Bu makalede Haçlı Seferleri hakkındaki kimi yaygın inanışları son araştırmaların ışığında yeniden ele alacak, en genel kabul görmüş bilgilerin dahi sorgulandığını göreceğiz. Kimileri hâlâ hararetli bir şekilde tartışılmakta olan temel sorunlardan başlayıp gidererek tarihyazımı gibi daha komplike sorunlara geçeceğiz. Araştırmanın nihai sorunsalı ve mantıki sonucu olaraksa Haçlı Seferleri Çağı’nda Orta Doğu’da gerçekten daimi bir Haçlı ve Karşı Haçlı Seferi yürüten iki yekpare dinî blok olup olmadığını sorgulayacak, Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması” tezi açısından bu tartışmanın güncel neticelerini irdeleyeceğiz.
1. Haçlı Seferleri gerçekten Papa II. Urbanus’un 1095’teki çağrısıyla mı başladı?
Her ne kadar Haçlı Seferleri’nin Papa II. Urbanus’un 1095’teki çağrısıyla başladığı genel olarak kabul edilse de Paul Chevedden’ın işaret ettiği gibi tarihçi İbnü’l-Esîr ve kelamcı-fıkıhçı Es-Sülemi gibi Ortaçağ Müslüman yazarlarının yorumları göz önüne alındığında daha kapsamlı bir bakış açısıyla karşılaşmak mümkündür. Dönemin Müslüman yazarları, çağdaş Batılı yorumcular tarafından Haçlı Seferleri’nin mahiyetini yanlış anlamakla eleştirilmişlerdir. Fakat Haçlı hareketini Sicilya’nın Normanlar tarafından fethedilmesi (1060-1091) ile başlayan, İspanya’nın Hıristiyanlarca yeniden fethinin hızlanmasıyla devam eden (1085’te Toledo’nun ele geçirilmesi, 1089’da Tarragona’nın fethedilmesi) ve doğuya düzenlenen seferlerle doruk noktasına ulaşan; Latin Hıristiyan Avrupa’nın Akdeniz boyunca Müslümanlara karşı düzenlediği topyekûn bir saldırı olarak değerlendirirken bu yazarlar aslında çok da yanılmıyorlardı. Birazdan göreceğimiz gibi, Urbanus’un başardığı Orta Doğu’ya sefere çıkmayı “çoksatar” bir fikir haline getirmekti; fakat Haçlı hareketinin başlangıç noktası aslında bu değildi. Urbanus’un konuşması, Avrupalı Haçlı tarihçilerine çarpıcı bir öyküleme aracı olarak yarar sağladığından, eserlerinin başlangıç noktası kabul edilmiş olabilir. Urbanus’un kendisi ise Sicilya, İspanya ve Suriye’deki Haçlı Seferleri’ne eşit derecede önem veriyor ve sonuncusunu değil, ilkini bir dönüm noktası olarak işaret ediyordu.
2. Bizanslılar, “dinî sapkınlar”, Slavlar ve diğer gayrimüslim unsurlara karşı düzenlenen Haçlı Seferleri, sahiden de bu seferlerin esas amaç ve mahiyetinden bir sapmayı mı temsil ediyordu?
