde insan soyuna hayat önerme yetkisi veya imkanına kavuşmadan yapılan felsefenin özünde yatıyor sanki çaresizlik, yetersizlik, tekleme.
Derrida, resmi biyografisine bakılırsa he tekleyerek sürmüş ömrünü; aynı burçtan olduğu Ahmet Hamdi Tanpınar gibi neredeyse… İlginç ve yetişkinlik ve yaşlılık (?) çağlarına göre nispeten çaresizlikten uzak ergenliği ve gençliği boyunca Jacques Derrida’nın bir yandan aralıksız futbol oynarken diğer yandan da Gide, Rousseau, Nietzsche, Valery ve Camus gibi disipsizliğin disiplinini yaratmış diyebileceğimiz filozofları okuduğunu görüyoruz. Futbolla felsefenin bir alakasının olamayacağını düşünenler için de önerilebilecek bir hikaye bu aslında. Böyle buyurdu Zerdüşt ile böyle buyurdu berduş arasında sadece kafiye olmadığını anlamak isteyenler için de…
Avarelikten çaresizliğe
“Avare yılları”nda sporla felsefenin karışımını ya da karmaşasını yaşayan Derrida, lise diplomasını aldıktan sonra (ki Fransa’nın o döneminde lise mezuniyeti özellikle felsefe açısından günümüzde üniversite mezuniyetine taş çıkartacak bir şey sayılmalıdır) Kierkegaard ve Heidegger gibi daha kemiğe dokunabilmiş varoluşçuları okumaya başladı. Liseden sonra iki defa başarısızlığa uğradığı bir konu var 20. yüzyılın bu seçme filozofunun: Ecole Normale Sperior imtihanları. Bu okula ancak üç yıl sonra, 22 yaşında yani 1952 yılında kabul edildi. Bu üç yıllık zaaf, yanlışlık ya da başarısızlık Jacques Derrida’nın ilk akademik çuvallaması sayılabilir tabii, ama sonuncusu olmayacaktı.
1955’te öğretmenlik imtihanının sözlü kısmında çuvalladı. Dikiş tutturamama konusundaki “istikrarı”nı sürdüreceği anlaşılmıştı artık. Bunu en azından kendisinin anlamış veya anlamaya başlamış olması gerek o dönem için. Ama dikkat çekici bir şey var bu konuda: Derrida ne başarısızlıklarının üstüne yatan ve geçemediği engeller karşısında arkadan dolanarak hiç değilse sosyal olarak puan almaya çalışan bir iş bitirici (mesela şu sözümona varoluşçu Fransız filozofları Camus ve öbürünün adı neydi, ha evet Satre) gibi davrandı; ne de başarısızlıklar onu yolundan izinden geri çevirebildi. Eğitim öğretim başarısızlığının içine yuvarlandı Derrida’nın zihni. Eğitim öğretim, yazı ve felsefe bu konularda arka arkaya beceriksizce başarısızlıklar yaşayan 25’lik Cezayirli Yahudi Kökenli Fransız genç adamın hayatı hâline gelecekti.
Burada Camus ve Sartre tipi varoluşçuluk için bir çıkma yapmak gerekirse, ikisinin de belli bir noktadan sonra Fransız milletinin iki yüzlü karasızlığının yarattığı havadan yararlanan resmî avareler kılığında karşımıza çıktığını söylemek mümkün. Avareliğin resmisi olur mu diyeceksiniz. Sartre ve Camus dediğimizde aslın tam olarak da bundan söz ediyoruz. Sosyalliğe, şöhrete, düzen ve kazanca karşı derin bir hoşgörüsüzlük ve umarsızlık taşıyan, özü bundan ibaret olan ve yapısını da (ne yapı ama!) buna göre oluşturan avarelik nasıl meşhur kılınabilir? Formül, dediğimiz gibi savaş sonrasında Fransız milletinin utançla hazcılık arasındaki dengeleri yeniden kurma iştahı ile, Camus ve Sartre’da temsilini bulan iş bitirici resmî avareliğin buluşmasında yatıyor.
