Kötü bir ruhun kişiyi ele geçirdiği, şeytani varlıkların insanın içine girip onu fenalıklar yapmaya sevk ettiği düşüncesi birçok topluluk ve inanışta mevcut. Bu türden kanaatlerin altında yatan sebepler muhtemelen antropoloji, psikoloji, sosyoloji ve teoloji gibi birçok alanın bir araya gelmesiyle açıklanabilir. Fakat bu inanışların profesyonel bir faaliyete dönüşmesi, hatta kurumsallaşması en fazla ve belki de sadece Hıristiyanlıktaki “şeytan çıkarma”da belirgin.
Semavi dinlerde kötü ruhlar üzerine yazılanlar ve söylenenlere baktığımızda Hz. Süleyman’ın bir ortak nokta teşkil ettiğini görürüz. Kur’an ve Talmud Hz. Süleyman’ın peygamber olduğunu kabul eder, İncil’de ise kendisinden yasa koyucu olarak bahsedilir ve İsrail’in üçüncü kralı olması bakımından hürmet görür. Hz. Süleyman’ın farklı kutsal kitaplardaki statüsü ve kendisine yönelik bakış açısı değişiklik göstermekle beraber bir özelliğinde görüş birliği yapılmış gibidir. Eski Ahit, Hz. Süleyman’dan bilgeliği bütün Doğu’ya yayılmış bir kimse olarak bahseder ve kendisinin hayvanlar ile bitkiler de dahil olmak üzere varlıklar üzerinde bir kudreti bulunduğunu yazar. Kur’an’da Hz. Süleyman’dan Sebe Suresi 12. ayette “Onun eli altında Rabbinin izniyle iş gören bir kısım cinler vardı” diye bahsedildiğini biliyoruz. Talmud’da ise Hz. Süleyman’ın İlk Mabed’i[1] inşasıyla ilgili şöyle bir hikaye anlatılır: Süleyman, bu işi kotarabilmek için Şamir adında taş kesebilen bir solucanın peşine düşer. Bunun için de önce bir dişi bir de erkek iblisi kendisine bağlar, daha sonra da İblisler Prensi Ashmedai’dan Şamir’i almayı başarır ve mabedin inşası için önemli bir adım atmış olur. Yine bu mabedin inşasını konu edinen ve Hz. Süleyman’ın kendisine bir melek tarafından verilen efsunlu yüzük yardımıyla bu işi nasıl başardığını anlatan Süleyman Ahdi de “baş şeytanlardan” olan Beelzebub’un nasıl Hz. Süleyman’ın kontrolü altına girdiğinden ve böylece bütün iblis ırkının da ona itaat ettiğinden bahseder. Mabedin inşasının ilk elden bir anlatısı olma iddiasında bulunsa da bu tarihten yaklaşık bin sene sonra yayımlanan ve Yunan kökenli bir Hıristiyan tarafından yazıldığı düşünülen Hz. Süleyman Ahdi Yahudilik, Hıristiyanlık, Yunan mitolojisi ve astrolojiden birçok tema barındırır. Metin ayrıca önemli bir Hıristiyan etkisi taşır ve belirli bir kısmı, bir Hıristiyan tarafından yazılmış olduğu kanaatini güçlendirir: Süleyman, mabedinin inşasında çalışan iblislerden Ephippas’a neden kızgın olduğunu sorar. İblis, gücünü gerçekten elinden alıp onu alt edebilecek tek bir şey bulunduğunu ve bu yüzden kaygılı olduğunu söyler. Bu, bakire bir anadan doğma olup çarmıha gerilecek bir adamdır. Metnin bu kısmında ima edilen kişi şüphesiz Hz. İsa’dır.