Bu bağlamda, Orta Doğu’daki Müslümanlara karşı düzenlenen Haçlı Seferleri’nin bir standart olarak alınıp, gayrimüslim unsurlara karşı düzenlenen Haçlı Seferleri’nin de söz konusu standarttan birer sapma olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceği sorusu tekrar karşımıza çıkmaktadır. Bu sorunun cevabı, kesin bir “Hayır”dır. Daha 1107’de, yani Orta Doğu’ya Haçlı Seferleri’nin başlamasının üstünden ancak on yıl kadar geçmişken, Antakya’nın Norman prensi Bohemond Balkanlar’daki Bizans topraklarına saldırdığında (bahanesi ilk Haçlı Seferi esnasındaki sözde Bizans ihanetiydi; halbuki aslında babası Robert Gusicard’ın politikalarını devam ettiriyordu) bunun için Papalığın onayını almaya muvaffak olmuştu. Bir başka örnek vermek gerekirse, İkinci Haçlı Seferi öncesinde çıkarılan resmî Papalık fermanı (bulla), yalnızca Urfa’yı geri almak üzere Orta Doğu’daki Müslümanlara karşı değil, aynı zamanda Lizbon’daki Müslümanlara ve bugünün Doğu Almanya’sındaki pagan Slavlara karşı da sefer çağrıları içeriyordu. Şu halde, Haçlı Seferleri temel olarak Papalığın temsilciliğini ve liderliğini yaptığı Latin Hıristiyan dünyasının düşman olarak algıladığı herkese karşı düzenlenen seferlerdi. Bu tanım, yukarıda bahsedilen Müslüman yazarların bakış açısıyla da örtüşen, daha çoğulcu bir tanımdır. Şayet Papalık resmî bir ferman yayınladıysa, katılımcılar standart bir yeminle sefere gitme sözü verdiler ve bu sözün nişanesi olarak kıyafetlerine Haç işareti diktilerse, geride bıraktıkları mal mülklerinin korunması için Papalıktan garanti aldılarsa, o zaman hedefi ve varış noktası ne olursa olsun bu bir Haçlı seferiydi.
3. Haçlı Seferlerinin sayısı sahiden sekiz miydi?
İşte bu yüzden Haçlı Seferleri’nin birden sekize kadar olan geleneksel numaralandırmasına da, birtakım pratik faydaları olmasına rağmen, ihtiyatla yaklaşmak gerekir. Öncelikle uzam açısından baktığımızda Haçlı Seferleri yalnızca tüm Akdeniz havzasındaki Müslümanlara karşı düzenlenen bir saldırı değildi. Pagan ve Ortodoks Hıristiyan Slavların yanı sıra Baltık halkları ve Finler, dinsel sapkın olarak görülen Fransa’daki Katarlar, Bizanslılar ve hatta Alman imparatoruna karşı önemli Haçlı Seferleri düzenlenmiş, Orta Doğu’da dahi Kont Thibaud’un 1239’daki seferi gibi numaralı Haçlı Seferleri’yle karşılaştırılabilecek önemde seferler gerçekleştirilmişti. Zaman açısından baktığımızda ise 1270’deki Sekizinci Haçlı Seferiyle de doğudaki Haçlı Seferleri sona ermiş değildir. Bilindiği gibi, söz konusu seferler 1330’lar ve 1340’larda Aydın ve Karesi beyliklerine; 1396, 1444 ve sonrasında da Osmanlılara karşı devam etmiştir. Yine 13. yüzyılın sonları ve 14. yüzyılda, bir başka cephede Töton Şövalyeleri, Avrupa’nın kuzeydoğusundaki pagan ve Ortodoks Hıristiyan halklara karşı bir “daimi Haçlı Seferi” yürütüyorlardı ve bu faaliyetlerine Avrupa’nın her yerinden şövalyeler katılmaktaydı. Haçlı Seferleri’ne gösterilen bu yaygın rağbet 14. yüzyılda hâlâ tüm hızıyla devam etmekteydi ve ancak 15. yüzyılda azalacaktı. Aynı zamanda, Batı’dan Orta Doğu’ya doğru sürekli bir hacı akını da vardı ki bunlar bahar mevsiminde İtalyan gemileriyle geliyor, yerel Franklar ve Müslümanlar arasındaki birkaç çatışmaya katılıyor ve sonbaharda “ruhlarının kurtuluşu” için gerekeni yaptıklarına inanmanın rahatlığıyla aynı gemilerde geri dönüyorlardı. Bu yüzden, Haçlı Seferleri’nin Müslümanlar, “dinî sapkınlar” ve paganlara karşı düzenlenen birçok seferin sadece sekizinden ibaret olduğu düşünülmemelidir.
