Marcel Proust, bir keresinde madlen keki yerken bunun kendini çocukluğunun anılarına döndürdüğünü anlatarak hikayesine başlar ve 17 yıl boyunca yazmaya devam eder. Jean Paul Sartre’ın daha sonra sorduğu “Yaşamak mı, anlatmak mı?” sorusuna Proust’un cevabı nettir: anlatmak. Hayatının son üçte birini, daha önce yaşadıklarını tasvire ayırır Proust. Yaşadıklarından çok izlediklerini. Çünkü Marcel Proust fazla yaşayan bir insan değildir; izlemek ve yazmak için yaratılmıştır adeta. Astım hastasıdır ve hastalığı yüzünden okul hayatı bile yolunda gitmez. Hayatında hiçbir şeyi tam ve disiplinli biçimde yapamamış Proust. Orduya katılmış ama savaşmamış, roman yazmaya karar vermiş ama hiçbir yayıncı romanını basmayı kabul etmemiş, aşık olmuş ama uzaktan sevmiş, babasının ısrarlarına rağmen meslek sahibi olmamış, annesi Yahudi babası Katolik olduğu halde iki inancı da yerine getirmemiş ilh. Gizli homoseksüel olduğu düşünülüyor ama bu bile açık değil. Otuzlu yaşlarının ilk yarısında abisi evlenip evden uzaklaşıyor, babası ve annesi ölüyor. Ciddi bir mirasa konan silik ve hastalıklı Marcel’e de yazar olarak şansını denemek ve anıları üzerine kurulu upuzun (hayatının geri kalanı kadar uzun) bir roman yazmak kalıyor. Yazmaya çok erken yaşta başladığı halde bir parlaklık sergilemez. Kırtıpil yazarlığın merkezidir Marcel Proust. Yaşamayıp izleyen roman yazarı tipinin muhtemelen en ince örneğidir. Roman yazarı olarak çekemediği dikkati ilk yıllarda çevirmen ve deneme yazarı olarak çeker. Başka yazarların eserlerine pastişler yazar. Böylece kendi üslubunu oluşturur. Tıpkı upuzun romanı gibi Proust’un üslubunun oluşumu da yavaş çekimli olmuştur.