Modern dünyada, ışığın davranışını ve yapısını inceleyen alana optik diyoruz ve bunu fiziğin alt dalına yerleştiriyoruz. Ama merceğin yapımından itibaren ışığa duyulan ilgi, kendini doğa filozofu sayanlara aitti, fizik adında bağımsız bir disiplin yoktu. Bu filozoflar, ışık yanında, görmenin nasıl olduğuyla da ilgilenmeye başladılar. Bu dönem, Epiküros ve Aristoteles’in de dahil olduğu Antik Yunan dünyasının deneye dayalı olmayan tahminleriyle ilerledi. Tartışmaların ekseni, görmenin maddeden göze doğru mu, gözden maddeye doğru mu olduğuydu ve filozoflar bu iki kutba yerleşmişti. Dikkate değer bir ilerleme, görme hadisesiyle geometriyi birleştiren Euklides’in geometrik optiğin kapılarını açmasıyla yaşandı.
500’lü yıllarda İran topraklarında ise, görme ve ışık konusuna bambaşka bir boyut katacak olan İşrakilik yükselmeye başladı. İşrak, bu felsefenin kurucusu olan Sühreverdi’nin eserlerinde hakikatin doğrudan doğruya zihne açılması, yani sezgisel düşünceyi ifade ediyordu. Görmek, yani bir şeyi kavramak akıl yoluyla gerçekleşemezdi. Ona göre ışık, hakikatin özüdür. Ruh ve Doğu saf ışıkken, Batı ve beden karanlıktır. Eşyayı görebilmemiz için ışığın bir şuur aydınlığı oluşturması gerekir ve mutlak hakikat ışıkların ışığı olduğu gibi, ondan başka kimse de ışık kaynağı olamaz. Yeni Platonculuğa dayanan bu mistik bakış, esas karakteri akılcı olan, mantık ve matematiğe dayanan Aristocu Meşşailiğin karşısında durur ki zaten İslam optiğini Meşşailiğin de kurucusu sayılan İshak el-Kindi başlatmıştır.
Görmeye ve ışığa dair bu metafizik yaklaşımı bir kenara bırakan İslam coğrafyası yüzünü Antik Yunan’ın bıraktığı birikime çevirdi. Bu alana onları iten şey yalnız bilme arzusu değildi ama. Hükümdarlar onlardan, yakıcı aynaları bir savaş silahına dönüştürmelerini istiyor, ışığın kırılması ve yansıması sebebiyle ortaya çıkan ilgi çekici görüntülerle şehzadeleri eğlendirmelerini bekliyordu. Sebebi ne olursa olsun, ışığın özelliklerini incelemeye koyulan herkes karşısında çevrilmeyi bekleyen onlarca eser buldu. Gerçek anlamda İslam optik araştırmaları da, yukarıda değindiğimiz gibi Kusta b. Luka ve İshak el-Kindi’nin bu eserleri tahlil ve tenkit etmesiyle başladı. Bu iki öncü, kendinden önce gelenlerin optik anlayışını düzeltmelerinin yanında; aynalar, yansıma, göğün rengi ve gölge-ışık konularıyla ilgilendiyseler de, asıl değerleri, ispatta kullandıkları yöntemlerle ortaya çıkar. Luka, görmenin fiziki boyutunu, yani algıyı geometriyle birleştirmiş, görme hadisesini çizgilerle kanıtlama yolunu seçmiştir. Kindi ise bu yöntemin yanında, iddialarını deneye dayandırmıştır. Böylelikle, optiğin babası olarak anılacak İbn el-Heysem’in alanda gerçekleştireceği devrimin fikri altyapısı da hazırlanmıştır.
Modern optiğin kurucusu kabul edilen İbn el-Heysem’in ünlü kitabı Kitab’ül Menazır, yüzyıllar boyu Avrupa’da temel eser olarak kullanıldı; Kemalüddin el-Farisi’den Roger Bacon’a, Witelo’dan Kepler’e kadar birçok bilim adamını etkiledi. Optik konularının daha önce incelenen ve incelenmeyen hemen her alanında çalıştı ve birikimi ileriye taşıdı. Karanlık Oda’nın (camera obscura) da mucidi olan Heysem, görmenin gözden nesneye değil, nesneden göze ulaşan ışınlarla gerçekleştiğini kanıtladı. Deneye dayalı doğrulama yöntemini vurgulayan bilgin, arkasında ünü günümüze kadar ulaşan bir de Alhazen problemini bıraktı.