Ölenlerin ruhlarını cennete ulaştıran bir köprü, altından geçenin cinsiyetini değiştiren bir kavis, Hera’nın renkli elbisesi, umut ve şans sembolü… Gökkuşağının büyüleyici doğası uzun süre sır kaldı. Bu dikkat çekici ve fizik yasaları gereği ulaşılamaz doğa olayını anlamak için halklar kendi kültürleri ışığında bu duruma bazı yorumlar getirdiler. Geçmişe şöyle bir baktığımızda bu yorumların hiçbirinin olayın aslını açıklayamadığı çok açık. Aristo da bunun farkındaydı ve bu gizi çözmek adına tarihte ilk defa gökkuşağını incelemeye koyuldu. Ne yazık ki bizim için Aristo’nun söyledikleri de gerçekten uzak. Birkaç temel bağlantı dışında onu bu konuda övmeye değecek tek şey yalnızca gökkuşağını konu edinmiş olmasıdır. Onun sayesinde, İslam ve Hristiyan dünyası gökkuşağını sıklıkla ele almaya başladı ve en sonunda doğru cevaba ulaşmayı başardı.
Aristoteles sonrası gökkuşağını inceleyenler arasında İbni Sina da bulunur. Bu bilgin, elde ettiklerini güvenilir görmediğini söylemesiyle Müslüman bir filozofun fenomenler dünyası karşısında takındığı temkinli tutumu da gözler önüne sermiştir. Açıkça söylemek gerekir ki, İbni Sina özeleştirisinde gayet haklıydı, yanlış bir teori öne sürmüştü. Güneş ışınlarının buluttan yansıyıp gözlemciye ulaşmasıyla gerçekleştiğini söyleyen Aristoteles’e ufak bir müdahalede bulunarak, bulutun yerine çiğ tanelerini yerleştirdi. Bu da çalışmasının en değerli hamlesi oldu.
İbni Sina’nın çağdaşı ve tüm zamanların en iyi optikçisi ünvanına sahip olan İbnü’l Heysem de gökkuşağı konusuna eğildi. Heysem, genel itibariyle kendinden öncekilerin birikimini kabul etmekle birlikte, konu içinde bahsedilen bulutun çukur bir ayna şeklinde olması gerektiğini öne sürdü. İbn Rüşd’ün de kabul ettiği bu görüş konuya hiçbir açıklık getirmeye yardımcı olmadı.
Nihayet, gökkuşağının önündeki esrar perdesi Kutbuddin-i Şirazi tarafından kaldırıldı ama asıl büyük ilerleme öğrencisi Kemalüddin el-Farisi tarafından gerçekleştirildi. Biraz önce doğrudan gökkuşağı alanında bir gelişme kaydetmediğini söylediğimiz İbnü’l Heysem’in adını burada tekrar anmamız gerekiyor çünkü el-Farisi’yi gökkuşağını doğru bir biçimde anlamaya götüren şey; onun, Heysem’in kitabını yorumladığı eserinde, ışığın kürede uğradığı değişimleri göstermek üzerine yaptığı çalışmalardır. Bu uğraş sonucu elde ettikleriyle gökkuşağının mahiyetine odaklanmıştır. Farisi’nin söylediği şey şudur: gökkkuşağı, güneş ışınlarının yağmur damlalarında iki kırılma ve bir yansımaya uğramasıyla meydana gelir. İşte gökkuşağının gizi.
Farisi’nin bu başarısının altında, Luka ve el-Kindi’den itibaren İslam optiğinde şiddetle gelişen deney yapma yöntemi ve onun sonuç çıkarma yeteneği yatıyor. Öyle ki, yıllar sonra Descartes gökkuşağını incelerken Farisi’nin yöntemini kopyaladı. Newton da renkleri elde etmek için prizmaları kullandığı deneyini aynı Farisi gibi karanlık bir odada gerçekleştirdi. Çağının üstüne çıktığı deney yapma kabiliyeti yanında ışığın yansımasının göz merceğinin önünde meydana geldiğine dair keşfi de anca 1823 yılında tekrar bulundu.
Konunun ilginç bir yanı da gökkuşağının doğru açıklamasının, Farisi’nin yanında Freibergli Dietrich adlı Dominiken bir keşiş tarafından da aynı dönemde yapılmasıdır. Bu konudaki tartışmalarda bazıları, iki eserde de aynı hataların yapıldığını göz önüne alarak Dietrich’in Farisi’den kopya ettiğini savunur. Aslında Farisi’nin eserlerinin o dönemde sıkça rastlandığı gibi hızlı bir şekilde Avrupa’ya ulaşması çok da karşı çıkılacak bir hadise değildir. Diğer bir grup da, Dietrich’in Farisi’den önce yaşadığı iddiasını göz önüne alarak bu tesadüfü başka bir noktaya taşır. Bu noktada da Dietrich’in de eserinde sıkça zikrettiği bir ismi tekrar anmamız gerekiyor: İbnü’l Heysem. Görünen o ki birbirinden uzakta olan iki bilginin aynı dönemde aynı sonuçlara ulaşabilmesini mümkün kılan; geometrik optiğe yaptığı büyük katkılar sonucu gökkuşağı probleminin çözülmesinde de büyük pay sahibi olan İbnü’l Heysem’in Kitab el- Menazır adlı eseridir.