Wallerstein’ın durumunda olduğu gibi, Edward Said deyince de yine 1950 kuşağından, kendini yaratmış bir Amerikalıyla karşı karşıyayız. Akademik olarak başka alanlardan çıkmalarına ve siyasette başka roller edinmelerine rağmen; Wallerstein, Chomsky ve Said bugün “Amerikan entelektüeli”ni temsil konusundaki yazarların başında geliyor. Zizek, Derrida ve Baudrillard gibi, Avrupa’nın “kızılyıldız” entelektüellerinin bile kıskandıracak bir konum bu. Bir zirve. Oraya çıkmak kendi başına zor bir iş. Ama orada kalmak daha da zor. Bunun için sürekli yeni numaralar çekmek ve cazibenin merkezini işgal etmeyi sürdürmek gerekiyor. Bu yazıda Edward Said örneğinde göstermeye çalışacağız.
Edward Said, aslen 1935 doğumlu Filistinli Hıristiyan. İşgalden önceki Kudüs’te doğmuş. Çocukluğunun bazı bazı yaz aylarını babasınınn onları götürdüğü Lübnan’ın dağ köyü Dar el Şuveye’de geçirmiş; ki bunu da hiç hayırla anmıyor. Kahire’deki bir İngiliz sömürge okulunda okumuş. Buradan atılınca babası onu Amerika’ya okumaya göndermiş. Amerikanlığı buna dayanıyor. Princeton ve Harvard’da okumuş. 1951’den beri Amerika’da yaşıyor. İngiliz edebiyatı profesörü, edebiyat eleştirmeni; ama ününü borçlu olduğu şey daha çok biyografisindeki tuhaflıklar. Hayatını bunun siyasetini üreterek geçirmiş.
Babası tuhaf bir adam. Annesi de daha az tuhaf değil aslında. Baba, Osmanlı tebaasından olduğu için, Balkan Savaşında askere alınmamak üzere 16 yaşında Amerika’ya kaçmış. Orada okula devam etmiş, çalışmış. Birinci Dünya Savaşında Amerikan askeri olarak Fransa’da bulunmuş. Görünüşe bakılırsa, Amerikan vatandaşlığına hak kazanabilmek için yapmış bunu. Kazanmış da. Yani dünyanın hangi yana döndüğünün açıkça bilincinde bir adam. Uyanık. Yine de, 24 yaşında Filistin’e dönüp hayatını burada kurmuş. Sonra Mısır’a taşınmış, küçük Esward’ı Kahire’deki Victoria Koleji’ne yazdırmış. Edward burada dikiş tutturamayınca onu Amerika’ya götürüp bırakmış. Nihayet 1963’te Mısır’dan Lübnan’a göç etmiş.
Annesi hakkında bulabildiğimiz tek bilgi, çocuğa Edward adını verenin o olması. Galler Prensi Edward’ı çok severmiş; oğluna da onun adını layık görmüş. Zaten Edward Said’in fotoğraflarına bakarsanız, aristokrat özentisi bir görünüşü olduğunu fark edersiniz. “Tevarüz edilmemiş asalet” falan da değil bu. Basbayağı aileden tevarüs edilmiş bir asalet merakı, özentisi; ne derseniz.
Bunun Said’de açtığı yara o kadar derin ki, onun nerede artık şu veya bu Batılı yazara özenmeksizin kendisi olduğunu araştırmaya kalkarsanız elinizde birbiriyle tutmayan, hatta kasıtlı olarak dağıtılmış izlenimi de uyandıran bir yığın biyografik ve torik tuhaflıktan başka bir şey kalmadığını görürsünüz. İtalyan olarak doğmadığına pişmanmış gibi bir havası var. Sürekli olarak Vico, Croce, Gramsci çizgisinden söz ediyor. Bu üç İtalyan yazarın konularını nasıl da yere indirdiklerini, dünyevileştirdiklerini yere göğe sığdıramıyor. Kendisinin de bunu yaptığını sıklıkla vurguluyor. O kadar sık vurguluyor ki, yazılarında bunu gerçekten yapmaya pek fazla yeri kalmıyor. Üstelik de bu üç yazarın konularını dünyevileştirme, yani gerçekçi kılma tutumlarının aynı zamanda bir yerlileştirme, İtalyanlaştırma işlemi olduğunu bile bile inkar ediyor, gözden uzaklaştırıyor. Said’in temel konusu nedir diye sorulursa, Türkiye’deki okuyucularının çoğu “oryantalizm eleştirisi”, “Filistin davasının savunulması”, “sürgün felsefesi”, “günümüzde entelektüelin siyasi rolü”, “kültürel emperyalizmin deşifre edilmesi” gibi iddialı cevaplar verecektir. Bize sunulan budur çünkü. ‘Edebiyat eleştirisi’, ‘otobiyografi yazmak’ vs. gibi daha cılız ama zenginleştirici cevaplar da verilebilir. Dolayısıyla bunlara inanmak gerekirse gerçekten hepimizi kıpırdatacak sistem karşıtı bir deha karşısındayız. Peki, bakalım gerçekten böyle mi?