Şeytan çıkarma faaliyetinin Hristiyanlıkta son derece baskın ve yaygın olduğunu belirtmiştik. Gerçekten de, İncil uzmanları kişinin içinden kötü ruhların çıkarılmasını, şeytanların def edilmesini Hz. İsa’nın en önemli ve en etkili faaliyetleri arasında değerlendiriyor. İncil’in farklı versiyonlarında Hz. İsa’nın şeytan çıkarmasına dair değişik anekdotlar bulunuyor. Hz. İsa’nın iblisler üzerindeki kudretini ortaya koymak için çoğunlukla şu alıntılara başvuruluyor:
“İsa on iki öğrencisini çağırıp onlara kötü ruhlar üzerinde yetki verdi. Böylece kötü ruhları kovacak; her tür hastalığı, her illeti iyileştireceklerdi.” (Matta 10:1)
“İman edenlerle birlikte görülecek belirtiler şunlardır: Benim adıma cinleri kovacaklar, yeni dillerle konuşacaklar, yılanları elleriyle tutacaklar. Öldürücü bir zehir içseler bile zarar görmeyecekler. Ellerini hastaların üzerine koyacaklar ve hastalar iyileşecek.” (Markos 16:17)
“Yetmişler sevinç içinde döndüler. ‘Ya Rab’ dediler, ‘Senin adını andığımızda cinler bile bize boyun eğiyor’.” (Luka 10:17)
Bu İncil alıntıları, ona inananlara Hz. İsa’nın hem kötü ruhlar ve iblislere hükmetmeye muktedir olduğunu, hem de bu becerisini havarileri başta olmak üzere diğer kişilere aktardığını gösteriyor. İçlerindeki şeytanı çıkarmak suretiyle insanları iyileştirip yeniden doğru yola sevk etmek Hz. İsa’nın toplumsal pozisyonunu ve kendisine duyulan itikadı güçlendirmiş olsa da, Esther Miquel işin farklı bir boyutu olduğundan bahsediyor. Miquel, Hz. İsa’nın kötü ruhlar ile şeytanlar üzerindeki yetki ve kudretinin içinde yaşadığı geleneksel toplum tarafından zaman zaman şüpheyle yaklaşılan bir durum olduğunu, hatta kendisine şeytan çıkarma işlemini Şeytan ve Beelzebub’dan aldığı yetkiyle yaptığı şeklinde suçlamalar yöneltildiğini yazıyor. Miquel’e göre, Hz. İsa’ya yöneltilen bu suçlamaların temelinde kendisinin içine şeytan girmiş kişilere olan yaklaşımı yatıyordu. Hz. İsa, içlerindeki şeytandan kurtulmak için kendisine gelenlere suçlayıcı ve sorgulayıcı bir tavırla yaklaşmıyor, kişinin durumunu “ilahî bir cezalandırma” şeklinde açıklama yoluna gitmiyor, durumu Tanrı’nın buyruğuna uymayan şeytanların kötülükleri olarak görüyordu. Kişinin içine şeytan girmesinin “rastgele bir talihsizlik” olarak tanımlanması, böylece Tanrı’nın kişiyi herhangi bir sebepten cezalandırdığı düşüncesinin bir kenara atılması, şeytan çıkarma işleminin toplumsal fonksiyonunun tehlikeye girmesi anlamına geliyordu. İnsanları göremedikleri ve anlamlandıramadıkları bir gücün etkisinden çıkarma işlemi, Hz. İsa’dan önce de var olan ve bir anlamda toplumsal normlara uyulmasını garanti eden bir olguydu. Şeytan, bir kimsenin içine “laf olsun diye” girmezdi, mutlaka buna sebep olacak bir şeyler yaşanmış olması gerekirdi. Hz. İsa’nın bu düşünceye karşı çıkıp içine şeytan girmiş kişinin ahlaka ve/veya toplumsal yaşayışa aykırı bir şey yapmış olduğu fikrini reddetmesi, onu toplumunun yönetici sınıfının gözünde çok da sevimli kılmıyordu. Miquel, yönetici ve elit kesimin bu türden bir anlayışı kabul etmeye yanaşmadıklarını, zira bunun zaman içinde bir sistem eleştirisine dönüp statükoyu tehdit eder hale gelmesinden çekindiklerini belirtir. Miquel’in şeytanın etkisi altına aldığı kişilerin yaptıklarının sorumluluğu kendilerinde değil şeytanda olması nedeniyle bir süre sonra bu durumun toplumsal huzursuzluk yaratmanın bir aracı olmasından çekinen iktidar kesimi yorumu, bize aslında bu türden eylem ve ritüellerin ciddi sosyal işlevleri olduğunu gösteriyor. Şeytan çıkarma ritüellerinin bir sosyal kontrol ve toplumsal devamlılık aracı olarak kullanıldığı görüşü, olayın dinî ve manevi yönünün ötesinde bir açıklama.
