İngilizler tarih ve hayat hikayesi yazmada üstadtırlar. Belki de İngiltere kültüre ve yazıya gecikmiş bir küçücük kıta olduğu için bu böyledir. İngiltere büyükçe bir adadan ibarettir malum; ama Avrupa’nın herhangi bir adası hüviyetinde değildir. Avrupa’yla ilişkileri her zaman karmaşık ve çapraşık olmuş bir siyasi adadır daha çok. Bu da ona Avrupa’dan farklılaşırken onunla her konuda rekabet etme yeteneği bağışlamış olmalıdır. Zaten farklılaşmak “İngiliz” veya “Anglo-Sakson” deyince her zaman en önce aklımıza gelmesi gereken şeydir. Bunda adanın siyasi pozisyonunun son dakikaya yani Yeni Çağa kadar belirsizliğini korumasının, ardı arkası kesilmeyen istilalarla nüfusun olduğu kadar politik ve kültürel toplumun da karışmış veya karıştırılmış olmasının payı vardır. Türkiye için kullanıldığında bir kasta, daha çok da suikasta dönüşen “mozaik” terimi İngiltere için bire birdir. Mozaik kendisi bir bütündür ama içinde birbiriyle kıyas kabul etmeyecek parçaları asıl hüviyetlerini koruyarak saklar ne de olsa. İskoç da bir İngiliz’dir demekte güçlük çekeriz mesela. Yahut Galler geçmişte olduğu gibi bugün de Galler’dir ve dahası tarihi boyunca İngiltere’ye her zaman büyük katkılar yapmış olmasına rağmen İrlanda sözünü ettiğimiz “küçücük” kıta içinde bile bir kıtacık sayılsa yeridir. İşte bu kültürel-politik keşmekeşin İngiliz dilini, İngilizce yazan müellifleri bireye yönelik özel bir dikkate sevk ettiğini düşünmek çok zor veya zorlama olmayacaktır. Farklılaşma, bireye indirgeme burada da kalmıyor ki, İskoç ırkından İngiliz yazar Thomas Carlyle hem de Batının ve özellikle İngiltere’nin kendi kültürüyle övünmekte aşırı gittiği bir yüzyılda, antropolojinin ve örosentrizmin altın çağı olan 19. yüzyılda Kahramanlar diye bir kitap yazıp İngiliz-Avrupalı-Hıristiyan olmayan birey-kahraman şahsiyetleri de kitabına alabilmiştir. İşin bizim için doğal olarak en dikkat çekici tarafı, kitabın “Peygamber Olarak Kahraman” bölümünün İsa’ya (a.s.) değil Peygamber Efendimiz’e (s.a.s.) ayrılmış olmasıdır. Bu bölümde Carlyle modern sosyologların sözümona “anlama” veya postmodernlerin “ötekini dinleme” tarzını çok önceden sollayarak İslam’a ve onun Peygamberine şaşkınlık verici bir anlayış ve saygıyla yaklaşmıştır. Tabii, kitabın genelinde ve söz konusu bölümde ehli sünnet velcemaat anlayışımıza uymayacak birçok hüküm ve ifade yer almaktadır, ama İslam’ın Batı için henüz bir masal, kötü ve saçma bir masal olduğu 19. yüzyılda bir İskoçun çıkıp “Fakat bu insan da Tanrı’nın yolladıklarının sonuncusu ve en yenisi değil midir?” diyerek Peygamberimizin kısa siyasi biyografisini yazmayı denemiş olması kendi başına eskimez bir hadisedir. En azından Avrupa ve Batının insanı kusturacak önyargı ve saplantılarla İslam’a, Doğuya ve Dünya’ya yaklaşmayı sürdürdüğü zamanlar sona erene kadar. Carlyle’da yine de dikkatten kaçırmamamız gereken nokta, yazarın her şeye rağmen, yani İslam’ı algılamada gösterdiği özel başarıya rağmen ilerlemeci, modernleşmeci, sekülerleşmeci, değerlerden arınmacı, hümanist bir tarih ve insan görüşüne sahip olduğu gerçeğidir. Carlyle tarihi kahramanların yaptığı şeklindeki öznel bakış açısıyla bir yerde durur, Peygamberimizin mesajını çözmedeki iyi niyeti ve gösterdiği ilgi ve yakınlıkla bir nokta durur ama asıl durduğu nokta modernin, zamanenin yani Avrupa, Batı ve İngiltere’nin meşrulaştırılmasıdır. Yazar insan-merkezci görüşe yenik düşmüştür. Bu yüzden de, latent bir şekilde Avrupa’yı İslam’a varis kılması ne kadar ilginç bir görüş olursa olsun ve içerdiği hakikat payına rağmen çürümeye mahkumdur. Başka deyişle, Carlyle bize inanmadan bizden de ona iman etmemizi kimse bekleyemez.