İnsanlar serseri filozoflardan pekala hoşlanırlar. Felsefeyi avarelikle, berduşlukla, serserilikle pekala karıştırırlar çünkü. Vakarın ve barışçılığın bir karışımı olan kinizmi tembellik ve tuhaflık, ilginçlik merakı ve delilik olarak tasavvur etmeye meyyaldirler. Yine de fiziksel çalışmayı, sosyalleşme gayretini tüketmiş öbür türlü filozoflar karşısında belli belirsiz bir çekingenlik ve hayranlık duyarlar. (Çünkü beri türlüsü “milyoner şişko” Aristo cinsinden sistemli filozoflar ya da sistem filozoflarıdır veya Sofist tipli hukukçu şarlatanlardır.) Hele bir de bunun popüler kültür sahasına aksetmiş yarı “aydınlık” yarı kasvetli/bohem uygulamalarına, Camus ve Sartre’ın düşünen bir insan için utanç vermesi gereken bir sabırsızlık ve şehvetle gelip katıldıkları gibi operasyonlara bayılırlar. Camus ve Sartre sayesinde Fransızlar, dünya çapında şöhret sahibi resmî işe yaramaz ve gerektiği zaman bildiğimiz anlamda da yaramaz sözümona serseri, sözümona filozof, sözümona yaratıcı ve sözümona deha sahibi yazarları olmuştur.
Derrida’nın derdi
İşte burada yapısal sürekliliğe bakmamız gerekiyor. Çapraşık çelişik bir şeydir yapısal süreklilik. Camus ve Sartre’dan sonra Kierkegaard, Heidegger, Valery, Gide vesaireyi üst üste koyan, arka arkaya getiren, pürüzleri tek tek tespit eden bir zihinle bütün bunlar arasındaki pürüzleri tek tek tespit eden bir zihin gelmesi neredeyse önceden matematiksel olarak kestirilebilir bir şey. Sorun şu ki, bu insanın, bu düşünürün, bu yazarın veya bu artistin (Camus de Sartre da yazardan çok birer artist olarak karşımıza çıkarlar; yazdıklarının analitik veya sentetik anlamları çabucak tüketilebilir; onlar bakımından önemli olan biraz jest, daha çok pozdur, şu bizim küçücük Camus ve Sartre’larımızın dillerinden düşmeyen kelimeyle söylersek: duruş) nereden nasıl geleceği kendi başına bir mesele olabiliyor. Ve felsefenin kestirilebilir geleceği felsefe olma onurunu tadabilmek için kendi gelişine veya geleceğine ipotek koyan şeylere meydan okuyor; meydan okuma yolunda da kendi temelleriyle tuhaf ve sıklıkla çaresizlik veya beyhudelikle sonuçlanan bir mücadeleye girişiyor. Derrida da, okuduğu birinci sınıf Alman ve Grek düşünürleri bir yana, Fransız geleneğinin içinden böyle çıktı, ya da aynı geleneğin içine böyle etti. Amiyane bir tabir kullanıyoruz belki, ama Derrida’nın çözüştürme (déconstruction) felsefesinin argosu da olsa olsa içine etme olabilir…
Peki n’oldu sonra; yani arka arkaya çuvallayan ve yaşı ilerledikçe zihni modernin olgunluğunun berisine çekilen, bir nevi çocuksulaşan yine de genç filozof adayı Jacques Derrida’nın başına sonra ne geldi? Öncelikle, 1955’te veremediği sözlüyü 1956’da vererek kendini biraz topladı ve öğretmen-okutman olma hakkını kazandı. Bu arada sonraki çalışmalarını bilmemiz şartıyla başarı kabul edilebilecek işler de yaptı. Harvard Üniversitesi’ne okutman olarak yollandı, Cezayir’de İngilizce ve Fransızca öğretmenliği yaptı ve nihayet Paris Üniversitesi’nde hocalık etme şerefine nail oldu. Bu arada Husserl’in bir kitabını Fransızcaya tercüme etti ve Jeanne Cavaille epistemoloji ödülüne layık görüldü.
Görünen o ki Jacques Derrida (yaşıtı, kuşaktaşı Edward Said’le paylaştığı acı bir biyografik not var: Derrida’nın anne babası özentili insanlar oldukları için Fransız tâbisi olmalarına rağmen oğullarının adını “Jackie” koymuşlardı; filozof daha sonra kendi adını tahsis ederek “Jacques” Derrida yaptı. Bunun ötesinde Said’le Derrida arasında bütün benzerliğin bu olmadığı da tartışılabilir, tartışılmalıdır; buna bu yazıda geleneksel olarak yer bulamayacak olsa da…) gençliğinde felsefi kariyeri bakımından yaşadığı sıkıntıları tazmin etmesini bilmiş olmakla beraber, bu sıkıntıların kaynağından kopmamıştır. Dokuz yıl süren doktora çalışmasının sonunda hocası artık dayanamayıp, “Hiçbir zaman bitiremeyeceğinizden endişe etmeye başladım,” der asistan Jacques Efendiye. Gerçekte de olan budur; hiçbir zaman bitiremeyecektir doktorayı, o tezi. Dahası bütün düşüncesini hamle olarak bitirmeme üzerinde odaklayacaktır.