“Son drece din-karşıtı bir siyasetten yana olmama rağmen, İslam dünyasında sık sık övgüyle İslamiyet’i savunan biri olarak betimleniyorum ve bazı İslamcı partiler beni kendi taraflarından biri olarak görüyor. Hiçbir şey doğruluktan bu kadar uzak olamaz; terörizm savunucusu olduğum ne kadar doğruysa bu da o kadar doğrudur.” Burada tam olarak ne söylüyor Edward Said? Terörizm savunuculuğuyla İslam savunuculuğu arasında kurduğu bağıntı, doğrudan doruya Amerikan medyasının veri aldığı bağıntı değil mi? Böylece bir çuval inciri berbat edercesine, 25 yıllık ününü borçlu olduğu şeyi, Batı’nın/oryantalizmin yanlış ve kötü İslam imajının eleştirisini bir anda geri alıp bu imajı haklı göstermiş olmuyor mu? Üstelik yukarıdaki sözleri aldığımız yazıda geçen şu sözlerle bir kere daha çelişkiye düşmüyor mu: “Her neyse, 1987 Aralığı’nda patlak veren Filistin intifasında, bir halk olduğumuzu benim söyleyebileceğim her şeyden daha dramatik ve zorlayıcı bir biçimde kanıtladı.”
Aynı yazıdan alığım bu iki söz arasındaki çözüşmeyi fark etmişsinizdir. Filistin intifadası denilen şey İslam savunuculuğundan başka ne olabilir? Said, İslam savunuculuğunu kesin bir dille reddediyor, bu tür bir savunmayı terörizmle özdeş tutuyor; ama Filistin intifadası denince coşuyor. Fakat burada bir nüansı da gözden kaçırmamak gerekir. Said “bir halk olduğumuzu…” diyor. Yani sistemin zaten kabul ettiği, daha doğrusu etmiş gibi göründüğü bir dili kullanıyor. Nazik, diplomatça bir şekilde konuşuyor. “Halkların kendi kaderini tayin hakkı”na dayanıyor. Lenin versiyonuna değil tabii; Wilson versiyonuna. Yani Amerikan hegemonyasının en temel kabullerinden birine.
Her şeyi kendine çevirmekte biraz fazla usta bir yazar Edward Said. Ama sakin bir şekilde okuduğumuzda birbiriyle tutmayan, olduğunu ve yaptığını söylemeyen; sadece olmak istediğini, birlikte anılmak istediğini gösteren, genel olarak gösterişçi, dahası teşhirci bir yazar olduğunu anlayabiliyoruz. Durumunu kurtarmak, kendini bir kere daha görünür kılmak için kullanamayacağı bilge ve belge yok. Kendi hayatını, ilişkilerini bile desmiş bir yazar Edward Said. Bunu niçin yapar bir insan? Mazoşist bir gösterişçilik, kendini ezene, kendini yok sayana acılarını sunma değil midir bu? Said’in yazıları buna evet dedirtecek kadar, kendisini ve benzerlerini, yani sömürge insanlarını görmezlikten gelen, diyalog kurmayı reddeden, belli kalıp imajlara göre muamele eden sömürgeci veya sömürge zihniyetli Batılılara, özellikle yurttaşı olduğu Amerikalılara sitemlerle dolu.
