O gece yerde yatıyorduk ve ben ipekböceklerini dinliyordum. İpekböcekleri, dut yaprakları içinde karınlarını doyuruyordu ve bütün gece onların yeme sesleri ile yaprakların üzerine bir şeyin düşme sesini duyabiliyordunuz. Ben ise şahsen uyumak istemiyordum çünkü uzun süredir eğer karanlıkta gözlerimi kapatıp kendimi salıverirsem, ruhumun bedenimi terk edeceğini bilerek yaşıyordum. Uzun süredir bu haldeydim, havaya uçtuğumdan, ruhumun içinden gittiğini ve geri geldiğini hissettiğimden beri. Bunu asla düşünmemeye çalışıyordum, ama geceleri, tam uykuya dalmadan önce başlıyordu ve onu yalnızca çok büyük çaba harcayarak durdurabiliyordum.
Bunlar, Ernest Hemingway’in kısa öyküsü Now I Lay Me’de Senyor Tenente’nin gözlerini kapadığında ruhunun bedeninden çıkıp gitmesinden korktuğu için çektiği uykusuzluk içinde düşündükleri. Savaş psikozlarının edebiyattaki yansımaları düşünülünce akla ilk gelen isimlerden biri olan, kendisi de Birinci Dünya Savaşı’nda savaşmış ve 61 yaşındayken hayatına son vermiş olan Ernest Hemingway, Silahlara Veda kitabında olduğu gibi bu kısa öyküsünde de “şarapnel şoku”na girmiş bir karakteri konu ediyor.
Şarapnel şoku veya orijinal adıyla shell shock terimi, ilk olarak 13 Şubat 1915’te İngiliz doktor Charles S. Myers tarafından Lancet dergisine yazdığı bir makalede kullanıldı. Fransa’daki İngiliz birliklerinde askerlerin gittikçe artan ve makul bir şekilde açıklanamayan şikayetlerini bizzat yerinde gözlemleyen Myers, askerlerin histerik ve nevrotik ruh hallerini, aşırı yorgunluklarını, vücutlarının hareketlerini tamamen kısıtlayacak şekilde kasılmasını, bir noktaya sabit bir şekilde saatlerce bakmasını, geçici körlüklerini, iştahlarını kaybetmelerini bu askerlerin etrafında patlayan bombaların, havada uçan mermilerin yarattığı bir psikoz olarak yorumladı ve bu duruma shell shock adını verdi. Myers, tanımında psikolojik zorlanmalardan ziyade fiziksel etkilere dikkat çekti: Şarapnel şokunun duyma, görme, tat ve koku alma gibi duyuları harap ettiğini, askerlerin içinde bulundukları kötü durumun açıklamasının bu olduğunu savundu. Fakat Myers ve görüşünü paylaşanların ilk aşamada gözden kaçırdıkları bir şey vardı: Semptomlar, hiçbir zaman aktif olarak çarpışmayan, kendisini bombaların ve mermilerin arasında bulmayan askerler arasında da sıklıkla görülüyordu. Dolayısıyla Myers’ın öne sürdüğü fiziksel açıklamanın geçerliliği sorgulanmaya başladı ve zamanla yetersizliği bariz hale geldi; şarapnel şokunun tedavisi nispeten kolay bir beden rahatsızlığı olduğu sanısı, yerini bu terimin savaş sırasında askerlerde ortaya çıkan birçok psikolojik rahatsızlığı tanımlamak için kullanılan genel bir teşhise bıraktı.
Teşhisin genelleştirilmesi durumun anlaşıldığının değil, aksine kafaları karıştırmaya devam ettiğinin göstergesiydi. Şarapnel şoku kısa zamanda birçok açıklamayı içinde bulunduran bir terim haline geldi: Savaşa gösterilen psikolojik bir reaksiyon, beyin sarsıntısı, hatta askerlerin savaştan “kaytarma” isteği. Fakat bu açıklamaların çoğunlukla göz ardı ettiği bir şey vardı, Birinci Dünya Savaşı’nın o zamana kadar benzeri görülmemiş ölçüde sanayileşmiş bir savaş oluşu ve buna paralel olarak yarattığı dehşet ile korkunun katlanması. İnsanın en temel içgüdüsü olan hayatta kalmanın korkunç bir tehdit altında olduğunun görmezden gelinmesi, askerlerin bunun baskı ve gerilimiyle mücadele etmekte yaşadıkları zorlukların birtakım sosyal beklentiler ve cinsiyet rolü kavramsallaştırmalarıyla hasıraltı edilmesi, şarapnel şokunun kurbanlarını birebir etkilediği dönemde gerektiği gibi, hakkıyla anlaşılmasını zorlaştırdı. Bu da geniş bir skalada sorunlu “çözüm”lerin geliştirilmesine neden oldu.
