At binenin, kılıç kuşananın demişler. Kültürel çalışmalar da aklı kesene, gayreti olana bir at, bir de kılıç veriyor aslında. Gücü yetene yeni. Peki, bizim gücümüz kültürel çalışmalara yeter mi? Hem evet, hem hayır.
Evet, çünkü kültürel çalışmalar oryantalizm ve ardından gelen yahut çevresini oluşturan çalışmalar gibi bütün bir teşkilat havasına sahip değil. Oryantalizm Batı ülkelerinin kendilerini pek de güvende hissetmedikleri bir devrin ürünüydü. Kısmi bir kendine güvenin ürünüydü. Kısmi bir kendine güvenin ürünüydü aynı zamanda. Hem kompleksleri, korkuları vardı Batılıların o devirde. Hem de kendilerine güvenmeye başlamışlardı. Korkularının, komplekslerinin sebebi geçmişte bin yılı aşkın süre içinde kaldıkları kavganın hâlâ sürüyordu olmasıydı. Osmanlı ve geri kalan Batı dışı devletlere karşı henüz tam bir zafere erişememiş olmalarıydı. Kendilerine güvenlerinin sebebi ise bin yıllık karanlığın ardından gösterdikleri ciddi gelişmeydi, Batı dünyasında taşların tekrar yerine oturacağının hiç değilse hissini yakalayabilmiş olmalarıydı, Osmanlı’nın Batı karşısındaki “muhteşem” ilerleyişinin tam da muhteşem olduğu zamanda yani Kanuni zamanında kesintiye, daha sonraki zamanlarda ise sarsıntıya ve yıkıma uğramış olmasıydı.
Doğu karşısında Batı
Oryantalistler işte böyle bir gerilimin çocuklarıydı. Aceleleri vardı bir yandan. İslam’ın, özellikle Osmanlı’nın Batı karşısındaki uzun sürmüş tahakkümünün yarattığı kompleksi dağıtmak, yerine Batı’nın üstün olduğu bir fikir şeması oturtmak istiyorlardı. Bunun için de habbeyi kubbe yapmaktan, karakuşi okuma tarzlarından hiç yüksünmüyor, özeleştirinin kıyısından bile geçmiyorlardı. Batı’da kritik düşünce gelişirken bu düşünce hiçbir surette Batı dışı araştırmalara uygulanmıyordu. Mesela Fransız İhtilali öncesi ve sonrasında bilhassa Fransa ve İngiltere’deki acı sert tartışmalar ne olursa olsun bir tür fikir özgürlüğünün, Avrupa’yı Avrupa yapacak tartışma kültürünün ifadesiydi. Ne var ki, oryantalist çalışmalarda bırakın tartışmayı, birbirini eleştirmeyi, araştırmacının incelediği konuya bile kritik nazarla baktığı pek vaki değildi. Fakat bu da bir yere kadardı. Osmanlı geriledikçe Oryantalizm hızla ilerleyecek ve nihayet habbeyi habbe, kubbeyi kubbe olarak okuyabilecek kudret ve kritik yetenekte oryantalistler de ortaya çıkacaktı. Yani, oryantalist nesiller İslam ve Doğu bilgisi konusunda yenile yenile yenmeyi de sonunda öğrendiler. Yüzyıllar süren araştırmaların sonunda İslam ve Doğu konusunda Müslümanlardan da Doğululardan da çoğunlukla daha bilgili bir konuma vardılar. Değişmeyen tek bir şey kalmıştı oryantalistlerin bakışında. O da Batı’nın üstünlüğü inanışı.
Bu, düpedüz bir millî inanıştı, Batılının öz sevgisi ve arzusuydu. Hatta şehvetiydi. Ama hakikat gibi sunmaktan hiçbir zaman geri kalmadı bunu oryantalistler. En insaflı ve nevi şahsına münhasır olanları bile Batı’nın üstünlüğünü buna üzülüyormuş gibi bir edayla bile olsa kabul ediyorlardı. Batı’nın üstün olmayabileceği ile ilgili herhangi bir kayda oryantalistlerin en çok Doğululaşmış, İslam kültürüne en çok bulaşmış fertlerinde bile pek rastlanmaz bu yüzden. Oryantalizm tek cümleyle kolonyalist, sömürgeci mantığın kültürel bir ifadesinden ibarettir ve başka türlüsüne artık Oryantalizm demenin imkanı yoktur.