4. Haçlı Seferleri yalnızca bir maddi çıkar meselesi miydi?
Baştan kısa ve net bir şekilde ifade etmek gerekirse Haçlı Seferleri tarıma dayalı geleneksel bir toplumun benzeri başka bir topluma karşı gerçekleştirdiği ideolojik motivasyonlu bir saldırıydı ve bu bakımdan daha sonraki modernleşmiş Avrupa’nın ham madde elde etmek ve işlenmiş ürün satmak için doğuya yönelmesinden oldukça farklıydı. Bildiğimiz gibi, Haçlı Seferleri Çağı’nda Latin Avrupa’nın Müslüman Orta Doğu’ya karşı teknoloji ve üretim bakımından bir üstünlüğü söz konusu değildi.
Elbette Birinci Haçlı Seferi’nin arifesinde kimi katılımcıların zenginleşme hayalleri kurmuş olması da mümkündür. Ancak bu türden hayalleri varsa bile kısa zamanda yıkılacaktı, çünkü Haçlı seferine çıkmak şövalyeler için aslında oldukça masraflı bir girişimdi. Yük atları, savaş atları, yardımcılar, ekipman ve seyahat masrafları bütün bir yılın gelirinden daha fazlasını bu işe yatırmayı gerekli kılıyordu. Bu yüzden çoğu Haçlı şövalyesi sefere çıkmadan önce evini ve tarlalarını ipotek ettirmek zorunda kalıyordu. Çağın büyük Müslüman tarihçisi İbnü’l-Esîr, Haçlıların sefere hem taassupları yüzünden hem de maddi sebeplerden katıldıklarını söyler ve tutsak düşmüş Haçlılardan biriyle görüşmesini nakleder. Dediğine göre bu adamın annesiyle birlikte oturduğu tek göz bir evi vardı ve sefere gidebilmek için sahip olduğu her şeyi ipotek ettirmişti, ne var ki şimdi de esir düşmüştü. Bu noktada Haçlılar doğuya yerleştiklerinde veya orada doğup büyüdüklerinde çok daha pragmatik bir tutum benimsediklerini de not düşelim. Öyle ki batıdan yeni gelen savaş heveslileri, onları Müslümanlarla mücadele etmek yerine işbirliği yapmakla suçluyorlardı. Bu konuya makalenin ikinci kısmında döneceğiz.
Diğer yandan, Haçlıların maddi güdülerden tamamen ari oldukları da ileri sürülemez. Toulouse Kontu veya Güney İtalya’nın Norman prensleri gibi nispeten güçlü hükümdarlar, kendilerine doğuda yeni prenslikler kurmaya muktedirdiler ve sefer sırasında birbirleriyle toprak uğruna çekişmeleri düşünüldüğünde maddi saiklerin baştan beri sefere katılımlarında bir rol oynadığı izlenimi uyanmaktadır. Yeni toprak edinme gibi bir şansı olmayan sıradan şövalyeler ise seferde birçok derebeyi ve prensin varlığından istifade etmek, cesaret isteyen becerileriyle bunların gözüne girmek arzusundaydılar; bu suretle birinin maiyetinden diğerininkine geçerek sosyal basamakları tırmanmak istiyorlardı.
Ancak bunun yanında o çağda maddi kazanç ile manevi kazanç, bu dünyada edinilen zenginlikler ile ahirette kazanılan zenginlikler arasındaki sınırların günümüzde hakim olan sekülarist geleneğin vurguladığı kadar keskin algılanmadığı da unutulmamalıdır. Dönemin insanları, Tanrı’ya kılıçlarıyla hizmet edip bunun ödülünü hem bu dünyada ganimet olarak, hem de ahiretteki kurtuluş ve nimetler olarak almakta bir sıkıntı görmüşe benzememektedirler. Bu ikisi onlar için aynı ödülün iki parçasıydı ve birbirleriyle doğası gereği ters düşen şeyler değildi. Maddi zenginlik yalnızca insanın dikkatini çelerek onu Tanrı’ya hizmet etmekten alıkoyduğunda kötüydü; din yolunda savaşma arzusunu pekiştirdiğinde değil. Benzer bir yaklaşım, gazilerin kafirlerle savaşarak nasıl zenginleştiğinin tekrar tekrar vurgulandığı, Anadolu Türkmen çevrelerinde doğmuş bir halk epiği olan Danişmendname’de de gözlemlenebilir.