Derrida okuduğunuz zaman bunu daha net görüyorsunuz. Yazılarını yazma, konferanslarını verme tarzı bile giderek kasıtlı bir biçimde bitirmeme üzerine kuruludur. Bu, felsefenin özüyle tutarlı, filozoftan beklenen önermeler ve öneriler bakımından sonuçsuz bir şeydir. Derrida’yı bütün diğer o şaklaban ve şarlatan postmodernlerden biri, ayrımsız ve ayrıcalıksız bir postmodern üçkağıtçı gibi gösteren de bundan başkası değildir. !970 sonrasının Fransız neo-Sartre’larından herhangi biri imiş gibi bir görüntüsü yok değildir Jacques Derrida’nın da. Hatta ülkesinde pek o kadar da bir numarasının olmadığını biliyoruz. Fransa’da Derrida’nın diğerleri arasında önceliksiz, eşit, hatta sıradan bir konumu var. Felsefesinin görünümü itibariyle karmaşık ve çapraşık olmasının da bir etkisi mutlaka var bu sıradanlık mevkii üzerinde, ama asıl etkenin Derrida’nın Fransız düşünürü olarak kendisinden beklenen şeyleri hiçbir zaman tatmin edemeyecek kadar felsefenin özüyle tutarlı olmasıdır diye düşünüyoruz.
Felsefenin özü ya da insani mükemmelin imkansızlığı
Felsefenin özü, insan hayatının ve kimliğin, kişiliğin yeterince mükemmel olmaması ile varlık kazanmış bir şey. Felsefeyi var eden ve yönünü tayin eden şey, temel insani eksiklik ve yanlışlıktır. İnsan yanılan bir varlıktır ve bilgisi, sezgisi, düşüncesi, inancı, kısacası hiçbir asil, mühim, vahim özelliği tam değildir. Felsefe bir yere kadar yani Grek asırlarından yirminci yüzyıl felsefelerine kadar bunu sosyal bir planda ele almıştır, daha doğrusu bu temel sorunun insan soyuna ait olduğu oranda sosyal olduğunu gözetmiştir, meselenin sosyal boyutunu hiçbir zaman tam anlamıyla inkar veya ihmal etmemiştir. Yoksa Grek felsefesi İslam âlimleri ve Hıristiyan keşişleri eliyle nasıl sonraki çağlara taşınabilirdi ki?
Felsefenin özünün zamanla bir tür sosyal yenilgiye, dahası bozguna uğradığını görüyoruz. Hem de en sosyal olduğu noktada, yani Aydınlanma dediğimiz genel Avrupalı politik-kültürel projeler felsefesinde. Derrida’nın “mahdumu” olduğu düşünce de budur, yani Aydınlanma düşüncesidir. İnsan soyunun topyekun, Avrupa’dan başlamak ve yer sathına yayılmak kaydıyla topyekun düzeltilmesi merkezinde bir araya gelen ve bilgi-muhakeme özdeşliğini veya bütünlüğünü esas alan, mutlaka rasyonalist ve pozitivist olmasa bile rasyonel ve pozitif olan cidden içselleştirmiş ve aslında gelmiş geçmiş bütün felsefeler içinde en yaygın ve başarılı olma onuruna ermiş modern düşünceler geleneğidir. Hem modern hem gelenek olması, hem insan soyuna bir çekidüzen verme amacını taşıyıp kelin ilacı olsa başına sürer hesabı bizzat kendi mensubu olan düşünür ve politikacılar arasındaki anlaşmazlıkları gidermekten hep aciz kalması vesaire mahdumlarına, haleflerine dahiyane bir zevali, son derece başarılı olmuş bir yenilgiyi miras bırakan Aydınlanma’dır.
