Osmanlı İmparatorluğu’nda ilmi ve edebi tartışmalar, medreseler ve Enderun dışında başka pek çok özel toplantıda da önplana çıkıyordu. II. Mahmud devrinde bu düzensiz sohbetlerin, teşkilatlı bir yapıya dönüştürme teşebbüsleri sonucunda bazı cemiyetler kuruldu. Yazımızın konusu olan Beşiktaş Cem’iyyet-i İlmiyyesi ise ne bu tarzda bir cemiyet, ne de Batılı anlamda bir topluluktur. “Heveskar-ı ulum ve maarif olanlardan her kim tederrüse talip olur ise onu talim etmeyi yahut ettirmeyi” hedef edinen bu cemiyet, matematik ve felsefeyle yakından ilgilenen ve aynı zamanda İslami kültürü de modern anlayışla bağdaştırmaya çalışan bir grup devlet adamının, Londra’da büyükelçilik yapmış İsmail Ferruh Efendi’nin Beşiktaş ve Ortaköy’deki yalılarında bir araya gelerek oluşmuştur. Bu devlet adamlarının arasında vak’anüvis tabip Şanızade Ataullah Efendi, Melekpaşazade Abdülkadir Bey ve Kethudazade Arif Efendi bulunurken; İsmail Hakkı Uzunçarşılı bu gruba Fehim Efendi, Başmusahib Hatif Efendi ve Recaizade Ahmed Cevdet Efendi’yi de ekler. Masraflar gönüllülük esasına göre herkesin verebileceği kadar yardım yapmasıyla karşılanırken, Ferruh Efendi’nin verdiği edebiyat dersleri ve Şanızade’nin verdiği fenni dersler dahil hiçbir dersten ücret alınmamıştır. Cemiyetin kurucusu konumundaki İsmail Ferruh Efendi, politikadan hoşlanmadığı için elçilik görevini bırakıp, kendini edebiyata ve ilme vermiştir. Hüseyin Kaşifi’nin el-Mevahibü’l-‘aliyye adlı eserini Mevakıb adıyla tercüme etmiş 1865’ten itibaren defalarca baskısı yapılmıştır. Nevadirü’l-asar adıyla bir eseri bulunan ve yine cemiyetin esas unsurlarından biri olarak kabul edilen Kethüdazade Arif Efendi, döneminin önde gelen fikir adamlarından olup edebiyat ve felsefe içerikli toplantılarda bulunmuştur.
Resmi bir cemiyet olarak görülmesi yanlış olan Beşiktaş Cem’iyyet-i İlmiyyesi’nin, entelektüel anlamda birbirlerine yakın aydınların, İslami ve doğal ilimler konusunda derin sohbetler gerçekleştirmek amacıyla toplandığı bir dost meclisi olarak algılanması daha doğru olur. Bu topluluğun kapatılması ise 1826’da gerçekleşir. Bektaşi tekkelerinin kapatıldığı dönemde, topluluk üyeleri de Bektaşilikle suçlanıp sürgüne gönderilirler. Bunun şahsi düşmanlıklardan kaynaklandığı, üyelerin Bektaşilikle bir ilgisi olmadığı ise, sürgünden iki ay sonra Şanizade’nin serbest bırakılması, Ferruh Efendi’nin çalışmalarını gerçekleştirmesi için sürgün yerinin Kadıköy’e alınması ve Melekpaşazade’nin İstanbul kadılığına atanması delil olarak kabul edilebilir