1. Dünya Savaşı’nda veya I. Dünya Savaşı hakkında Türk şairinin ortaya koyduğu performansa geçmeden bazı temel kavramları tartışmakta yarar var. Her şeyden önce savaş şiiri olamayacağı, şiirin özünde barışçı olduğu hakkındaki önyargıyı masaya koyalım.
Bu önyargı esasen iki dünya savaşının Batı kültür atmosferinde yarattığı hayal kırıklığı ve gerilimin (siyasi iktidarla kültürel kamu arasındaki gerilimin) tabii sonucudur. Hem Kayıp Kuşak (Lost Generation) hem de Beat Kuşağı (Beat Generation) savaş sonrası kuşaklarıdır. Kayıp Kuşak gençlik ülkülerini I. Dünya Savaşı yüzünden kaybedenlerin sözcüsü sayılabilir. Beat Kuşağı da II. Dünya Savaşı’nda bir savaş makinesi olarak dünya hakimiyetine doğru adım atan ABD’ye yönelik bir muhalefet hareketidir.
Fitzgerald, Hemingway, Eliot, Stein, Passos gibi Avrupa’da mukim Amerikan orijinli yazarlar Kayıp Kuşak mensubu kabul ediliyor. Ayrıca Pound ve Faulkner başta olmak üzere pek çok Amerikan romancı ve şairinin I. Dünya Savaşı’ndan sonra yazdıklarının en azından bir kısmı kayıp kuşak esprisi içinde ele alınabilir. Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok yazarı Remarque dışında Avrupalı yazarların çok fazla adı geçmez ama I. Dünya Savaşı mutsuzluğunun Avrupa edebiyatında, genel olarak Batı kültüründe derin izler bıraktığı gözden kaçmayacak bir gerçektir.
Kayıp Kuşağın çarpıcı bir özelliği de savaşa bizzat katılmış veya etkilerine yoğun biçimde maruz kalmış bir kuşak olmasıdır. Wilfrid Owen, Rupert Brooke, Edward Thomas gibi birçok Britanyalı “savaş şairi” savaşta ölmüşlerdir. Ernest Hemingway ve John Dos Passos savaşa ambülans şoförü olarak katıldılar. I. Dünya Savaşı sırasında iki binden fazla Britanyalının savaş şiiri yazdığı, yayımladığı tespit edilmiş.[1] Gerçi savaş sonrasının şiir dünyasını belirleyen en önemli isimlerden biri olan T. S. Eliot bunların çoğunu “hamaset” ve “cepheden haberler” diyerek küçümseyecektir. Eliot gibi modernistlere göre “savaş şiiri” diye özge bir şey olamaz; o daha ziyade propagandadır.
Eliot gibi liberallerin bakış açısı savaşın yarattığı dehşet, acı, hayalkırıklığı ve öfke gibi olumsuz duyguların, kısaca savaş trajedisinin ön plana çıkarılmasını gerektiriyordu ve Eliot bu tür duygularla yazılmış bir asker mektubunu The Nation’da yayımladığı için gazetenin yayın yönetmeni Britanya Propaganda Bakanlığı tarafından “Mevkutenizde çıkan şey düşman tarafından propaganda malzemesi olarak kullanılmaktadır,” denilerek uyarılacaktı. Zira I. Dünya Savaşı Osmanlı dahil tüm Avrupa milletleri için aynı zamanda bir propaganda ve sansür savaşıydı da.
Avrupa devletlerinin I. Dünya Savaşı propagandası hakkındaki hacimli bir çalışma[2] propaganda savaşında İngilizlerin Almanlara ön geldiğini binbir ayrıntıyla gösteriyor. Osmanlılar ise propaganda konusunda çırak çıkmışlar kitabın yazarına göre.
Bu, konunun bizi direkt ilgilendirmeyen bir yönü. Bizi asıl olarak birbiriyle savaşa giren ülkelerin şairlerinin savaşa karşı verdiği farklı tepkiler ilgilendiriyor. İngiliz savaş propagandası çok başarılıdır, evet; ama aynı nedenle son derece büyük bir başarısızlıktır.