Aydınlanma için felsefenin özünü gerçekleştirmede başat bir numara düzeyinde başarılı bir düşünce yüzyıllar toplamı dersek, bu tür işlevsel bir yazıda böylesine bir formül bulmamızı kimse kınamamalıdır. Aydınlanma hakikaten gerçekleştirdi felsefenin özünü. Grek filozofların çaresiz fantazileri ya da Hıristiyan keşişlerinin, azizlerinin dostça, eh biraz da hödükçe teklifleri topluma yeterince aksetmiştir denemez. Zira, politikacılar ve askerler düşünürleri yer yer bağırlarına bassalar veya başlarında taşısalar da (sık sık da taşlamış veya taşlattırmışlardır) toplumsal hadiselerde planlamalarını, mücadele ve düzenlemelerini sağduyuya, politik geleneklere, sık sık kişisel sezgilere göre yapmayı devam ettirmişler; felsefe de seçkin kimselerin ileri boyutta eğlencesi veya şahsi tekamül azim veya arzularını tatmin eden sanatlardan bir sanat, gayretlerden bir gayret olmayı sürdürmüştür.
Rönesans’la birlikte düşünce ile politikanın, yöntemle kavganın çakışmaya başladığını, hatta iç içe geçtiğini görüyoruz. Dante Alighieri veya daha sonra gelen Machiavelli ile birlikte yürüyen, düşünce diyebileceğimiz bir tür yarı felsefeyle karşılaşıyoruz. İnsanlığın İtalyan yüzyıllar demek olan Rönesans’ta kent toplumlarının, kent cumhuriyetlerinin birbiriyle savaşırken dinden çok düşüncenin sancaklarını taşıdığını görüyoruz. Bunda elbette medeniyetin dinden, devletin kiliseden sıyrılmasının, Avrupa’nın kurucu-taşıyıcı insan tipinin tüccar-burjuva tipi oluşunun payı büyük. Felsefenin özü artık üç beş seçkinin ihtiyarında ve haznesinde kalmazdı. Avrupa’da değer diye bilinen her şeyin başına geldiği gibi, felsefe de Rönesans ve sonrasında fildişi kuleden inerek kentin sokaklarında, zindanların kokulu koridorlarında, savaş meydanlarında, çarşı pazarda ve en çok da burjuva seçkinlerinin İtalya’dan başlamak üzere bütün Avrupa’ya yaydıkları salon hayatının, salon kültürünün içinde yerini bulmaya başladı.
Hikaye yüksek kilise kültürünün karşısında yüksek aristokrat-burjuva kültürünün yaratıldığı, kendini yaşar ve sürer kıldığı 16-19. yüzyıllar boyunca kentler ve ülkeler arasında gelişip durmuş ve nihayet aristokrasiyle burjuvazinin kozunu paylaştığı Fransa’da Aydınlanma adı altında safını belli etmiştir. O ana kadar her şeye rağmen yine de belli belirsiz bir seçkinlik şartını kendisiyle alakalı olanlara dayatan felsefe, Aydınlanma ile birlikte artık kapılarını cümle âleme açmış bulunuyordu. Bizim bir hayli yergiyle ve biraz da alay ederek yaklaştığımız “artist”lerin neye yaslandıkları, neye güvenerek düşünce atışları yapabildikleri bu gelişime bakılarak anlaşılabilir. Büyük Burjuva İhtilali döneminde Fransa’da artık ayaklı düşünce diye bir şey ortaya çıkmıştı ve bu bütün insanlığı düzeltmeye kararlı, nemrut bir ahlakçı, hesapçı, plancı yöntemler zümresiyle toplumun tamamına aksetmenin yolunu arıyordu.
Bu yol bulunmuştur. Modernlik veya modernleşme/modernleştirme ya da Batılılaşma/Batılılaştırma dediğimiz şey. Bu, “toplum mühendisliği” kadar abartılı ve sert, “kültür” kadar yumuşak fakat ağdalı olabilir. Devreye boynun eğri demişler. Toplum ve düzeltme deyince kalkışılmayacak proje yoktur.
