Michel Foucault’nun entelektüel camiada tartışılmaz ama dişil bir yeri var. Jorge Louis Borges’in hikaye alemindeki yerine benziyor bu yer. Borges de Foucault da netice itibariyle okuyucuya direkt hiçbir şey söylemez; fakat ikis de okuyucuyu belli bir yere doğru yöneltirler. Bu yer neresidir? Foucault’nun entelektüel camiadaki tartışmasız yerinin niye tartışmasız olduğu da buna bağlıdır, niye direkt bir şey söylemediği veya söyleyemediği de. Bunu bu yazıda biraz yakından inceleyelim.
Manipüle bir felsefesi var Michel Foucault’nun. İnsan zihninin bilgi konusunda Batı Avrupa örneğinde ne kadar ve ne yönde manipüle edildiğini konu edinmiş kendine. “Bilginin arkeolojisi” dediği şey, saygın görünmek için kendine “bilgi” ve “arkeoloji” terimlerini seçse de, esas olarak yüzyıllar boyu Batı Avrupa’da birilerinin yaptığı abrakadabraları tersine çevirme isteminden başka bir şey değildir. Bu yönüyle de herkesin rahatlıkla dikkatini çekmektedir. Eh, herkes biraz biliyor Batı Avrupa’da bilgi konusunda yüzyıllardır bir abrakadabra döndüğünü. Biliyor da, bunun tam olarak nasıl olduğunu, nasıl yapıldığını çözmek bir mesele. Ayrıca, buna karşı ne yapmal şazım geldiğini kararlaştırmak da daha vahim bir mesele. Sonra, bir mesele daha var ki, bu yazının konusunu oluşturuyor: Foucault düşüncesi kime dişilik ediyor? Yani bu bilgi arkeolojisi denen şey, en çok kimin işine yarıyor?
Nedir şu iktidar?
Foucault da, düşüncesinin anlamı yazılarının içinde değil dışında olan Batı Avrupalı yazarlardan biri. Türkiye’de Foucault düşüncesini baba yadigarı sana pek çok insan var. Yine de, Foucault düşüncesi pek de bize babamızdan miras kalma bir düşünce değil. Bizim meselelerimizle Foucault’nun meseleleri yer yer çakışsa da, birbirleri için yaratılmış şeyler sayılmaz bunlar. Mesela, Foucault’nun “iktidar” kavramı değil Türklerin, Amerikalıların bile iktidar kavramına yakın değildir. Batı Avrupa tarihinin asıl yapıcısı olan, son bin yılı ilerleme ve yayılmayla geçirmiş başka türden bir iktidardır. Nedir şu iktidar?
Foucault’yu ilginç, takdire şayan ve hatta bir an için masum gösteren şey, daima iktidarın kötülüklerinden söz etmesidir. Bu iktidar ki, bildiğimiz kara zulmü geniş halk yığınlarına adaletin tecellisi gibi satmayı başarmıştır. Bu iktidar ki, yalanı iktidarının temel aracı haline getirmiştir. Bu iktidar ki, sıradan insanların yatak ilişkilerine bile burnunu sokmuş, yaratılışın insana emrettiği en masum cinsel yönelimleri bile iffetsizlik olarak tanımlamıştır. Bu iktidar ki, tarihsel olarak miadını doldurmuş rejimleri ayakta tutabilmek için toplumsal ve siyasi yapının üstüne kalın ve ışık geçirmez bir örtü, bir peçe örtmüştür. Bu iktidar ki, akıl diye düzeni anlamış, düzenin dışına çıkan ve esasen aklın ferahlamasını, genişlemesini, rahat bir nefes almasını sağlayabilecek her türden davranışı delilik; deliliği ise inanca ve düzene karşı bir saldırı olarak kabul edip “delileri” işkence, kapatma ve zulümle yok etmeye, yok etmediği yerde de toplum hayatının dışına atmaya kalkmıştır. Bu iktidar ki, suç ve cezayı insansızlaştırıp aşağı yukarı her suça cehennemlik muamelesi yapmış ve toplumu “suçlulardan” arındırma, “suçluları” toplum dışına kapatma yoluna gitmiştir. Vesaire vesaire.