Hz. İsa yönetici ve elit sınıfı kızdırmış, zaman zaman da kendisi de şeytanlıkla suçlanmış olsa da sonuçta Hıristiyanlığın kabulü ve yayılması, şeytan çıkarmayı da sıkça başvurulan bir uygulamaya dönüştürdü. Şeytan çıkarmanın Hıristiyan inancında nasıl bir gelişim çizgisi izlediğine baktığımızda 14. yüzyıldan itibaren bir ayırım yapılması gerektiğini görürüz. Şeytan çıkarma işlemi bu zamana dek daha küçük çaplı ve bireysel bir uygulamayken sonraları farklı anlamlar kazanmaya başlayan büyük bir uygulamaya dönüşüyor. 14. yüzyıl öncesi şeytan çıkarma uygulamalarında iki temel kazanan vardı: İçinden şeytan çıkarılan kurban ve bu işlemi başarıyla gerçekleştiren din adamı. Bu kazanım, din adamının şahsıyla sınırlı kalıyor, kendisinin ününü ve inanılırlığını artırıyordu ve en azından doğrudan kiliseye bir katkı sağlama gibi bir işlevi bulunmuyordu. Peki, şeytan çıkarmanın 14. yüzyılda başlayan ve 15. yüzyılda hız kazanan dönüşümü ve 16 ve 17. yüzyıllarda İngiltere, Almanya ve Fransa’da inanılmaz boyutlarda hız ve yaygınlık kazanması, yani giderek daha büyük çaplı ve daha önemli toplumsal işlevleri olan bir uygulama haline gelmesi nasıl açıklanabilir?
Bazı araştırmacılar, bu sorunun yanıtını bu dönemde Hıristiyanlık içinde şiddeti artarak devam eden görüş ayrılıklarıyla açıklıyor. Özellikle Katolik Kilisesi içinde ciddi bir bölünmeye sebep olan Büyük Schisma ve devam eden etkileri ile Kilise’ye yöneltilen reform talepleri otoriteyi sarsma tehlikesi ortaya çıkarınca, alınan bir dizi önlem arasına o zamana dek daha “az tantanalı” denilebilecek nitelikteki şeytan çıkarmayı bir güç gösterisi haline dönüştürmek de girdi. Kilise’nin iyi ile kötü arasındaki sözüm ona mücadelesinin altını çizen, kötünün pençesine düşmüşlere yardım eli uzatacak olanın yine Kilise olduğunu vurgulayan şeytan çıkarma işlemi, artık daha resmî ve kurumsal bir şekilde yapılmak zorundaydı, zira bölünüp dağılma tehlikesi içindeki Hıristiyanları bir arada tutmak gerekiyordu. Böylece Kilise’nin gücünü sembolize eder hale gelmesi amaçlanan şeytan çıkarma törenleri halka açık hale geldi. Bu artık bir din görevlisi ile kurban arasında gerçekleşen mahrem bir olay değil, herkesin katılmaya teşvik edildiği umumi bir merasimdi. Mesele artık kötülüğün kişinin içinden çıkarılmasının ötesine geçmiş, kilisenin sarsılmaya meyilli otoritesini güçlendirme misyonu üstlenmişti.