Aydınlanma ve mahdumları
Batılı olup da Aydınlanma’nın çocuğu olmamak, hele bir filozof için mümkün değil. Biz bile özellikle mühendislik, ideoloji ve modern şiir üzerinden Aydınlanma âleminin bir parçası hâline gelmiş bulunuyoruz, ona hemen hemen hiçbir katkıda bulunmadan ve ondan ciddiye alınabilecek bir ihsan görmeden… Jacques Derrida da bir tür haylazlık ve yer yer beceriksizlikle de olsa Aydınlanma okulundan geçmiştir. Burada, filozofun ölümü üzerine Cumhuriyet gazetesinde bir yazı yazarak Derrida’yı bir tür Cumhuriyetçi/Aydınlanmacı olarak anmak isteyen üstat Önay Sözer’e şunu söylemek isteriz ki, bizdeki Cumhuriyet/Aydınlanma hadisesiyle Fransız düşünürlerinin veya politikerlerinin (varsa) ister istemez Aydınlanma/Fransız Cumhuriyeti okulundan çıkmış olmaları arasında nüanstan fazla farklar mevcuttur. Hele Jacques Derrida söz konusu olduğunda, bu Fransız filozofunun felsefi iradesiyle bir Kemalist felsefe hocası ya da meraklısının tutturduğu yön arasında bir tutarlık, geçiş, paralellik, bütünlük veya çakışma, özdeşme olamaz. Önay Hoca Derrida’nın bir Aydınlanma düşmanı olmadığı konusunda ne kadar haklı olursa olsun, düşmanı olmadığı şeyi çözüştürme arayışına, iddiasına sahip olan Derrida’yı olduğundan başka türlü yutturma çabasında haksızdır.
Derrida mahdumu olduğu Aydınlanma’yı niçin çözüştürmek istemektedir? Derin mesele ve esas soru burada olsa gerek. Gerisi yöntem ya da daha doğrusu yöntemin de aynı hal içre çözüşmesi gerekeceği için, üslup veya tarz diyebileceğimiz şeylerdir. Derrida konusunda yapılan en büyük yanlışlık, Derrida’yı saf üslup veya tarz olarak ele almaktır. Oysa aslında Derrida’nın saf bir üslubu da yoktur. Yönteme dayatılan bir üslup olduğu için Handikaplı, dili yarı kapalı, sakıncalarla dolu, sıkıntılı ve sıklıkla da boşa çıkan bir üsluptur bu. Çünkü, bir kere daha aynı soruyu sorma gafını yapmama müsaade ederseniz, ki bu gafı benden ve Derrida’dan çok daha önce Heidegger işlemiş ve hatta bunu özellikle şiir merkezindeki felsefe yazılarında üslup veya âdet hâline getirmiştir; çünkü Jacques Derrida niçin Aydınlanmadan bozma, özüyle üslubuyla hakiki ve sahici bir felsefe elde etmeye çalışıyor? Çünkü niçin dilin, Frenk dillerinin kurumsallığı içinde kurumsal olmayana doğru bir evrimin malum ve mevcut yaratıcılarından, ittiricilerinden biri olma gayretindedir? Çünkü niçin Marx ve Russell gibi Derrida da (ama üçüncü bir yolla) Aydınlanma sonrası bir durumda felsefenin erkini geri kazanma endişesini taşıyor?
Karl Marx ünlü sözlerinden birinde (ünlü olmayan sözlerini yok sayabiliriz Marx’ın, bu da var; çünkü Marx her sözünü ünlü olması için söylemiş bir düşünürdür, bir düşünce politikacısıdır, şarlatanlıksa modern ve postmodern şarlatanların başında gelir, samimiyetse gene aynı türden bir öncülük, babalık rolüne sahiptir) filozofların dünyayı tefsir ettiklerini, oysa aslında dünyayı değiştirmek gerektiğini söylemiştir. Marx düşüncesini neresinden alırsanız alın belli bir gelişim gösterebileceğiniz üzere, bu sözüyle Marx’ın yaklaşımını özetleyebilirsiniz. Bu sözüyle Karl Marx felsefenin kaderini ekonomi politik içinde çizme azmini ifade etmiştir. Burada Marx felsefi mutlakı görünüşe bakılırsa reddederek, Aydınlanma’nın saf pratik veya saflaştırılmış pratik amacına oldukça yaklaşmıştır. Özün maddede, davranış maddesinde, politikada ve tam olarak da aslında ekonomi olan bir politikada açığa, günyüzüne, gerçeklik alanına çıkmasıdır burada söz konusu olan. Tefsirin yerini eylemin alması bu anlamdadır.