Örneğin, 1915 sonlarında İngiltere’de nevrotik belirtiler gösteren askerlerin iki şekilde sınıflandırılması öngörüldü: “Shell Shock W” ve “Shell Shock S”. “W” wounded yani yaralı askerleri, aktif olarak savaşıp yara almış olanları; “s” ise sick yani gözle görülür bir yarası olmayan hasta askerleri ifade edecekti. Rahatsızlıklarını kanıtlayacak maddi delilleri olan askerler savaş zayiatı kabul edilecek ve ordudan emekli olup maaş alabileceklerdi. Rahatsızlıklarını bir yara veya kayıp uzuvla kanıtlayamayanların ise böyle bir hakkı olmayacaktı. Bunlar sevk edildikleri hastanelerde tecrit edilecek ve/veya şok tedavisine tabi tutulacak, yeterince “erkekleştirilip” savaşa geri kazandırılacaklardı. Aksi takdirde herhangi bir hak iddia edemeyeceklerdi. 1918 sonlarında bu uygulama kapsamında yaralı kabul edilen askerler yalnızca ölümcül yaralı olanlardı, dolayısıyla artık “basit bir yara” işi kurtarmıyordu. Elbette psikolojik rahatsızlıklar da öyle.
Bu durum, şarapnel şokunun anlaşılamamasına yalnızca bir örnek. Osmanlı Devleti’nden bir diğer örneği ise Yücel Yanıkdağ veriyor.* 1919 yılında Şişli’deki Lape Fransız Hastanesi’nde nöropsikiyatr olarak çalışan Doktor Şükrü Hazım’ın yazdıklarından yola çıkan Yanıkdağ, Galiçya Cephesi’nde savaşan bir Osmanlı askerinin hikayesini aktarır. Şükrü Hazım’ın ifadelerine göre, uzunca bir süre savaş alanında Alman ve Avusturyalı doktorlar tarafından iyileştirilmeye çalışılan anonim asker, çabaların sonuçsuz kalmasıyla teşhis ve tedavi için İstanbul’a gönderilir. Hazım, hastanın muzdarip olduğu felcin fiziksel bir nedenini saptayamaz, teşhisini histeri olarak koyar ve elektrik tedavisine başlar.
Savaş boyunca savaşan ülkelerin askerleri muhtemelen benzer birçok muameleyle karşılaştı. Savaş koşullarının aralıksız aktif muharebeyi zorunlu kılması, ve siperlerin hiçbir zaman boş bırakılmamasının gerekmesinin yanında bu muameleleri açıklayacak çok önemli bir başka faktör de dönemin “erkeklik” inşası ile buna bağlı olarak şekillenen beklentilerdi. Michael Roper, 19. yüzyılın ortalarına kadar hakim olan algının savaşın ayak sesleri duyulmaya başladığında çoktan silinmeye yüz tuttuğunu söyler. Merhamet ve insaf odaklı bu algıda Roper’a göre Hıristiyan inancının önemli etkisi vardı. Fakat bu algının zamanla yerini daha agresif ve maneviyattan kopuk bir kavrayışa bırakması, erkeklerden bekleneni de değiştirmiş, onların acıya dayanıklı, duygularını kontrol altında tutan, başına gelen talihsizlikleri unutan bireyler olmalarını öngörmüştü. Roper’ın tezine erkeklerin toplum içinde her zaman böyle “sert” ve “sağlam” durmalarının beklendiği söylenerek karşı çıkmak mümkün; fakat burada dikkatin bu beklentilerin giderek modernleşen ve gelişen savaş teknolojileriyle birlikte şekillendiğine odaklanması gerekiyor. Dünya daha önce hiç görmediği çapta bir savaşla boğuşurken, ideal erkek gitgide daha sert, daha agresif ve daha kontrollü bir tasavvur haline geldi. Ordu mensuplarından da güçlü iradeye sahip olmaları, kahramanca savaşmaları ve toplumlarının erkeklik ideallerine uymaları bekleniyordu. Şarapnel şoku ise bu beklentilerin tam karşısında duran, onları yerle bir eden bir şeydi. Dolayısıyla bu dertten muzdarip askerlerin “yeterince erkek olmadıklarına” kanaat getirilmesi veya bunu savaştan kaçmak için bir bahane olarak kullandıklarının düşünülmesi şaşırtıcı değil. Bununla bağlantılı olarak bu askerlerin tecrit edilerek veya elektrik tedavisiyle “sertleştirilmek” istenmeleri, cepheden hastaneye kaldırılmalarının onları ödüllendirmek olarak görülmesi ve bu yüzden askerler cepheye dönmeyi kendileri istesin diye hastanede geçirdikleri günlerin olabildiğince kabus haline getirilmesi de şaşırtıcı değil. Histeri ve nevrozun “kadın hastalıkları” olarak görüldüğü bir dönemde (durumun artık böyle olmadığını iddia etmiyorum) şarapnel şoku yaşayan askerlerin “gerçek erkek” idealinden uzaklaşmaları, onları toplumsal hayatta marjinalleştirip alınlarına bir kara leke olarak çalındı. Bu durum da hastalıklarını onlar için tanımlayan savaşı birebir tecrübe etmemiş doktorlar, geri döndüklerinde onlara nasıl davranmaları gerektiğini çözemeyen aileler, onlardan ölmeye ve öldürmeye hazırlıklı olmalarını bekleyen üstler tarafından muhtemelen hiç anlaşılamadı. Şarapnel şoku yaşayan askerlerin durumu ya savaşın sertliğine vurgu yapılarak (ki bu durum tanımlamada “şarapnel” kelimesinin geçmesinde de kendini gösterir) meşru kılınmaya çalışıldı ya da bu strateji başarısız olunca bu askerler cinsiyetler arasındaki farkın hakkını veremeyen, korkak efemine bireyler olarak görüldü. Bir de bu askerlerin sıkıntısının “yeterince öldürememek”ten kaynaklandığını savunan, diledikleri gibi düşman öldürebilseler bir şeyciklerinin kalmayacağını düşünenler vardı.