Haçlı Seferleri’nden kazanç elde etmeyi hesaplayıp da bunun gerçekleştiğini gören bir başka kesim de İtalya’daki şehir devletleri, özellikle de Venedik, Cenova ve Pisa’ydı. Ancak bunların kazancı esasen Haçlılar ve Haçlı devletlerinin sırtından gerçekleşmekteydi. Levazımı, silahları, diğer malzemeleri ve bizzat Haçlıları nakletmek için doğuda İtalyan gemilerinin hizmetlerine feci şekilde ihtiyaç duyuluyordu ve onlar da bu hizmetlerinin karşılığından fazlasını koparmakta tereddüt etmiyorlardı. Dahası, Dördüncü Haçlı Seferi’nde olduğu gibi, Haçlıların kendilerine olan borçlarını ticari rakipleri Zara ve İstanbul’u ele geçirmekte desteklerini almak için bir baskı aracı olarak da kullandılar. Bu yetmiyormuş gibi Papalığın tekrar tekrar yayımladığı yasaklara rağmen Müslümanlara silah, kereste, katran gibi savaşta ve gemi yapımında kullanılan malzemeler satmayı da sürdürüyorlardı. Hatta Selahaddin Eyyubi İtalyanlardan dindaşlarına karşı kullandığı silah ve savaş malzemelerini nasıl satın aldığını keyifle anlatmıştır. Sözün kısası, İtalyan şehir devletlerinin yaptığı Haçlı Seferleri ve devletlerine yatırım yapmaktan ziyade bunların kendilerine sunduğu Suriye sahillerindeki serbest limanlar gibi fırsatları değerlendirmekti.
Papalık dışında asıl yatırımı yapanlar ise Fransız ve İngiliz monarşileriydi. Ancak doğudaki Latin yerleşimlerinden paylarına hiçbir kâr düşmediği, tam tersine bunları ayakta tutmak için herhangi bir karşılık almadan sürekli yüklü miktarda kaynak yatırmak zorunda kaldıkları için meseleye ilgilerini kısa zamanda kaybettiler. 13. yüzyıla gelindiğinde Haçlı Seferleri’nin finansmanının vergiler yoluyla sağlanması işi kurumsallaşarak Papalık’tan monarşilere devrolunmuştu; ancak iki Ortaçağ krallığı bu hasılatı Haçlı Seferleri’nden ziyade kendi aralarındaki savaşların finansmanı için kullanmayı tercih ediyorlardı. Papalığın yinelenen çağrılarına rağmen büyük çaplı seferler giderek daha az yapılır hale geldi. Batıdan gelip doğuda yerleşmeye gönüllü olanların sayısı da hiçbir zaman Papalığın veya bu devletlerin istediği kadar çok olmadı. Nitekim Haçlı Seferleri’nin değinilen istisnalar dışında herhangi bir kazanç getirmemesinin en önemli sonucu, doğudaki Latin yerleşimlerinin para ve insan kaynaklarından yana sürekli kıtlıktan muzdarip olmasıydı. Hattin’de Selahaddin Eyyubi’ye karşı verdikleri savaşta olduğu gibi sahaya büyük bir ordu sürmeleri gerektiğinde bütün kale garnizonlarını kullanmaları gerekiyordu ki bu da Kudüs Krallığı’ndaki birçok kent ve kalenin söz konusu savaştan sonra neden kolaylıkla düştüğünü açıklar.