Kurumsallaşmış hemen her aktivite gibi şeytan çıkarma da belirli esaslara tabi. 1612 tarihli Rituale Romanum, 1999 senesine kadar Katolik Kilisesi’nin “şeytan çıkarma kılavuzu”ydu. Vatikan’ın 26 Ocak 1999’da hazırladığı De Exorcismis et Supplicationibus Quibusdam, selefinin öngördüklerinde büyük bir değişiklik yapmadı. İki kılavuz arasındaki en önemli fark, sonradan gelende şeytanın “bedeni, rengi ve kokusu olmayan bir ruh” olarak tanımlanması ve şeytan çıkarma törenlerinde medyanın yer almasının yasak olduğunu bildirmesiydi. 1999 tarihli kılavuza göre, bir kişi üzerinde şeytan çıkarma işlemi uygulanmadan önce kişinin gerekli bütün tıbbi testlerden geçmesi ve iştah kaybı, kendi derisini ısırması, sesinin değişmesi, önceden hiç bilmediği bir dilde konuşmaya başlaması gibi belirtilerle ortaya çıkan durumunun fizyolojik veya psikolojik olmadığına kesin olarak emin olunması gerekiyor.
Dinî metinlerin şeytan çıkarma törenleri için büyük önemi var. Üzerine kutsal su serpilmişi, vaftiz mumu ile bir kısmının yakılmışı veya tütsü kokanı makbul olan bu metinler, şeytanı ilahî mahkeme önüne çıkarıp cezalandırma görevi üstlenmiş rahip için son derece gerekli şeyler. Bu metinler aracılığıyla Tanrı, Meryem Ana ve aziz(e)leri yardıma çağıran, şeytanın özellikleri ve amacı hakkında bilgi edinen rahip, töreni dua ve yakarışlarla sürdürür. İşlem başarılı olursa kişi cam kırıkları veya demir parçaları istifra eder.
Şeytan çıkarma törenlerinde okunan metin ve duaların retorik bir incelemesini yapan Hilaire Kallendorf, özellikle Ortaçağ’da yapılan törenlerde okunan her kısmın ayrı bir fonksiyonu olduğunu ve törenin çeşitli aşamalarında izleyicilerin de dualara eşlik etmeye ve yakarışlarda bulunmaya teşvik edildiklerini belirtir. İzleyicinin işin içine girdiği durumlarda kendilerini kilisenin resmî dili olan Latincede ifade etmeleri beklenmez, ana dilleri neyse onu kullanırlar. Bu ve yine Kallendorf’un dile getirdiği şeytan çıkarma ritüelinin etkin bir din değiştirme aracı olarak kullanıldığı gerçeği, törenlerin toplumsal bir fonksiyonu olduğu görüşünü güçlendiriyor. Bu törenler yalnızca kurbanın içindeki şeytanın uzaklaştırılması ve böylece kişinin yeniden doğru yola sevk edilmesini sağlamıyor, aynı zamanda bu deneyime tanıklık edenler için bir uyarı niteliği taşıyor, şeytanın şerrinden nasıl korunulacağını gösteriyor.
“The Exorcism of Emily Rose”, “The Exorcist”, “Stigmata” gibi filmlerde dramatize edilmiş halini gördüğümüz şeytan çıkarma uygulamasının gelişiminden bahsederken bir noktaya da ayrıca değinmek gerek: Teoloji ve psikiyatri ilişkisi. Önceden “içine şeytan girme belirtileri” olarak görülen şeylerin özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısında psikiyatrist ve nörologlar tarafından melankoli, histeri, nevroz gibi isimlerle yeniden yorumlanması ve böylelikle bir anlamda ilmî olarak onaylanması iki önemli sonuç doğurdu: İlk olarak, bu yeniden yorumlamaya imza atan meslek gruplarının araştırma ve faaliyetleri meşrulaştırıldı. İkincisi, bu da dönüşümlü olarak vakaların artmasına sebep oldu. Kişinin içine şeytan girmesiyle birtakım psikolojik sorunlardan muzdarip olması kimilerince kategorik olarak aynı şekilde değerlendirilse de şeytanın insanı yoldan çıkarmasını başka bir olgu olarak gören kimseler, çareyi rahiplerde aramaya devam etti.