Bu türden bir iktidara, daha doğrusu iktidarın bu türden bir sunuluşuna kim taraftar olur? Türkiye’de düşüncenin temeli adalet kaygısı ve arzusu olduğu için, Foucault’nun ancak Karl Marx’a nasip olmuş bir tahlille tamamen tercüme edilmesi de sanıyoruz ki buna bağlıdır. Türk, adalet isteyen bir kimsedir. Düşüncenin mantıksallığı-matematikselliği ve estetiği bizde hep ikinci sırada gelir. Önce adalet. Yani önce hakikat. Zaten bizde hakikate adalet birbirinden kopmaz, biri olmadan diğeri var olamaz iki şey gibi algılanır. Bir şeyin hakikati bilinmeden o konuda adil olunmaz; adalet olmadan bir şeyin hakikati bilinmeden o konuda adil olunmaz; adalet olmadan bir şeyin hakikati ortaya çıkarılamaz. Bu duygusal kaziye, Türklerin düşünsel yönelimlerini baştan beri belirlemiştir. İsterse bu “Türkler” evrenselciliğe, Avrupacılığa veya Amerikancılığa gönül vermiş kimseler olsun.
Foucault’yu adalet düşüncemize katkısı olsun diye tercüme etmiş olsak bile, Foucault’nun adaletle ilgili kabul ve iddiaları bizim kaziyelerimizle pek fazla örtüşmez. Kendi ülkesinde, homoseksüelliği meşrulaştırmak için felsefe yapmakla suçlanmış olması boşuna değildir. Foucault’nun homoseksüel oluşu, Batı felsefe tarihini yüzeysel olarak bilenler için şaşırtıcı bir şey değildir. Hangisi heteroseksüel ki zaten? Şaşırtıcı yahut da Foucault’ya özgü olan şey, bu durumun düşünceleriyle çakışmasıdır. Erkek akla meydan okuyan bir düşünür, Michel Foucault. Homoseksüelliği bu yüzden öne çıkıyor ister istemez. Çünkü Batı felsefesinin insanla erkeği eşitleyen mantığına radikal bir biçimde karşı çıkıyor, ama bunun yerine de başka bir insan teorisi, anlayışı, disiplini koymuyor.
Foucault’nun felsefi şeceresi
Üstadı yerine koyduğu Nietzsche’den de bize kalırsa burada ayrılıyor, yani ta işin başında. Nietzsche, hakikat ve iktidar konusunda bütün saldırganlığına rağmen bir yerde erkek masumiyetinin, erkek otantiğinin, hakiki erkeğin peşindeydi. Kiliseyi lanetlediyse bundandı, modern kültürü aşağıladıysa bundandı, düşüncelerinin anti-hümanist bir çehresi varsa tamamen bundan.
Nietzsche, Foucault’dan çok daha cesur ve deneysel bir şekilde insan soyu içinde türlerden söz eder. Sanki hayvan veya bitki türlerinden söz eder gibi. Hakikat ona göre belli bir tütün hayatını idame ettirebilmek adına uydurduğu bir yalandan ibarettir. Bugün buna kısaca ideoloji diyoruz. Nietzsche’nin derdi rahiplerin, bilim adamlarının, büyük burjuvanın, Yahudi’nin hakikatiyle idi. Hakikati yani ideolojisiyle.
Hümanizm yahut da genel olarak Aydınlanma düşüncesiyle Avrupa ülkelerinin iktidar yapıları arasındaki bağıntı, mesela Karl Marx’ın aksine, Friedrich Nietzsche’yi rahatsız ediyordu. Marx, önünde sonunda ilerlemeci bir mantıkla, burjuvanın eski sistemi yerinden söken kararlılığını alkışlamak zorundaydı. Marx’ın itirazı yapısaldı denebilir. Kararlılığı doymazlığından geliyordu burjuvanın. Marx bunun bir felakete yol açacağını tahmin ediyordu; çözüm önerisi ise yeni sınıfın, yani proletaryanın burjuvazinin kararlılığını tevarüs etmesi ama doymazlığını olmaması yolunda bir şeydi.