Şayet Haçlı Seferleri’nin arkasındaki esas güdü maddi kazanç değil idiyse neydi? Seferlerin esasen ideolojik motivasyonlu olduğunu belirtmiştik. Thomas Madden gibi kimi Batılı tarihçiler bu motivasyonun ardında Kudüs’ün 7. yüzyılda Müslümanlarca ele geçirilmesinin intikamını alma arzusunun yattığını iddia etmişlerdir. Ancak bu doğru kabul edilirse Avrupalı Hıristiyanların şehrin elden gittiğini anlamaları için niçin aradan dört yüz yıl geçmesi gerektiği sorusu belirmektedir. 8. yüzyılın sonları 9. yüzyılın başlarında hüküm süren Karolenj İmparatoru Şarlman, zamanının en güçlü hükümdarıydı; fakat Harun Reşid ile pekâlâ iyi ilişkiler sürdürüyor, hediye alışverişinde bulunuyordu. Bu yüzden seferlerin sebebi daha ziyade Avrupa’nın kendi içindeki gelişmelerde aranmalıdır. 11. yüzyılın başlarından itibaren kayda değer bir iklim değişikliğinin gerçekleşmesi -Grönland, yani “Yeşil Diyar” o zaman gerçekten de yeşildi- ve Germen halklarının, Vikinglerin ve Macarların Eskiçağ’ın sonlarından itibaren birbirini takip eden istilalarının sona ermesi sayesinde belirgin bir nüfus artışı hasıl olmuştu. Diğer yandan Papalık da Alman İmparatorluğu’nun vesayetinden kurtularak tüm Hıristiyanlığın ruhani ve dünyevi liderliğine soyunmak istiyordu. Dolayısıyla enerjisini yeniden bulan ve sayısı giderek artan Avrupa nüfusuna dayanarak, Akdeniz havzası çapında bir hamleye girişti. Papalığın gözünde, kendisinin dünyevi otoritenin boyunduruğundan kurtulması ile Doğulu Hıristiyanların “imansızların” boyunduruğundan kurtarılması paralel yürümesi gereken süreçlerdi.
Papalık bu girişimde karşısında sadece canlı ve enerjik değil, aynı zamanda mukabeleye de hazır bir toplum buldu. Çünkü erken Ortaçağ’da gerçekleşen yüzeysel Hristiyanlaşma, ancak 11. yüzyıla gelindiğinde köylüleri itip kakarak ve komşu baronun adamlarını öldürerek hayatlarına devam eden şövalyeleri öte taraftaki akıbetleri konusunda kaygılandıracak kadar derine nüfuz edebilmişti. Erken Ortaçağ’dan gelen yaygın inanış, insan tüm malından mülkünden feragat edip de bir manastıra yerleşmediği sürece kurtuluş umudunun olamayacağı idi. Ama şimdi dönüşmekte olan Papalık, Avrupa halkına bir başka seçenek daha sunuyordu: Mal ve mülklerinden vazgeçmedikleri halde kılıçlarını dindaşları Hıristiyanlara değil de Papa’nın onlara gösterdiği Hıristiyanlık düşmanlarına karşı kullanırlarsa kurtuluşa erebilirlerdi; böylece günahları da bağışlanmış olacaktı.
Doğuya düzenlenen Haçlı Seferleri söz konusu olduğunda bu gelişme, ikinci bir gelişmeyle birleşti: Hacılığın popülerlik kazanması. Burada çok detayına inemeyeceğimiz sebeplerden dolayı Hz. İsa’nın Hıristiyan teolojisindeki “insani doğası” “tanrısal doğası”ndan daha çok vurgulanır hale geldikçe Kudüs zihinlerde salt bir topos olmaktan çıkarak İsa’nın arşınlamış olduğu gerçek bir fiziki topoğrafyaya dönüştü ve bunun neticesinde “kutsal topraklar”a ziyarette bulunmak da büyük rağbet görür oldu. 11. yüzyılın ikinci yarısında giderek artan sayıda insan doğuyu ziyaret etmekteydi. Geniş anlamıyla Haçlı Seferleri bahsettiğimiz gibi daha önceden başlamış olsa da Papa Urbanus’un “Kurtuluşun için Kilise’nin buyruğunda savaş” çağrısı hacılık fırsatı ile bir araya getirdiğinde bu teklif anında “çoksatar” hale geldi. O kadar ki, kaynaklarda doğuya giden Haçlılardan cruce signati, milites Christi (haçla işaretlenenler, İsa’nın hizmetkarları; “Haçlı” terimi modern çağda icat edilmiştir) gibi isimlerle değil, çoğunlukla yalnızca hacılar diye bahsediliyordu.