Aydınlanma’nın mahdumlarından biri daha Aydınlanmanın yenilenmesi, devam ettirilmesi, temsili konusunda öncelikli bir öneme sahiptir. Bu da filozof unvanı tartışmalı olan İngiliz matematikçi Bertrand Russell’dır. Russell, Marx’ın mutlak teoriye karşı görece pratikçi yaklaşımına başka bir açıdan oldukça yaklaşır. Tersinden yaklaşır desek daha doğru. Felsefenin faydasızlığını savunduğu için Marx’ın karşısında da konumlayabilirsiniz Russell’ı ama aslında hem ikisi de aynı şeyi söylüyor hem de Russell’ın bir düşüncesi ikisinin aynı aileden geldiğini, Aydınlanmanın parlak mahdumlarından olduklarını göstermeye elverişlidir: Bu Russel’ın felsefeyi bilmeyeni bilme gayreti olarak tanımlayıp ona bilimin saf öncüsü rolünü vermek istemesidir. Bir şeyi biliyorsak o artık felsefi olmaktan çıkar, felsefenin meselesi olmaktan çıkar. Bilmiyorsak felsefe onu aydınlatmak için umutsuz ve kendi içinde sonuçsuz bir çabaya girer. Kendi içinde sonuçsuz diyorum, çünkü bilebildiği, çözebildiği anda orada bilim takımı devreye girip işi bitirecekler nasıl olsa; felsefe de bilinmezi araştıran meraklı çılgın ya da faydasız deha rolüyle avunacak.
Derrida’nın derdi
Daha önce de söylemiştin bunu diyorsunuz
Bir kere daha söylesem
Bir kere daha mı söylesem
-T. S. Eliot
Bize göre, burada bana göre, çünkü burada ikinci bir göreni tanımıyorum, belki Murat Güzel beni uyuşukluktan sıyırabilir, bir şeyler yazarsa konu hakkında, hangi konuysa artık; Marx ve Russell’da temsilini bulan iki belirleyici yaklaşım da hem felsefeye tanıdıkları roller bakımından kuru avuntudan ibarettir hem de felsefeyi gerçek kılma azimleri sayesinde felsefeye indirilebilecek en ağır darbeleri ister istemez indirmişlerdir. Burada artık Derrida düşüncesi bir tür felsefi farz-ı kifaye hâline gelmiştir. Derrida’nın giderayak kendini umutsuz bir şekilde Kral Marx’a bağlanmaya çalışmış olması veya daima yakın ya da uzak bir felsefenin içine “son gelen kişi olarak” yerleşmeye ve bu sayede onu yerinden etmeye çabalamış olması birçok izleyiciye ne kadar eğlenceli görünürse görünsün, işin en temelinde yatan gerçek şu ki, Jacques Derrida fikri hür vicdanı hür irfanı hür Aydınlanma filozoflarının serbestisine sahip olabilmek, ama aynı zamanda onların yedikleri herzelerden uzak durmak ve felsefeyi aradaki pratik asırlarının yol açtığı yozlaşmalardan arınarak felsefeye bağlamak için ciddi ciddi çile çekmiş bir düşünürdür. Zaten üslubundaki çetrefillikten tutun da dostluk pratik ve teorisine, kurumsallıkla ilgili sıkıntılarından düşüncesinin hiçbir zaman sonuçlanmamasına kadar çıkardığı ya da başına gelen her fikrî, irfanî hadise bu çileden kaynaklanır.
Derrida’nın öforiyasını çile diye tercüme etmenin elbette birçok sakıncası olabilir. Ama ne dediği anlaşılmayan bir şaklaban ya da şarlatanla değil de mesleğinin erbabı, ustası, insan sarrafı ve kendisi kadar başkalarının ne dediğini dakikasında anlama yeteneği de mühim olan bir düşünür karşısında olduğumuzu anlamanın araçlarından biri olabilir bu. Özetle ve işlevsel bir sonuç olarak, işlevdeki fikrî açığı da gözetlemek kaydıyla, Derrida’nın derdi ya da çilesi haybeye çekilmiş bir çile, şöhret ve saygınlık kazanma derdinden ibaret dert değildir. Batı felsefesi dediğimiz şeyin (tabi başka ne felsefesi var, bu da yarı) donatımını veya zırhını terk ederek özünü tamir etme girişimidir Jacques Derrida felsefesi. Ve bu muhtemelen Fransız ulusunun hiçbir işine çare olmayacağı kadar, Türkçe ile yolunu bulmak isteyenlerin dikkatini de o kadar hakkeden bir felsefedir.