Paçavralar içinde yaşlı dilenciler gibi iki büklüm
Kocakarılar gibi öksürerek dizboyu çamurda
Küfürler savurduk.[3]
1. Dünya Savaşı’nın en meşhur İngiliz şairinin en meşhur şiiri böyle açılıyor. Şair, kısacık şiirinde savaş hakkında her tür melaneti sıraladıktan sonra sözünü şöyle tamamlar:
Arkadaş, heveskâr gençlere zevkle anlatma sakın
Şu eski yalanı: Dulce et decorum est,
Pro patri mori.[4]
Böyle şeylerin benzerlerine Türkçede rastlama ihtimaliniz baştan sıfırdır. Bunun nedenini nerede aramalı?
Sözünü ettiğimiz hacimli çalışmada bu vb. ilk anda akla gelecek makul soruların cevabını bulamıyoruz. “Sansür” deyip geçecektir akademisyenimiz. Sanki aynı tarihte İngiltere’de sansür yokmuş veya Türk yazarlar 1914-1918 aralığında savaşı, askerliği kötülemek için can atıyorlarmış da sansür yüzünden bunu yapamıyorlarmış gibi. Eliot’ın kayınbiraderinin mektubunu yayımladığında Britanya Propaganda Bakanlığının The Nation’ı sinsice tehdit ettiğini ifade etmiştik. Yıllar sonra Eliot bu mektubu kendine gelen mektupları topladığı kitaba almayacaktır.
Resim anlayacaklar için gayet açık. Biz her iddiasını hiç değilse şöyle böyle dipnotlarla delillendirmek zorunda olan ama mesela Yakup Kadri’nin 1916’da yayımladığı hamasi hikayeleri hiçbir delili olmadığı halde tedavi masraflarını devletin karşılamasına bağlayan[5] aktarıcı akademisyene rağmen, esasen şair olduğumuz ve sezgilerimizi dahi dipnot vermeksizin dikkatlere sunma hakkına sahip olduğumuz halde, temelsiz spekülasyonlardan şiddetle kaçınmak zorundayız. I. Dünya Savaşı edebiyatı gibi kritik ve karmaşık bir konuda rasgele sallamak değil tarihçilikle sanatkâr imajinasyonuyla bile açıklanamaz.
Sözde akademik spekülasyonları bir tarafa bırakıp meseleye dönersek: Neden İngilizler kamuoyunu “propaganda bombardımanına tut”tuğu[6] halde İngiliz gençleri böyle umutsuz şiirler yazıyorlardı? Ve neden savaş propagandasında geri kaldığı konuya eğilen herkesçe kabul edilen Osmanlı Devleti’nin kalemlerinden böyle karanlık savaş şiirleri okumak mümkün değildir? Tam aksine Osmanlı yazarları az fakat öz yazarak ama tamamıyla askerlerinin arkasında olmuşlardır.
Cevap sorunun içindedir. İngilizler I. Dünya Savaşı’na gençliği pikniğe, izciliğe, kültürel bir etkinliğe çağırır gibi çağırdılar. Propagandanın ötesinde yer yer savaş stratejisini bile estetik hayaller çerçevesinde çizdikleri görülür. Winston Churchill, Çanakkale Boğazı’na sürdüğü gemilerin yeterli geleceğini, İstanbul’un işgal edilip Padişah’ın esir olacağını gören Türklerin topyekün teslim olacaklarını iddia ediyordu. Zira Montesquieu okumuştu ve Fransız üstat Türklerin sultanları teslim olmadıkça tek tek savaştıklarını ama sultanları teslim olunca da topluca teslim olduklarını buyurmuştu.
18. yüzyıl Fransız entelijansiyasının hayâlâtının 20. yüzyılın en meşhur Britanyalı politikacısının stratejisinde rol oynaması gerçekten ilginç bir durum. Propagandanın herkesten önce propagandistini esir aldığına ait bir işaret belki. Garp cephesine dair çok şey söyleyen Batılı yazarların Çanakkale muharebeleri hakkında pek fazla eser üretmemeleri bu ilginçliği tamamlar. Bunu açıklayabilecek tespit şu olabilir: Türkler için Çanakkale neyse, Batılılar için de Garp cephesi odur.[7]
O halde şiirin, edebiyatın karakteriyle savaşın ilerleyişi arasında “propaganda”dan daha başka bir bağıntı aramaya başlayabiliriz. Neden Batılı yazarlar Garp cephesinin, Türkler Çanakkale muharebelerinin üstüne o kadar düştü?