Şarapnel şoku, muhtemelen Birinci Dünya Savaşı’ndan önce de var olan bir fenomeni tanımlasa da, Büyük Harp’le birlikte anılması anlaşılır bir şey. Bu savaştaki “vatandaş asker”lerin, savaşa gönüllü olarak veya çağırılarak katılan bireylerin, profesyonel askerlerin aldığı fiziksel ve teknik eğitimi almaya vakitlerinin olmamasının yanında çok büyük toplumsal ve psikolojik değişimleri de göğüslemeleri gerekiyordu. Adam öldürmenin kanunen yasak olduğu ve cezaya tabi tutulduğu sosyal ortamdan bu eylemin desteklendiği, teşvik edildiği savaş ortamına geçiş, korku ve suçluluk gibi duyguların bastırılması gerekliliği, önceden sahip olunan hayatın geride bırakılması ve normlarına alışılmış bir dünyadan tamamen yabancı bir diğerine geçiş yapma durumu “vatandaş asker”lerin sinirlerini elbette harap etti. Kaldı ki yıllardır orduda olan profesyonel askerler dahi çöküntüye uğradı. Çünkü eğitim savaşın gerçeklerine hazırlamıyordu; ister savaşa sonradan katılanlardan bazılarının aldıkları akademik eğitim, isterse ordunun çekirdeğinin aldığı askerî eğitim olsun. Savaş korkutucuydu. Ölüm dehşet vericiydi. İnsan makine değildi. Şarapnel şoku, tabip subay E. Macpather’in dediği gibi “bildiğimiz ödlekliğin başka bir adı” değil, psikolog ve psikanalist Erik Erikson’un dediği gibi “kişinin kendisini devamlılığı ve birliği olan bir şey olarak deneyimleyememesi” durumuydu, bir kimlik kaybıydı.
“Şarapnel şoku”, psikolojik bir rahatsızlıktan ibaret değil. İçine beklentilerin, hayal kırıklıklarının, savaşın görmezden gelinmek istenen ve göz ardı edilemeyen gerçekliklerinin ve insan doğasının girdiği bir sosyal inşa. Cinsiyet tanımlamalarının ve beklentilerinin yalnızca kadınlar için değil, erkekler için de son derece zorlayıcı olabildiğinin eksiksiz bir göstergesi.
KAYNAKÇA
Bourke, J. “Effeminacy, ethnicity and the end of trauma: The sufferings of ‘shell-shocked’ men in Great Britain and Ireland, 1914-39”, Journal of Contemporary History 35 (No.1, 2000): 57-69.
Mosse, G. L. “Shell shock as a social disease”, Journal of Contemporary History 35 (No.1, 2000): 101-108.
Roper, M. “Between manliness and masculinity: The ‘war generation’ and the psychology of fear in Britain, 1914-1950”, Journal of British Studies 44 (2005): 343-362.
Stagner, A. “Healing the soldier, restoring the nation: Representations of Shell shock in the USA during and after the First World War”, Journal of Contemporary History 49 (2014): 255-274.
Yanıkdağ, Y. “I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı askerlerinde harp nevrozu (savaş yorgunluğu) ve tıbbi yaklaşım”, Toplumsal Tarih 198 (2010): 70-76.
*Terim, Türkçeye “savaş nevrozu” veya “savaş bunalımı” olarak çevrilmiş. Fakat ben şarapnel kelimesinin kullanımına özel anlam atfediyor ve bu kelimeyi içeren bir çeviri tercih ediyorum.
*Yücel Yanıkdağ, Osmanlı askerlerindeki savaş nevrozları konusunda hemen hiç çalışma olmadığını, bu durumun da özellikle askerlerin kendilerinden daha gelişkin teknolojiyle savaşan bir düşman karşısında olduğu ve dehşet verici deneyimlerle karşılaştığı düşünüldüğünde son derece şaşırtıcı olduğunu yazar.