Batı’da bilimsel ve kültürel gelişmenin Doğuya ve İslam’a dönük yüzü son ana, bugüne kadar oryantalim olmuştur. Batı ülkeleri bu kadar gelişmişken, insanların bu kadar medenileşmiş, bilim ve kültür alanları bu kadar incelikli ve zengin bir hale bürünmüşken, bu ülkelerin Doğu ve İslam tasavvurunun Orta Çağ’dan kalma önyargılarından ibaret olması bu yüzden pek de şaşılacak bir şey değildir. Oryantalistler millî bir karaktere sahiptir çünkü. Fransız’sa Fransız oryantalisti, Amerikay ise Amerikan oryantalisti, Alman ve İngiliz ise Alman yahut İngiliz oryantalistidir. Rus araştırmacılarsa tanım gereği aradadırlar. Onlar çünkü Rus-Ortodoks araştırmacılardır.
Mesela, bir Amerikalı oryantalist için İslam bir imparatorluktur. Bir inanç ve medeniyet imparatorluğu. Amerikalılar kurmak istedikleri dünya imparatorluğunun ilk resmî biçimini Osmanlılarda görüyor gibiydiler. Osmanlıların resmî üniforma giyen ilk profesyonel orduya, Yeniçeri Ocağı’na sahip olmaları Amerikalı oryantalistleri adeta büyülemektedir. Zira bugün Osmanlı’nın geçmişte hakim olduğu toprakları kana bulayan Amerikan Ordusu, tek amacı Amerikan devletine hizmet ederek kendisine hayat temin etmek olan profesyonel (kökensiz ve maaşlı) askerlerden oluşmaktadır. Bunun yanında, Osmanlıların inşa ve ibda ettikleri azametli yapıların ikili bir anlama sahip olması, yani bunların hem Allah’ın yüceliğini gösteren yapılar gibi durması (ki bu tamamen Amerikalı bir yorumdan ibarettir) Amerikalı uzmanları kendilerinden geçiriyor. Büyük yapıların Amerika için ne kadar büyük önemi olduğunu İkiz Kuleler tabir edilen Dünya Ticaret Merkezi binalarının 11 Eylül 2001’de yolcu uçaklarıyla yıkılması sonucu hızla ürettikleri gösterge ve literatüre bakarak anlamak mümkündür. Hasılı kelam, oryantalizmin bugünkü Amerikan Orta Doğu araştırmalarının, genellikle Londra merkezli Şii araştırmalarının, Fransa merkezli İslam siyaset felsefesi araştırmalarının millî karakteri çıplak gözle bile görülebilecek cinstendir. Peki bu kadar muazzam ve bu kadar kabus gibi, bilim veya araştırmadır? Oryantalistler nasıl bir hazırlıkla yola çıkıyorlardı ki Doğu’yu, İslam’ı kafalarına göre araştırabiliyorlardı? Çünkü bu işler ha deyince olacak işler olsaydı, yani at binmeden ve kılıç kuşanmadan da dünya fethedilebilir olsaydı, biz herhalde dünyanın bütün kavimlerinin inciğini cinciğini çıkarmış olurduk bu kadar zamanda. Lafta durduğu gibi duran bir şey olsaydı yani kültür ve araştırma hadiseleri.
Oryantalizm: Bir tür teoloji
Oryantalistlerin bugünkü bilgileri sınırsız görünüyor. Her türden uzman vardır aralarında. Fakat başlangıç anı filolojidir, teolojidir ve bugün siyasetbilim dediğimiz o zamanın politika bilgisidir. Fakat üçüncünün özü ve merkezi gene filolojidir. Öte yandan, oryantalistlerin Doğu’da ve İslam’da en çok peşine düştükleri şeyler de dil, din ve devlettir. Bunların merkezi ve özü de dindir. Yani oryantalist dediğimiz insan, filoloji, teoloji ve politik bilimle İslam ve Doğu’da dil, din ve devleti araştırıyor gibi görünmektedir. İşin özünde ise filoloji yoluyla dili araçsallaştırmakta, dil aracı ve politik bilim desteğiyle devletlerin inciğini cinciğini çıkarmakta ve bu yolla elde ettiği bilgileri tekrar araçsallaştırmak ve teolojinin desteğini almak suretiyle de Doğu’nun dinleri ve İslam hakkında nihayet bir yere, bir karara varmaktadır. Kısacası, oryantalizm aynı zamanda bir teolojidir.