Yerinden yurdundan edilmiş bir insanın kendisini görünür kılma çabası, bu şekilde tanımlandığı ölçüde, hem meşrudur hem de nispi” bir kahramanlık motifini de içinde barındırır. Oysa Edward Said’in durumunda, hem çilesiz ve zevkçi bir insan olmasının imkan dışına ittiği hem de bizzat kendisinin yazılarına temel olarak aldığı din-karşıtı, dünyevileşmeci görüşler yoluyla reddettiği şey tam olarak budur. Said’in durumu bu yüzden son derece çapraşıktır. Kendisinden sürgün diye söz ediyor, ama o bir sürgün değil. Tam tersine elinden tutulup kurtarılmış, parlak okullarda okutulmuş bir insan. Bir Arap, özelde bir Filistinli gibi görünmek istiyor; ama aslında o bir Amerikalı. Tam bir Amerikalı gibi konuştuğu sıra, Amerikalılarla duygu birliği içinde olmadığı her halinden anlaşılıyor. Amerikalılar, Edward Said gibi kendini ayrı bir milletmişçesine sunmaya kalkan Ortadoğu kökenli bir züppenin Başkan Jefferson, Demokrasi veya Amerikan Anayasası konusunda ufak ufak attığı nutuklarla niye sarsılsınlar ki? Çok genel olarak, Said’in sesine bir yakıcılık katmaya özendiğini gizlemeksizin şu veya bu konuda attığı zarif nutuklar, Murat Menteş’in bir şiirinin başlığındaki gibi bir “entelektüel için ninni”ye dönüşüyor mu sizce de?
Tabii şu da var ki Batı’nın oryantalizm temelinde nasıl olumsuz bir İslam imajı yarattığının ortaya çıkarılmasında Edward Said’in rolü inkar edilemez. Kimsenin bunu inkar ettiği de yok zaten. Mesele daha çok, Said’in neleri inkar ettiğini bulup ortaya çıkarma meselesidir. Çünkü bunlar ortada olmadan, dahası bunların idrakine varmadan Edward Said’i okumak Batı özentisinin, Batı taklitçiliğinin alanını kendi kalplerimize ve zihinlerimize doğru genişletmekten başka işe yaramaz. Evet, oryantalizm Batı’nın atılım imkanlarımızı kırmasında tam da Edward Said’in dediği gibi bir “keşif kolu” olarak rol oynamıştır. Fakat Said’in bugün hâlâ dünya çapında merkezini işgal ettiği Oryantalizm eleştirisinin direnişçiliğimizi kırmasına izin verirsek, bu bilginin bize hiçbir hayrı dokunmayacaktır.
Said’in durumu Amerika’nın meşhur siyasi basketçilerinin, şarkıcılarının durumuna benzer. Şöhretin, başarının zirvesindedirler ve yer yer beyazların siyah karşıtı tutumlarına, “kötü zenci” imajına karşı ateşli tepkiler gösterebilmektedirler. Oysa bu, Amerika’daki siyahların bütün toplum içindeki olumsuz yerini zerre kadar kıpırdatmaz, aksine daha da pekiştirir. Çünkü bu meşhurlar içinden çıktıkları halkı bu yere mecbur eden zulüm iktidarına meşruiyet üretmekten bir an bile geri duramazlar. Bulundukları yere getirmelerinin sebebi budur.
Son olarak, bizler Amerika’nın siyahları veya genel olarak Batı karşısında Araplar yahut Latin Amerikalılar, hatta Doğu Avrupalılar veya Orta Asyalılar gibi değiliz. Köşeye sıkıştırılmış, hayatın her alanında engellenmiş, tutulmuş, sınırlanmış olmamız Batıyla diğerleri gibi büyük-küçük veya daha acısı köle-efendi ilişkisi içinde olduğumuz anlamına gelmez. Bizim Batıya verilecek bir cevabımız her zaman olmuştur. Kısacası, Edward Said veya sistem içinden başka herhangi biri bizim adımıza söz alamaz. İktidarla, dünya sistemiyle, Amerika’yla bir meselesi olmuş olması buna yetmez. O kendi adına konuşur; ki Said’in aralıksız bir şekilde vurguladığı da budur. Bize düşen, bu konuşmanın içeriğini ve bağlamını çözmekten ve anlamaktan ibarettir. Kaderlerimiz aynı değil çünkü.