Nietzsche gibi ironik bir kafanın bu türden ham hayallere karnı toktu oysa. Yaklaşan felaketi o da görüyordu; ama bir çözüm önerebileceğine inancı yok gibiydi. Çözüm değil de fantezi kabilinden düşünceleri vardı Nietzsche’nin. Tuhaf bir şekilde 20. yüzyılın sonlarında bütün çağdaşlarını geride bırakarak modern düşüncenin önüne hiç yenmemiş, bu yüzden de bayatlamamış gibi duran bir öğün gibi gelip yerleşecekti bu fanteziler.
Kısaca, Foucault eğer Nietzsche’den bir şey aldıysa, bu da ancak fantezinin analiz kadar değerli olabileceği fikri veya hissidir. Foucault, Nietzsche kadar cesur olmadığı için fantezilerini açıkça belirtmemiştir. Yuvarlak, muğlak ve kendi oyununu oynama yerine başkasının oyununu bozma yolundaki söylemiyle insanları buraya doğru çekmekle yetinmiştir. Foucault’nun ciltler tutan eserinde bütün yaptığı felsefi, ahlaki, siyasi bir değer ortaya koymak yerine, değer diye bilinenleri çürütmekten ibarettir.
Foucault’nun Levi-Strauss vs. öğretmen-düşünürlerle ilişkisi de çok farklı değildir. Muhtemelen Lucien Febvre’den zihniyet meselesini aldı; Buna “arkeoloji” gibi bir örtü giydirerek tabii. Annales Tarik Okulunun kurucusu Lucien Febvre, tarih biliminin siyasi olayları anlatıp geçmek yerine geçmiş zaman zihniyetlerini metin üzerinde yeniden kurması gerektiğini düşünüyordu; çalışmaları bu yöndeydi. Febvre’ün mantığı, öğrencisi Fernand Braudel’in Annales’i insansız, analitik, maddi bir yola çekmesi yüzünden ortadan kalktı, sürdürülmedi; ama bu durum mesela Foucault’nun bundan ilham almasını da engellemedi. Zaten Foucault’nun işi hep ilhamla. 20. yüzyıl sonunun teşbihçi düşünürlerinden olması da bundan. Levi-Strauss’un yarı kültürel yarı bilimsel çalışmaları Foucault’ya sadece bilgi ile iktidar arasındaki ilişkiyi ters yüz etme isteğini ilham etmiş görünüyor. Bunu okuduğu bütün yazarlara, tezgahından bir şekilde geçtiği bütün öğretmenlere yapmış görünüyor Foucault. Sonunda ortaya tanınmaz, disipliner görünmeyen bir tür kendine özgü disiplin ortaya çıkarabilmesini buna borçlu. Sınırları da bu yüzden belli değil. Kullanım biçimi de.
Disiplin yerine: imge ve keşif
Foucault’nun düşünceleri ölümünden beri başkaları tarafından disiplin haline getirilmeye çalışılıyor diyebiliriz. Yoksa, Foucault’nun düşüncesinin bütünlüklü bir düşünce olduğu bile söylenemez. Bir değeri ya da zihniyeti çürütmek, arkasındaki çıkar ilişkilerini açığa çıkarmak yeni bir değer oluşturmak için yeterli değildir ne de olsa. Kapitalizme karşı çıkan bir sosyalisti veya anarşisti, ya da devlet ekonomisi yerine piyasayı savunan bir liberali anlamak zor değil. Fakat Foucault gibi zihinleri eklemli bükümlü çalışan düşünürleri çözmek için onların kılavuzluğuna başvurmanın hiçbir anlamı yok. Çözümü dışarıdan kendiniz dayatmak zorundasınız.