Zaten bu derecede gelişmişlik ve bu enginlikte bilgiler ellerinde olmasına rağmen, kendi toplumlarına aydınlık götürmek yerine her zamanki önyargılarının pekiştirilmesi hizmeti vermeleri bundandır. Oryantalizm bir tür teolojidir ve Batı’nın din ve inanışının üstünlüğünü vurgulama, yayma, ikna edici hale getirme amacına açık örtük sahiptir. Tabii işte bugün oryantalizmin geçersizleşmiş tarafı da budur, yani özü ve amacıdır. Çünkü bu arada, yani yirminci yüzyılda iki önemli gelişme oldu Batı’da ve İslam ve Doğu dünyasında.
Biri Batı’da Hıristiyanlığın şeklen değilse bile hissiyet olarak yeniden uyanmasıdır. En azından bir din ve kamil ahlak ihtiyacının açık seçik yeniden belirmesidir. İkincisi ise Doğunun ve İslam’ın öze dönüş çabalarıdır. Bunlar birbirini doğrudan etkileyen şeyler değil, fakat Oryantalizmin foyasının meydana çıkarılmasında ikisinin de amil olarak payı vardır. Müslümanların da Doğuluların da Oryantalizmin aslı teolojik fakat faslı filolojik dokundurmalarına karınları fena halde doymuş bulunmaktadır. Ayrıca, Batı insanı Doğu’ya özgü bir teoloji besleyecek kendine güvene veda etmiş bulunuyor.
Oryantalizm aslında resmi geçerliliğini koruyor. Amerika Birleşik Devletleri’nin bugün Büyük Ortadoğu Projesi başlığı altında Orta Doğu’yu mezhep kantolarına bölerek topluca yönetme hevesine kapılmış olmasının altında oryantalistlerin bugüne kadarki çalışmalarının büyük payı var. Belki bilim ve kültür dünyası oryantalistlere güvenmekte pek hevesli davranmıyor bugünkü Batı’da; fakat devletlerin oryantalistlerce resmedilmiş din-mezhep haritaları üzerinde ordularını dolaştırdığı da meydanda.
Yine de oryantalizmin Batı açısından bilimsel geçerliği ciddi olarak kırılmış, teolojik özü açığa çıkarılmış durumdadır. Bunun olabilecek en ilginç yan etkisi Batı içinde oryantal diyebileceğimiz din, mezhep, dil, ırk, cinsiyet, kültür ve hayat tarzı kantonlarının icat edilmiş olmasıdır. Kültürel çalışmaları kimse Oryantalizmin bilimsel ve kültürel anlamda sönümlenmesine bağlanmak niyetin görünmüyor; daha çok, 1960’lardaki özgürlük rüzgarlarının etkisine bağlanıyor kültürel çalışmaların dünyaya gelişi. Fakat bunlar gerçekte iç içe şeyler. Batı dünyasının 1960’larda kendi devletlerine karşı adeta isyana kalkmış olması ve bunun neticesinde ortaya çıkan bütün kural dışı, tanım dışı, merkez ötesi şeyler teolojisizliğin veya aşırı teolojinin acısını duyan insanların eseridir. Oryantalizm o ana kadar o kadar başarılıydı ki mağlup Almanlar dışında hiç kimsenin Batının üstünlüğünden, özgür ve demokrat ruhundan kuşku duymaya aklı ermiyordu. Fakat tabir caizse Oryantalizm deplasmandaki bütün maçlarından üç puanla döndükten sonra kendi evinde beraberliği bile zor görmeye başladığı andan itibaren, Batının üstünlüğü teolojisi çatırdamaya başladı.