İki makul neden kendini hemen belli ediyor. 1) Fiziksel yakınlık. 2) Masumiyet karinesi. Açalım bunları.
1) Fiziksel yakınlık. Garp cephesi Almanya-Fransa sınırında sürmüştür, ki burası fiziksel olarak savaşın önemli taraflarından İngiltere’ye de son derece yakındır. Avrupa’nın bu üç büyük ülkesinin vatandaşı olan yazarların burunlarının dibinde yıllar boyu sürmüş bir savaşa ilgisiz kalmaları düşünülemezdi. Haberleşme imkanlarının az olduğu bir dönemde fiziksel yakınlığın önemini ayrıca vurgulamaya bile gerek yok. Çanakkale muharebeleri ise çok büyük kısmı İstanbul’da mukim yazarlarımız için muharebelerin sürdüğü 1915 yılı boyunca günü gününe takip etmek zorunda hissettikleri bir aktüel gerçekti.
2) Masumiyet karinesi. Garp cephesinde İngiliz ve Fransızlar, Çanakkale cephesinde de Türkler müdafaa tarafıydı. Garp cephesinin düşmesi Fransa’nın ve muhtemelen ardından İngiltere’nin işgali, Çanakkale’nin geçilmesi ise İstanbul’un düşmesi anlamına geliyordu. Bu iki cephede ordular burun buruna ve hatta iç içe savaşıyorlardı. Savaş beklendiğinden çok uzun sürmüştü. Dolayısıyla da kayıplar çok yüksek seviyede gerçekleşti. Bu da her iki cephenin müdafaa tarafları için olduğu kadar hücum tarafları için de destansı bir özellik kazanmasına yardım etti.
Tabii arada bir fark da vardır. Garp cephesi edebiyatının şaheseri sayılan Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Britanyalı askerlerin umutsuz şiirleri veya Amerikan edebiyatının katkısı sayılacak Silahlara Veda gibi eserler savaşın anlamsızlığını, devletlerin savaşı yüzünden bireylerin çektiği acıların yoğunluğunu vurgularken Çanakkale şiirlerinin özü Türk askerinin yüksek ahlakı ve savaşma becerisi üzerine kuruludur. İki cepheden iki türlü kahramanlık hikayesi çıkar: Dramatik kahramanlık ve epik kahramanlık. Batının birbirine çullanan güçlerine bağlı vatandaşların draması ve devletinin zaafına rağmen ülkesini savunmak için toplanan vatandaşların kahramanlığı.
Çalışın kardaşlar günümüz bu gün
Cihad Müslümana en büyük düğün[8]
Türk yazarlarının iki Balkan Savaşına da yoğun ilgi gösterdiği ve edebi sayılabilecek gazete fıkralarının yanı sıra şiirler, hikayeler, romanlar kaleme aldığı unutulmamalı. Hatta 93 Harbi (1877-1878) ve Yunan Harbi’yle (1897) de imgesel olarak birleşmiştir bu savaşlar. Dahası, birçok şiir ve hikayeye sızan klasik devir kahramanlığıdır. Halide Edip Işıldak’ın Rüyası’nda Gelibolu’yu fetheden Süleyman Paşa’nın ruhunu 1915’in Çanakkale muharipleriyle buluşturur; Akif Asım’ın Çanakkale şehitlerine ithaf ettiği sayfalarında Selahaddin Eyyubi, Kılıçarslan gibi işgalcilere karşı müdafaa savaşı vermiş kahramanlara atıfta bulunur. Namık Kemal’in Kırım Savaşı anısına savaştan yirmi yıl sonra yazdığı Vatan yahut Silistre oyunu ve Vatan Mersiyesi vb. şiirleriyle başlayan modern savaş edebiyatı I. Dünya Savaşı’nda bir bütünlenme yaşar. Cephenin “şiiriyet”inden,[9] askerin cesaretinden doğan şiirler bir yerden sonra Müslüman kimliği ile işgalci Hıristiyanlara karşı cihadı merkeze alan bir tarih sferi yaratır.