Kıssanın hissesi, Ortaçağ Avrupası nasıl Fernand Braudel’in işaret ettiği gibi Amerika’nın 11. yüzyılın başında Vikinglerce keşfinden yararlanacak durumda değil idiyse ve bu yüzden kısa zamanda kıtayı terk ettiyse Orta Doğu’nun işgalinden fayda sağlayacak araçlara ve üstünlüğe de henüz sahip olmaması cihetiyle Haçlı Seferleri çıkar odaklı olmaktan ziyade ideolojik bir karakter taşıyordu.
5. Haçlı Seferleri esasen ideolojik idiyse ve Erken Orta Çağlar sırasındaki misyonerlik faaliyetlerinde Bizans’la sıkı bir rekabet içine girmiş olan Papalık tarafından yönlendiriliyorduysa Müslümanlara karşı savaşmanın yanı sıra onların dinini değiştirme hedefini de gütmüş olabilirler mi?
Bu noktada şayet Haçlı Seferleri esasen ideolojik bir fenomen idiyse Müslümanlara karşı savaşmanın yanı sıra onların dinini değiştirme gibi bir amaçlarının da olup olmadığı sorusu akla gelebilir. Benjamin Kedar’ın konu hakkındaki kapsamlı incelemesinde ortaya koyduğu gibi Haçlıların kendi bakış açısından bu sorunun cevabı kesin olarak “Hayır”dı. Haçlıların amaçları Müslümanlara karşı savaşarak kutsal toprakları ellerinden almaktı; “kurtuluş”ları için gayret sarf etmek gibi bir düşünce akıllarının köşesinden bile geçmiyordu. 12. yüzyıl boyunca Papalık ve Kilise’nin düşüncesi de farklı değildi. Ancak 13. yüzyılda Papalık ideologları Haçlı Seferleri’nin asıl amacının “imansız”ları Hıristiyanlaştırmak olması gerektiği konusunda kuramlar üretmeye başlayınca bu durum teorik düzeyde değişmeye yüz tuttu. Bu amaçla frerler (yeni yeni Fransisken tarikatı mensupları) misyonerlik faaliyetlerinde bulunmak üzere doğuya gönderildi. Bizzat Fransisken tarikatının kurucusu St. Francis, bu amaçla Mısır’ın Eyyubi sultanı El-Kamil’in huzuruna çıkarak -elbette bir sonuç alamadan- vaazda bile bulundu. Bununla beraber, misyonerler Müslümanlar kendilerine teklif edilen din hakkında zaten çok şey bildikleri ve kendi dinlerinin onun yerini alan daha üstün ve tahrif edilmemiş bir versiyonu olduğunu düşündükleri için Müslümanlar arasındaki başarılarının çok kısıtlı kalmaya mahkum olduğu gerçeğini kavramakta gecikmediler. Bu yüzden daha ziyade yerel Hıristiyan nüfusun, yani Maruniler, Monofizit Yakubiler ve Gregoryen Ermenilerin dinini değiştirmeye yöneldiler. Ancak bu alanda da elde edilen tek başarı Marunilerin 1182’de Papalık otoritesini tanıması olarak kaldı. Bundan dolayı Haçlı Seferleri’nin ideolojik karakterine ve Papalık ideologlarının birtakım teorilerine karşın Müslümanların dinini değiştirmekle pratikte fazla bir ilgisi olmadı.