Yerli kültürel çalışmalar olur mu?
İşte başta sözünü ettiğimiz “bütün teşkilat” bunun üzerine kısmen geçersizleşti ve Batı’nın kendi içindeki farklılıklara karşı tahammülsüzlüğünün, hazımsızlığının yarattığı bir tepki olan kültürel çalışmalar demek, doğup geliştiği şartlar esas alındığında, Batıyı temsil eden Büyük Patron, Büyük Başkan veya Büyük Baba’nın tanımına uymayan bütün unsurların onurlandırılması, itibarlarının iadesi, onların da hem bütün vatandaşlık haklarına sahip olması gerektiğinin hem de öz itibariyle yani teolojik itibarla en az tanıma uygun “Batılı” kadar insan olduğunun ihsas edilmesi demekti. Yani siyah, kadın, işçi-göçmen, homoseksüel, azınlık, yabancı, asosyal, ateist veya farklı ve resmen tanınmayan inançlara mensup, mahkum vb. Kategorilerin de devletin tanımladığı, birinci sınıf insan yerine koyduğu “asli unsur” kategorisi kadar var ve hak sahibi olduğu kaziyesi ve bunun ortaya konması ve başarılması çabası kültürel çalışmaların programını belirler.
Demek ki başa dönüp, kültürel çalışmalardan biz de yararlanabilir miyiz sorusuna niye hem evet hem hayır dediğimizi burada gösterebiliriz. Niye evet dediğimizi oryantalizm çöküşünün kültürel çalışmaların çıkışıyla paralelliği üzerinden gösterebildik sanıyorum. Oryantalizm bizim kabusumuzdu; kültürel çalışmalar bize kabus olmayacaktır. Tabii yapımına, edimine katılabilirsek. İşte “hem evet”in yanı sıra “hem hayır” dememizin sebebi burada ortaya çıkıyor. Çünkü bir paragraf yukarıda gösterdiğimiz gibi, kültürel çalışmalar aslında elini kolunu sallayarak girebileceğiniz bir alan ve konu, bir araştırma yöntemi belirleyen teoriler zinciri olmaktan uzaktır. Kültürel çalışmalar özü ve şu ana kadarki gelişimi bakımından Batının kendi içindeki uyumsuzluklar ve haksızlıklar konusundaki özeleştirisi gibi görünmektedir.
Siyah Amerikalıların da beyaz Amerikalılar kadar, cazcıların da klasik müzikçiler kadar, homoseksüellerin de “norm”al seksüel tavra ve hayata sahip olanlar kadar insan olduğunun gösterilmesi bizi doğrudan doğruya veya paralel olarak ilgilendirir mi? Oryantalizmin bütün teolojik kandırmacalarına kapılmış zihni, bilinci, kültür ve inancı buna göre şekillenmiş olanlar için tabii ki evet bu böyledir, böyle olmak zorundadır. Yani Batının meselesi, Türkiye’nin ve Türklerin de meselesidir. Mesela “Türklük” bir devlet tanımıdır ve içinde bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları olamaz. Türkiye’de herkesin Türk olduğunu söylemek haksız bir propagandadır ve kültürel çalışmalar bu haksızlığı gidermenin yollarını araştırmalıdır.
Yahut da Türkiye’de her şey normal cinselliğin ve normal ailenin varlığı, birliği, iyiliği üzerine programlanmıştır. Bir kere bu yalan dolandır. Yani normal görünen cinsellik ve aile hiçbir surette normal değildir. İkincisi, bu yoldan gitmek istemeyen veya zaten gitmeyenlerin hakları ve tecrübe, hayat ve kültürleri bu yolla, normalin dayatılması yoluyla zedelenmekte, hayat damarları kesilmektedir. Sözgelimi, travestiler hem normal kabul edilen ve kendileri de ateşli bir şekilde normalliği, hatta muhafazakarlığı savunan kişilerce suistimal edilmekte, seks işçiliğine zorlanmakta; hem de suistimale kurban edilen travestiler ikide birde şehir dışına sürüklenmekte, zora ve zulme tabi tutulmaktadır. Vesaire.