Osmanlıların kendi kamuoylarına propaganda yapmakta hem İngiltere hem Almanya’nın çok gerisinde kalmış olması meselesine gelince; buna gerek var mıydı? İngilizler de Almanlar da kapitalizm ve burjuva sınıfı üzerine kurulu ulus-devletler olarak Avrupa ve hinterlandını fethe koşuyorlardı. Ortada bir emperyalizm savaşı vardı. Yöneticiler bunun farkındaydı ve eşeği boyayıp sahibine satmak zorundalardı. Kendilerini emperyalist değil özgürlük savaşçısı gibi göstermeleri gerekiyordu. Ki bu da 1914 Eylül’ünde pat diye başlamış bir şey değildi. 19. yüzyıl boyunca Avrupa devletleri bir pozisyon mücadelesi içinde oldular. I. Dünya Savaşı boyunca kullandıkları propaganda materyali ruhen 17. yüzyıldan itibaren ülkelerin tek tek kendi içlerinde yürüttükleri kültür savaşlarının devamı niteliğindeydi.
Osmanlılar emperyalist bir savaş yürütecek güçten mahrum olmalarının yanında zaten buna uygun bir şekilde tertip edilmiş bir devlet de değillerdi. Ulus-devletlerin boy ölçüşme savaşında her iki tarafın da göz diktiği bir imparatorluk görünümündelerdi. Bu yüzden de herkesin savaşı bittiğinde Osmanlıların savaşı sona ermedi ve adeta çayı geçerken at değiştirir gibi devlet de İstiklal Harbi sırasında imparatorluktan ulus-devlete küçülmek zorunda kaldı.
1. Dünya Savaşı, öncesindeki ve sonrasındaki savaşlar da dahil olmak üzere, Osmanlılar-Türkler için bir varlık yokluk savaşıydı ve bunun için halka propaganda yapmanın çok büyük bir ihtiyaç olduğu söylenemez. İngilizler hem kendi gençlerini hem de kolonilerindeki gençleri denizaşırı savaşlara teşvik için yoğun propagandaya ihtiyaç duyuyorlardı; Almanlar da 1870’lerden 1910’lara kadar geçen süre boyunca kendi genç kuşaklarını Avrupa mülkünün gerçek varisi oldukları konusunda faşist tarih anlatısına maruz bırakmışlardı. Öte tarafta, Osmanlı Devleti’nin elde kalan toprakları müdafaa için vatandaşlarını savaşmaya razı etmesi için seferberlik ilanı yeterli olacaktı. Bunun için kullanılacak manivela da “cihad-ı ekber” ve “hilafet” sözleri üzerine kuruludur. İşin tuhafı, Fransızların Senegal, İngilizlerin de Hint taburlarını aynı propagandayla beslemiş olmaları.
1. Dünya Savaşı’ndan günümüze kalan şiirlerin şüphesiz en sağlamı Asım’ın “Çanakkale şehitlerine” ithaf edilen sayfaları. Harbiye Nezareti’nin teşvik ve imkanlarıyla Gelibolu’ya gönderilen ikinci dereceden şairlerin, ediplerin, ressamların savaş sırasında yazamadığı kalitede bir Çanakkale şiirini Akif, İstiklal Harbi sırasında ve devletten para almadan yazmış oluyordu böylece. Bu heyetin İngiliz ve Almanlara özenilerek devlet tarafından propaganda amacıyla cepheye gönderildiği ortada olan bir hususiyet. Büyük bir başarı elde edemedikleri de dikkatten kaçmayacak irilikte bir hakikat. Başarı mümkün müydü peki?
Bence hiçbir surette mümkün değildi. Akif’in mebusu olduğu Meclis’in 500 lira ödülünden kaçmak için İstiklal Marşı yarışmasına katılmadığı bir şairlik kavrayışından söz ediyoruz burada. Haşim I. Dünya Savaşı’nın tamamında askerdi; Çanakkale’yi turistik gezi kabilinden bir edebiyat heyetiyle gezip görmemiş, bizzat yaşamıştı. Yakup Kadri de buna binaen bir destan yazmasını rica ettiğinde ironi yapar, “Benden bir kahramanlık neşidesi mi bekliyorsunuz? Onu da her şey olup bittikten sonra izzet ve ikram ile Çanakkale’ye davet edilen şairlerden dinlersiniz,” diyerek. Rıza Tevfik, Cenap Şahabeddin’in tavassutu ve Harbiye Nezareti’nin ekonomik desteğiyle yazma teklifini “Peki,” diyerek kabul etmiş gibi yapar; fakat şiir yazma tarzı “hamaset” ve “teşci” üzerine kurulu olmadığı için bunu yapmayacaktır tabii. Mehmet Emin ve Hâmid gibi hem epik şiire hem devlete yakın isimlerse hamaset şiirleri ve destanlar yazacaklardır.