6. Latin Hristiyan ve Müslüman dünyaları arasındaki etkileşim Haçlı Seferleri sayesinde mi gerçekleşti?
Bu sorunun cevabı hem evet, hem de hayırdır: Şayet Haçlı Seferleri’ni Müslümanlara karşı İspanya’dan Sicilya’ya ve oradan Suriye-Filistin’e kadar, Akdeniz çapında düzenlenen bir saldırı olarak telakki edersek evet, ancak eğer geleneksel anlamda, yani salt kutsal topraklara düzenlenen bir hamle olarak değerlendirirsek hayır. Çünkü İslam dünyasından Avrupa’ya felsefe ve bilim aktarımı esas olarak İspanya’da ve daha az bir oranda da Sicilya’da gerçekleşirken Orta Doğu’daki Haçlı yerleşimleri bu aktarımda neredeyse hiçbir rol oynamadı. İspanya’da güneye doğru yayılan Hıristiyan krallıkları Yahudi ve Müslümanlara karşı geçici bir süre (aşağı yukarı 14. yüzyılın ortalarına kadar) açık ve müsamahakar bir politika izledikleri için bu ülke özellikle 12. ve 13. yüzyıllarda son derece verimli bir etkileşimin beşiği oldu. Toledo Tercüme Okulu’nda Toledolu Raymond gibi din adamları veya Bilge Alfonso gibi kralların himayesinde bulunan Müslüman ve Yahudi alimler, Fransa ve İtalya’da yeni yeni filizlenmekte olan kültür ve bilim merkezlerinden gelen çevirmen ve alimlerle çalışabiliyor, felsefe konuları başta olmak üzere değerli bilgiler paylaşabiliyorlardı. Müslüman filozoflar ve özellikle İbn Tufeyl ve İbn Rüşd gibi Aristoteles yorumcuları bilgilerindeki ciddi eksikliklerin farkında olan Latin Hıristiyan alimlere tam da ihtiyaçları olan yardımı sundular ve aralarından Albertus Magnus, Thomas Aquinas ve Roger Bacon gibi en büyükleri üzerinde derin bir tesir gösterdiler. Sicilya’da da “Arap” lakaplı II. Roger gibi krallar özellikle bilim alanındaki aktarımlar için elverişli bir ortam sağladılar.
Kutsal Topraklar ise bu bakımdan İspanya veya İtalya ile elim bir zıtlık sergiliyordu. Öncelikle, burası çok daha çabuk bir şekilde el değiştirmiş ve bu el değiştirmeye Müslüman alimlerin ölümü veya zorunlu sürgünü eşlik etmişti; Trablus’taki gibi bazı önemli kütüphaneler de yakılıp yıkılmıştı. Dahası, Haçlılar Şam veya Halep gibi Müslümanlara ait önemli entelektüel merkezleri de ele geçirememişlerdi. Onların yönetimi altında kalan Müslümanlar köylülerden ibaretti ve Sicilya veya İspanya’da olduğu gibi Müslüman, Yahudi ve Hıristiyan alimlerin bir arada çalışabilecekleri bir ortam yaratmaya gönüllü hükümdarlar da mevcut değildi. Haçlı devletlerinde Müslüman alimlerin namevcudiyetinin yanı sıra Müslümanlardan herhangi bir şey öğrenmeye istekli Hıristiyan alimler de yoktu. Böyle bir ilgi gösterecek kadar akıllıca davrananlar hem daha yakın hem de nispeten daha güvenli olan İspanya veya Sicilya’ya gitmeyi tercih ediyorlardı. Bu çağda Latin Hıristiyan dünyasındaki alimlerin çoğunun Kilise çatısı altında faaliyet gösterdiği unutulmamalıdır. İspanya veya Sicilya’ya değil de kutsal topraklara gelen din adamlarının çoğu, bilim ve felsefeyle ilgilenen, Müslüman ve Yahudi alimlerle kafa kafaya kalın ciltlere gömülmeye gönüllü kimseler değil de hac ziyaretinde bulunmak, oranın manastırlarında yaşamak isteyen, meraksız, daha sofu tipler arasından çıkıyordu. İlk türden alimler gelse bile gördüğümüz üzere Haçlı devletlerinde kendisinden bir şey öğrenebilecekleri Müslüman alim kalmamıştı. Bu durumun sonucu olarak tüm Haçlı Seferleri Çağı boyunca Haçlı devletlerinden çıkan bilimsel bakımdan önemli neredeyse tek tercüme, Antakya’da çevrilmiş bir tıp risalesi oldu Antakyalı Stefan’ın 1127 tarihli El-Mecusi çevirisi). Orta Doğu’daki Frankların ilgilendiği konular daha ziyade okültizm ile büyücülüktü ve bu alanda pek çok kıymetsiz kitap çevrildi.