Foucault taraftarlarının, şarihlerinin demek daha doğru olacak, en bayıldığı şey Foucault’nun imgeci ve keşifçi kişiliğidir diyebiliriz. Tamamen metinlerden yola çıkarak düşünce tarihinde hiç beklenmedik bağlantılar kuruyor, genel geçer düşünceleri zayıflatıyor veya tamamen küçümsüyor, yani artık çok güçlü bir yapı haline gelmiş bulunan Batı düşüncesinde yıkıcı gedikler açıyormuş gibi bir görüntü veriyor okuyucuya. Foucault, bunu okuduğu metinlerin zihniyetine Fransız kalarak yapıyor; yani kavrama karşı imgeyle, tarihe karşı keşifle yola çıkarak. Okuma biçiminde bu var. Buna düşünce denilebilir mi?
Bu sorunun cevabı Foucault’nun söyleyişlerinde var. Söyleyişlerinde metinlerle, yazarların söyledikleriyle ilgili bölümlerde adeta coşan Foucault, iş kendisinin bir şey vazetmesine gelince kem küm etmeye, lafı kıvırmaya başlıyor. Psikoloji disiplinine karşı çıkarken mesela, psikolojinin zaaflarını pürüzsüz bir şekilde sergiliyor; ama psikolojinin de nihayet insanın, tolumun bir ihtiyacından doğduğunu gözetmiyor, bu yüzden de psikolojiyi küçümserken onun yerine neyin konabileceğini açıkça söylemiyor.
Cinselliğin tarihinden bir pasajı buraya alırsak, Foucault’nun hiçbir şey vazetmeye meraklı olmadığı, mevcudu inkarı yeterli bulduğu biraz daha iyi anlaşılmış olacak:
“Beni dürten neden aslında çok basit. Ümit ediyorum ki bazıları için sadece onu söylemem yetecek. Bu tecessüstür; herhalde biraz inatla sarf edilmeye değecek tek tecessüs şekli: Öğrenilmesi uygun görülen şeyleri özümlemek için değil, kendinden kopmak için sarf edilen tecessüs. Bilme hırsı, şu veya bu yolla ve mümkün olduğu kadar bilen insanın yoldan çıkmasını değil de sadece belli bilgilerin edinilmesini sağlasaydı neye yarardı?”
Foucault’nun kendisini kendi ölçüleri içinde son derece açıkça ifade ettiği bu satırlarda bile belirsizlik var. Aşmak, kopmak ama nasıl, nereye doğru ve dahası niye? Ki bilginin de imgelemin de mevcut şeklinden kopmak bütün modernleri uğraştırmış bir meseledir. Alman modernistlerinden Rainer Maria Rilke değil miydi, Duino Ağıtları‘nda “Ne kadar da tuhaf artık eski arzuları arzulamamak; ne kadar da tuhaf artık eski inançlara inanmamak; ne kadar da tuhaf bütün bağlantıların çözülüp mekan içinde uçuştuklarını görmek…” diyen? Fransız modernist Arthur Rimbaud değil miydi, “Bir gölün tam ortasında bir camii görmek”ten söz eden? Türk modernistlerinden Cemal Süreya değil miydi, kendi kuşağı için “Biz yeni bir hayatın acemileriyiz,” sözünü sarf eden?
Modern dönem boyunca, daha doğrusu modernist düşünce ve sanat ortamında gelenekselin veya bütün olarak Geleneğin çözülüşü teması veya meselesi, bu ortama katılan herkesi belli bir dereceye kadar uğraştırmıştır. 20. yüzyıl değişimin bu anlamda hiç olmadığı kadar çeşitlendiği, sonuçsalın yerine süreçselin geçtiği bir dönem. Bu anlamda, Michel Foucault ve kuşağı da bütün aykırı görünümlerine rağmen tipik 20. yüzyıl insanları.