Hatime babında, I. Dünya Savaşı’nın esasen lirik, öznel, sanatkârane bir sanat anlayışına sahip şuarayı biraz geri iterken epik şairleri öne attığı söylenebilir. Meşrutiyetle birlikte sosyal konular üzerine yazılmış şiirin yayın dünyasına girdiğini biliyoruz. Fikret, Akif ve Mehmet Emin üç ayrı siyasi görüşe sahip oldukları halde şiirlerinde toplumsallığı başrole yerleştirdikleri için birbirlerinin şiirini ve şairliğini inkar etmediler. Meşrutiyetin ayaküstü demokrasisinin özel ve önemli bir parçasıydı bu.
Türk şiiri genellikle monolitik bir yapı arz eder ve belli bir dönemde bir şiir ve siyaset görüşünün hakimiyeti görülür. Meşrutiyette üç tarz-ı siyasetle birlikte iki şiir kanalı birlikte varlık arz edebiliyordu. I. Dünya Savaşı bu iki tarzdan lirik olanı nispeten geri itti ve savaştan sarfınazar eden şairlerden ziyade savaşı şiirleriyle görenler savaştan sonra da şiir ortamını belirleyecek duruma geldiler. Sanat şiiri ile hamaset arasında Serveti Fünuncuların yaptığı ayrımın en azından 1940’lara kadar rafa kalkmış olması kastedilmemiş bir kazanç olarak Türk şiirinin hanesine yazıldı. I. Dünya Savaşı bir anlamda Serveti Fünuna mezar oldu. 1890’lardan itibaren Türk şiirini ve edebiyatını belirleyen dekadanlık veya “sanat sanat içindir” yaklaşımı böylece iktidarını kaybediyordu.
[1] Mustafa Güllübağ, “World War I as Reflected in Turkish and English Poetry”, Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, doktora tezi, İzmir: 2004, s. 24
[2] Erol Köroğlu, Türk Edebiyatı ve Birinci Dünya Savaşı, 1914-1918: Propagandadan Millî Kimlik İnşâsına, İletişim y., 2. bs., 2010
[3] Wilfrid Owen, “Dulce et Decorum Est”, [1917-1918]
[4] Horatius, Odes, III.2.13. “O ne büyük zevk, ne büyük asalet, vatan için ölmek”.
[5] Köroğlu, s. 18-19: “Bu altı kısa öykü, Yakup Kadri’nin zekası ve edebi yeteneğine uygun düşmeyen, tuhaf ve rahatsız edici propaganda metinleridir. Yazarın neden birdenbire ve arka arkaya bu öyküleri yazıp yayınladığı ve ondan sonra da bunlara devam etmediği soruları, döneme yabancı okurların aklına takılabilir. Ancak Yakup Kadri’nin yaşamöyküsünü biraz deşince, bu öykülerle ilgili gizem de ortadan kalkar. Yakup Kadri savaş yıllarında verem olmuş ve Ziya Gökalp’in araya girmesi sonucu, masrafları hükümet tarafından karşılanmak üzere İsviçre’ye tedaviye yollanmıştır. Bir belgeye dayanmamakla birlikte, spekülatif biçimde bu altı propaganda öyküsünün tedavi yolculuğunun bedeli olarak yazıldığını düşünebiliriz.” İtirafını sona saklayan bu manasız sözler iftiradan ibarettir. Bir tarih metninde belgeye dayanmamak da ayrı bir akrobasi becerisi. Nesime Ceyhan’ın II. Meşrutiyet Dönemi Türk Hikayesi (1908-1918) başlıklı ciddi ve tamamen belgelere dayalı araştırmasında verdiği istatik verilere göre, Yakup Kadri’nin söz konusu hikayelerinin yayımlandığı 1916 tarihinde süreli yayınlarda çıkan toplam 32 hikayenin 20 tanesi savaş üzerinedir (A.g.e., s. 119). Aynı veriler ışığında, I. Dünya Savaşı süresince toplam hikaye sayısında düşme olurken savaş hikayelerinin oranında bir artış gözleniyor. Bu “belgesel” durumu okumaksa çok zor değil. Savaş şartları kağıt ithalatçısı olan Türkiye’de yayıncılığı geri iterken yazarlar milleti tümüyle etki altına alan