Vatikan tarafından 13 Haziran 2014’te faaliyetleri resmî olarak tanınan International Association of Exorcists’in (Uluslararası Şeytan Çıkarıcılar Derneği) ekim ayında yaklaşık 250 şeytan çıkarıcıyı bir araya getiren konferansına özel bir mesaj yollayan Papa Fransis, mesajında şöyle demişti: “Kendini şeytan çıkarma işine adamış rahipler, Kilise’nin şeytanın işleri yüzünden acı çekenlere karşı duyduğu sevgiyi ve onları kabulünü ortaya koyuyor.” Papa’nın şeytan çıkarmaya özel bir önem atfettiği biliniyor. Zira, kendisi de geçtiğimiz sene Roma’da “şeytan çıkarmayı andıran” bir eylemde bulunmuştu.
Şeytan çıkarmanın neredeyse her zaman dinî olmanın ötesine geçerek ek anlamlar kazandığını tespit ediyoruz. 14. yüzyıla kadar din adamlarının itibarını arttırmak, 14. yüzyıldan sonra Kilise’nin otoritesini kuvvetlendirip bir nevi gövde gösterisi haline dönüşmek gibi işlevlerinin yanı sıra şeytan çıkarma aynı zamanda bir toplumsal kontrol aracı da olmuş. İçine şeytan girdiğine inanılan ve “tedaviye yanıt vermeyen” kişilerin bugün muhtemelen akıl hastanesi olarak adlandırılabilecek tesislerde tutulması, toplumun marjinal kesimlerinin içlerindeki şeytanın çıkarılmasıyla “yola getirilmesi” Avrupa tarihinde sıklıkla görülüyor. Günümüzde birçok Avrupalının muhtemelen geçmişte kalan bir uygulama olarak niteleyeceği şeytan çıkarma, aslında son derece güncel ve terk edilmiş bir şey değil. Zira şeytan çıkarmanın temelinde bulunan düşünce, dünyada iyilik ve kötülük olmak üzere iki büyük güç olduğu ve Kilise’nin de bu savaşta iyiliğin yanında yer aldığı düşüncesi bulunuyor. Dolayısıyla şeytan çıkarma, bu “iyilik yayma” misyonunun bir uzantısı olarak gösteriliyor. Ancak misyonun yerine getirilme biçimi kadar yaydığı iddia edilen iyilik de sorgulamaya son derece açık. Zira bu faaliyetin çoğu zaman bir ihlal ve suiistimal aracı olarak kullanıldığı şüphe götürmüyor.
Kaynakça
Bonner, Campbell. “The Technique of Exorcism.” Harvard Theological Review 36 (1943): 39-49.
Duling, Dennis C. “Solomon, exorcism, and the son of David.” Harvard Theological Review 68 (1975): 235-252.
Miquel, Esther. “How to Discredit an Inconvenient Exorcist: Origin and Configuration of the Synoptic Controversies on Jesus’ Power as an Exorcist.” Biblical Theology Bulletin: A Journal of Bible and Theology 40 (2010): 187-206.
Kallendorf, Hilaire. “The Rhetoric of Exorcism.” Rhetorica: A Journal of the History of Rhetoric 23 (2005): 209-237.
[1] Yeri kesin olarak belli olmamakla birlikte eski Kudüs’te Sina Dağı üzerinde yer aldığı düşünülen, 410 sene ayakta kaldığı iddia edilen mabedin varlığını doğrulayan bir arkeolojik çalışma mevcut değil.