Sezai Karakoç, İkinci Yeni hareketinin ikiz kulelerinden biridir (diğeri Turgut Uyar). İnşa ettiği şiir yolu tilmizlerince aşılmamış büyük ustalardandır. Türk şiirinde modernizmin hemen hemen en önemli ismidir. Böyleyken, Karakoç’un sonra gelenlerin öncüsü değil de önce gelenlerin artçısı gibi gösterilmek istenmesi tuhaftır. Bunda şairin özellikle 1960’ların sonundan itibaren şiir-siyaset ilişkilerini kendi dünya görüşüne, yani kendisine mahsus İslamcılık yorumuna bağlı olarak belirlemek istemesinin payı büyüktür. Sezai Karakoç, İslamcılığın Türkiye’deki ikinci gelişinin şiirden itibaren gerçekleşmesinin ilk önemli adıdır. Necip Fazıl’ın şiirde İslamcılığı hem fazlasıyla öznel hem de İslamcılığın temellerini tekrar canlandırma konusunda zihin açıcı olmaktan uzak bir şeydir. Necip Fazıl politik ve düşünsel hayatında olduğu gibi şiirinde de bir Türk İslamcısından çok Batı etkisini tersine çevirmeye çalışan milliyetçi-muhafazakar bir müellif görünümündedir. Bunda yetiştiği ve şiire doğduğu dünyanın İslam’a ve İslamcılığa uzaklığı rol oynamıştır denebilir. Sezai Karakoç bu anlamda otantiktir. Diyarbakır’ın Ergani kazasında büyüyen, yatılı okulda okuyan, üniversiteyi de bursiyer olarak bitiren tipik Anadolu çocuğu tarafı her zaman etkindir. Yapı olarak kendisine çok benzeyen İkinci Yeni şairleriyle yirmili yaşlarının başında hep beraber aynı şiir akımını doğurmuş olmakla birlikte zamanla onların geçirdiği modernleşme-kentlileşme-burjuvalaşma dönüşümünü geçirmeyi kabul etmemiş olması Karakoç’un sonraki prizmatik görüntülerine yol açmıştır. Birbiriyle benzerliği kuşkulu en az üç dört değişik Karakoç imgesi yaşamaktadır bugün. Progresif bir şiiri vardır oysa. Modernizmin estetik-metafizik özüne en fazla dokunan şairimiz tartışmasız bir şekilde odur. Birinci Yenici, yani Garipçi bir ilk dönem yaşamayan tek İkinci Yeni şairi de odur zaten. Şiire Necip Fazıl ve Attilâ İlhan etkisinde başlamış olmasının (Monna Rosa) bunda rolü vardır. Garip’in salvolarını ilk atlatan kişi Sezai Karakoç olmuştur. En azından 50’lerin sonunda, 60’ların başında, İkinci Yeni olarak yaptıkları şeyi tanıma ve tanımlama konusunda en bilgece ve tutarlı davranan da Karakoç’tan başkası değildir. Modernist şiirin piri demekte hiçbir sakınca yoktur Sezai Karakoç için. Ne var ki, Karakoç estetik-metafizik modernizmini, diğer İkinci Yeni şairleri gibi Batı etkisindeki yeni Türk kent hayatıyla uzlaştırmaya asla yanaşmamıştır. 1950’lerin aşırı hızlı gelişmelerine hep beraber verdikleri tepkiyi, çoğu sonradan bu gelişmelerle tarihsel olarak aynı kesitte yer almayı kabul eden sosyalizme bağlamaya çalışmışlar, bunu da başaramayınca (ya da sosyalistler başaramayınca) 70’lerin sonu, 80’lerin başı itibariyle bildiğimiz anlamda şuarayı rüsum, burjuva medeniyetinin modern Türk şairleri olmayı kabul etmişlerdir. Çok uzun süre tezgahaltında tutulduktan sonra 1980’lerde birden bire büyük medya ödülleri almaları, bu ödülleri talep etmemiş olsalar bile doğallıkla kabul etmiş olmaları bu yüzden şaşırtıcı değildir. Karakoç ise bildiğimiz kadarıyla ilk defa “Monna Rosa” şiirini kitap olarak yayımlarken taviz vermiştir. Bu taviz, her türden resmiyete çok uzun süre direnen bir şairin beklenmedik bir şekilde kütlelere verdiği bir tavizdir. Bunun ANAP’la, daha sonra AKP’yle bazı İslamcıların aynı kütlelere verdiği tavizlerle paralel bir tarafı da vardır. Sezai Karakoç’un Monna Rosa’yı yayımlaması, saf estetik-metafizik şiirin ihtimalinin bile tükendiğinin işaretidir bize kalırsa. Yani gene önemli olan şiir, Karakoç’un yaşayan tarafı, kütlelere değil ama şiir okuyucularına ulaşan şiiridir. Bir ara, uzun bir ara Şiirler III başlığı altında topladığı ilk üç kitabı (Körfez–Sesler–Şahdamar) ve Hızırla Kırk Saat başlıklı mucizevi kitap-şiiri Karakoç’un hâlâ ayakta durmayı fazlasıyla başaran, aşılmamış, öncü, çapaklı, modern şiirleridir…