savaşa doğal olarak yoğun ilgi gösteriyorlar. Yakup Kadri’nin savaş hikayelerine neden devam etmediği de Erol Köroğlu’nun farkında olmadan sunduğu bilgide saklı. Adam verem olmuş… İkinci olarak, Yakup Kadri’nin savaş hikayelerinin “tuhaf ve rahatsız edici” olduğu iddiası Köroğlu’nun şahsi izlenimidir ve zerre kadar değeri yoktur. Zira Köroğlu’nun edebiyat eleştirisinde adını duymuş, ciddiye alınır bir eserini okumuş değiliz. Meşrutiyet dönemi edebiyatı içinde savaş temalı metinler hakkında Şerif Aktaş, Nesime Ceyhan, Ömer Çakır gibi önemli akademisyen-edebiyat eleştirmenlerinin genel değerlendirmesi bunların sanat değerinin nispi olduğu fakat sosyal açıdan kuşkusuz bir değere sahip oldukları yönündedir. Bunları “tuhaf ve rahatsız edici” bulabilmek ancak bizim bilmediğimiz bir spekülasyon kaynağından geliyor olabilir. Bir belgeye dayanmamakla birlikte, bu tuhaf ve rahatsız edici spekülasyonun kim tarafından finanse edildiğini merak etme hakkımı muhafaza ediyorum; şimdilik kullanmamakla birlikte… Son olarak Ziya Gökalp’in Asker ve Şair başlıklı şiirinin “propaganda etkinliğinden uzak duran edebiyatçılara yönelik bir tehdit” olduğunu iddia etmek (s. 55), Akif’in Berlin Hatıraları şiirinden yola çıkarak Akif’e “tam bir Alman taraftarı” olduğunu uydurmak (s. 311) az bulunur cinayetlerdendir. Ziya Bey herkesin sevdiği saydığı bir adamdı ve şiir yazarak arkadaşlarını tehdit etmek filan gibi ancak Türkçeyi ve Türk edebiyatını çok iyi kavrayamamış bir ecnebinin fantezisi olabilecek garabetlere gönül indirmezdi. Ziya Bey Asker ve Şair şiirinde klasik kalem-kılıç remizlerine yer değiştirterek askerin silahının kalem olduğu yolunda sanat yapar ve şairleri savaş şiiri yazmaya teşvik eder. Akademisyen “emreder” diyor. Aynı günlerde değil emir, ricayı bile kabul etmeyen Türk şairlerinin vaziyeti için bk. Ömer Çakır, Türk Şiirinde Çanakkale Muharebeleri, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı y., s. 49-50 (53. Dipnot); ayrıca Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, Bilgi y., 1969, s. 123 (zikreden Çakıroğlu, s. 257; 466. Dipnot). Akif’in “tam bir” Alman taraftarı olduğu ithamı ise anlamsız bir çamur atma girişimi sadece. Anlamsız, çünkü I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin Almanya ile aynı tarafta savaşa girdiğini anlayabilmek için kişinin Boğaziçi Üniversitesi’nden mezun olmasına gerek yok, bunu mahalle mektebindeki çocuklar bile biliyor.
[6] Köroğlu, s. 45
[7] Güllübağ, s. 23
[8] “Arıburnu’nda şehit düşen Boyabatlı Ömer oğlu Mustafa’nın üzerinde bulunan destandır” notuyla Sabah’ta yayımlanmıştır. [Ömer Çakır, Türk Şiirinde Çanakkale Muharebeleri, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı y., 2004, s. 271]
[9] Samipaşazade Sezai gibi bir liberal bile 1917 tarihli bir yazısında, “cennet muhafızları” dediği Türk askerinin Çanakkale müdafaası için “siperlerin arkasında bir şiiriyet vücuda getirdi” diyecekti. [Çakır, s. 35] Aynı Samipaşazade’nin 1900 senesinde İngiliz elçiliğine dilekçe vererek Güney Afrika’da İngiliz saflarında çarpışmak için başvuran gençlerden biri olduğunu unutmamak lazım. [Ali Şükrü Çoruk, “İngiliz Ordusunda Savaşmak İsteyen Servet-i Fünûncular”, Mostar (73), s. 50-54, Mart 2011]