20. yüzyılın ikinci on yılında ortaya çıkan ve günümüze kadar bütün dünyada tarih okulları üzerinde derinlemesine etkileri bulunan Fransızların Annales Okulu’nun siyasi tarihten sosyal ve kültürel tarihe geçişinin önünü açan 19. yüzyıl kültür tarihçilerinin en saygıya değerlerinden biridir Alman tarihçi Jacob Burckhardt. Burckhardt’ın başlıca özelliklerinden biri (ki Annales Okulu’nun başlatıcı dehalarından ve okulun asıl kurucusu olduğunu düşündüğümüz Lucien Febvre’ün Burckhardt ve benzerlerinden tevarüs ederek daha da ciddi bir seviyeye yükselttiği bir özelliktir), anlattığı dönemin tarihini bu dönemin kültür ve zihniyetine merkezi bir yer tanıyarak yazmasıdır. Rönesans’ı anlatmak için İtalya’da o dönemdeki siyasi gelişmeleri soğuk bir dille anlatıp geçmekle yetinmez; tam aksine anlattığının bir tarih olduğunu unutturacak, hatta yer yer psikolojik veya sosyolojik bir çözümleme ve dahası bazı yerlerde bir roman yazıyormuş hissi verecek derecede dönemin ve ortamın yaşayışı, yaşantısı içine dalar. Muhtemelen okuyucuda şaşkınlık yaratmamak için kitabına “kültür” başlığını verse de İtalya’da Rönesans Kültürü kitabında Burckhardt açık seçik bir şekilde tarih yazmaktadır. Fakat olaydan çok duyguyu ön plana çıkardığı ve geleneksel tarih anlatısına tam olarak uymadığı için, ara formül olarak eserini kültür tarihi havasına sokmuş olmalıdır. Fransız tarihçi Michelet’nin (Bu arada, genç okuyucu için: Burckhardt bildiğiniz Burkart, Michelet ise Mişle şeklinde okunur…) aynı çerçevede daha fazla üne ve saygıya müstahak görülmesi muhtemelen Fransız olmasından ve Fransız kültür camiasının yaklaşımına denk gelmiş olmasından ileri gelmektedir. Burckhardt’ın ikinci özelliği burada akla gelmelidir. Bu da teknik verilerden sapmadan üslupçu tarih yazım tarzını uygulaması ve geliştirmesidir. Metin anlamında da bir değeri vardır yani Burckhardt tarzı tarih yazımının. Tam anlamıyla psikolojik, sosyolojik, edebi bir eser sayılmasa da az çok bu ve benzeri disiplinlerin, sanatların hepsinden bir şeyler barındırır içinde. Bu da dünya görüşünü, kullandığı teknik verilerin işlenme biçimini ve genel olarak tarihsel yaklaşımını paylaşmasak bile Burckhardt’ı bizler için hâlâ merak ve saygıyla okunur kılıyor. Rönesans insanının nasıl da vahşetin içinde gül bahçeleri yarattığını ya da gül bahçelerinde birbirlerinin kanını ne büyük acımasızlıkla döktüğünü ve insan ya da kahraman unsurunun en nihayet disiplin, kurum ve kolektife, toplumsala, moderne nasıl da yenik düştüğünü anlamak veya hissetmek için Burckhardt hâlâ vazgeçilmez duruyor.