Bu bakış, oryantalizmin yarattığı hümanist teoloji tarafından ağır hasara uğratılmış zihinlerin ürünüdür. Türkiye Amerika veya Fransa olmadığı gibi, Türkler de Türkiye’nin kültürel yapısı da bu ülkelerin insanları ve yapıları gibi değildir. Bire bir aynı veya benzer olan şeyler mutlaka vardır; fakat Türkiye’nin tarihi, geçmişteki ve bugünkü uluslararası durumu, ülkede yaşayan insanların yaşadıkları veya akıllarına gelen kültürel yönlendirme ve müdahaleler karşısındaki konumu bu ülkeyi benzersiz kılmaktadır.
Mesela en problematik görünen hadiselerden travestiler hadisesine baktığımızda, Türkiye’de travestiliğin ve travestilerin ancak Batılılaşmanın yarattığı ilişki ve biçimlerini kriziyle açıklanabileceğini görüyoruz. Londra’nın travestileri için benzeri bir durum ise söz konusu bile olamaz. Günümüzün İngiliz travestileri az çok 1970’lerin sonuyla 80’lerin başındaki “punk” kültürüyle şekillenmiş, ki kendileri bizatihi bu kültürü şekillendirmiş kişilerdir. “Travesti” ile “Supertramp” arasındaki kopmaz bağlar söz konusudur.
İşin ilginç tarafı, Türkiye’deki travestiler de punk bir görünüm arz ediyorlar ama ilişki ve dil bakımından mahalli bir karaktere sahiptirler. Yani özellikle büyük kentlerimizde ortaya çıkan travesti kültürü araştırma konusu olacaksa, ki neden olmasın, Londra’nın travesti kültürüyle ilgili birtakım araştırmalar alınıp uygulanarak yapılamaz bu. Evet ikisi de travesti, bu üstelik onun etkisi altında, hatta onun taklidi. Ama burası hala Türkiye ve buradaki travestiler de ilişkilerini, dillerini, dolayısıyla da kültürlerini burada olmaklıklarıyla oluşturuyorlar.
Mesele yaygın alana çıktıkça daha da problematikleşecek ve tarihsel bir kriz görünümü kazanacaktır. Bir kere sözünü ettiğimiz tarzda kültürel araştırmalar; yapıldığı, yapılması gündemde olduğu veya yapılacağı ima edildiği kadarıyla bile nesnel, tutarlı ve bütünlüklü olmaktan uzaktır. Türkiye’de kültürel araştırmalar yapılıyor, yapılmıyor değil. Fakat bunları yapanların çoğu ya “vazifeli” veya gönüllü” Batılılar veya bunların takipçisi, taklitçisi olan Türklerdir. Bunların bir kısmı demagoji üretmek için yapılmış iğreti ve göstermelik işlerse de, bir kısmı da gayet ciddi projelerdir ve “proje” adını da zaten mali destekçilerden almaktadır. Yani artık Türkiye’de kültürel araştırmalar yapmak kârlı bir iş sayılabilir. Yeter ki dış veya iç mali destek bulma konusunda uyanık olunsun, destekçinin siyasi amaçlarının üstü iyi örtülsün. Yeter ki “millî”, “yerli”, “devlet”, “Türk tarihi”, “Türk kültürü”, “İslam” gibi bin yıllık düsturların dışına çıkılabilsin. Yani özetle, eğer Türkiye’yi kültürel araştırmalar yoluyla ve hiç değilse laf düzeyinde kendisinden kurtarabilirsiniz hem entelektüel sıfatlardan bir sıfat, hem belki resmi yahut gayri resmi (Uluslar arası sivil topluma mahsus) payelerden bir paye, hem de adamların parasından para elde edebilirsiniz.
Yok eğer başkası şurada dursun, ben kendi kültürümüzün çalışmalarını da kendim yaparım diyorsanız, gerçeği söylemek gerekirse emeklemeyi değil henüz çuvallamayı bile bilmiyorsunuz demektir. Zaten biz bir çuvallayabilsek arkasını da pekala getirebiliriz. Mesele çuvalları bulmakta. Nerede bizim şu çuvallar hele?