“20. yüzyıl insanı” sözünü tıpkı Foucault’nun Sartre için “19. yüzyıl insanı” derken kullandığı anlamda kullanıyorum. Foucault’ya göre Sartre 20. yüzyıl yeniliklerini yakalamaya ve anlamaya çalışan bir 19. yüzyıl insanıydı. Yani post-kültürel ve post-politik ortama ısınmaya çalışan bir eski tüfek, bir eski kafa, bir ideolojik… Foucault için bizim söyleyeceğimiz, bundan biraz farklılaşır tabii. Biz Foucault’yu 21. yüzyıla ısınmaya çalışan bir 20. yüzyıl figürü olarak görmeyiz. Böyle bir şey yok çünkü. Soğuk bir 20. yüzyıl figürüdür, soğukluğunu ölümüne kadar muhafaza etmiş ve modernistlerin genellikle dönp dolaşıp vardıkları türden bir klasizme, bir gelenekçiliğe varmıştır.
“Öteki”ne dönüşmek: Foucault düşüncesinin tek çaresi
Foucault düşüncesi kendisine öncülük eden modernist düşünürlerinin en karıncalı olan bölümünü, yeni kendilik-ötekilik meselesini bütün yerine almış bir düşüncedir. Modernistler kendilerine vazedilen kimlik ayrımlarını aşma ve kapma yoluyla inkar ederek başlar genellikle. Daha donra belli bir kimlik içinde kaynaşık unsur olmaktan özerk bir bireyliğe ulaşan benlik ve kendilik süreçsel bir şekilde tanımlanmaya çalışılır; yani modernist düşünürler bizden kendimizi tanımamızı isterler. Ve kendini tanıma süreci benzerlerini bulma arayışıyla sonuçlanır. Modernist düşünce böylece mevcut kimliğin reddinden yola çıkarak yeni bir kimliğin bulunuşu veya icadıyla sonuçlanır.
Foucault bu karıncalı düşünsel bölümü alıp düşüncesinin tamamı haline getirmiş görünüyor. Foucault’nun en ilginç yaklaşımlarından biri, benliğin ya da kendiliğin özerkliğini reddetmek oldu. Kültür aracılığıyla dünya hayatı içinde yaratılmış bir şey nasıl özerk olabilir ki zaten? Başka bir deyişle, Foucault’nun en sağlam adımı modernizmin hikmeti kendinden menkul tanımlarının sebebi mevcudiyetini yazılı kültürün içinde bulmaktır. Yani bunlar modernistlerin bizi inandırmaya çalıştığı gibi doğal, ilahi, “kendiliğinden” değildirler. O zaman da benlikten, kendilikten kopuş tek çare gibi kalıyor Foucault tarzı düşüncenin önünde.
Benlikten vazgeçmek ancak başka bir benliği sahiplenme, başka bir benliğe bürünme yoluyla mümkün. Buna benlik demek zorunda değiliz tabii. Fakat ne olursa olsun gene de bir şey olmak zorundadır. Erkek değilse dişi olacaktır. Dişi ya da erkek; fakat her durumda benliklerin bencilliklerinin dengeleyecek ortak bir dokunulmazlık alanı, ortak bir yücelik olmak zorundadır. Bu da aslında irade ve iktidarın inkarını gerektirir. Herkes kendinden koparak ötekine dönüşecektir. Fakat bunun bir adı yoktur. “Öteki” çünkü aslında ben, biz veya berikinin belirsizleştirilmiş, karartılmış karşılığından, karşıtından ibarettir. Aradaki yücelik dolayısıyla geçiş ilişkisi karanlıkta kalmıştır.
Foucault düşüncesinin yüceliğe ihtiyacı var. Yani kocaya, kocalığa, biraz da kocamışlığa. Çok genç ve fazla iffetli bir düşünce çünkü. Bakire ve bekar bir düşünce. Bu düşünce, muhataplarına hakim olmayan, felsefenin bilgelik tarafına sahip olmayan, söz konusu muhataba bir tür erosu sunan, onu baştan yani kendinden çıkmaya özendiren ve sahip ve hakim olmaktan çok olunmayı ister gibi duran bir düşüncedir. Ve Foucault düşüncesinin kocası kimdir? Ona hakim olan ve ondan yararlanan, aynı zamanda onu koruyan ve besleyen? Türk düşüncesi değil.