Toparlayacak olursak, Müslümanlara karşı yürütülen Haçlı Seferleri, İspanya ve Sicilya’yı da kapsayan Akdeniz çapında bir fenomen olarak telakki edilirlerse İslami bilim ve felsefenin Batı’ya aktarılmasında gerçekten de son derece etkili olmuşlardı. Buna karşılık modern Batı tarihçiliğindeki daha geleneksel ve dar anlamıyla, salt kutsal topraklara gerçekleştirilen bir hamle olarak telakki edilirlerse Batı üzerinde derin bir etki bıraktıklarını iddia etmek mümkün görünmemektedir.
Bıraktıkları kısıtlı etkiler arasında belki de en önemlisi, Avrupalıların kendilerini hem seferler sırasındaki gerçek veya sözde ihanetleri sebebiyle ifrit oldukları Bizanslılardan, hem de Müslümanlar veya pagan ve Ortodoks Slavlar gibi diğer “öteki”lerden farklı bir kimliğe sahip olarak algılamaya başlamalarıydı. Çok farklı bölgelerden gelen ve farklı diller konuşan, daha önce köylerinden çıkmamış insanlar ilk olarak bu seferlerde karşılaşmış ve harmanlanmıştı. Doğurduğu bütün çatışmalara rağmen, bu durum müşterek bir Latin-Hıristiyan kimliğinin oluşmasına katkıda bulundu. Dahası, bu insanlar bir kere köylerinden çıktıklarında daha geniş bir dünyanın, farklı geleneklerin varlığını sezdiler; kıyafet, baharat ve diğer gıda maddeleri başta olmak üzere günlük yaşama ait yeni ürünlerle karşılaştılar. Bankacılık ve kredi sistemi İslam dünyasında çok daha ilerlemiş durumdaydı ve senet gibi yeni araçlar esasen buradaki örneklerden esinlenildi. Askerî tarikatlar, özellikle de Tapınak Şövalyeleri, bu gelişmelerde önemli bir rol oynadı. Haçlı Seferleri, aralarında Chanson de Roland gibi önemli eserlerin de bulunduğu birçok Chanson de Geste, şiir ve epiğin yazılmasına da vesile oldu ve böylece eski Fransızca ve Almanca edebiyatın gelişmesine katkıda bulundu. Bugün bu kaynaklar Papalığın ve din adamlarının değil de bizzat sefere giden sıradan Haçlıların zihin yapısına ışık tutmaları bakımından giderek daha çok dikkate mazhar olmaktadır.
Ancak bir bütün olarak değerlendirildiğinde, İspanya ve Sicilya’da gerçekleşen son derece önemli bilim-felsefe aktarımı dışında Haçlı Seferleri’nin dönemin Avrupası üzerindeki etkisi mütevazı bir düzeyde kalmıştır. Seferler, orada değişimin sebebinden ziyade bir sonucuydu. En fazla 13. yüzyıl Avrupa’sında daha hoşgörüsüz ve baskıcı bir iklimin ortaya çıkmasına neden oldukları söylenebilir. Ancak diğer yandan gerek bu gelişmenin, gerekse de Haçlı Seferleri’nin Papalığın 11. yüzyılın ortalarından itibaren Avrupa’da öncü bir kuvvet olarak yükselmesinin bağımsız sonuçları olduğu da iddia edilebilir.