Hayatı
1910’da İstanbul’da doğan Kemal Tahir, ilköğrenimini Nazilli, Burdur, Aydın ve İzmir’de tamamladıktan sonra 1922’de İstanbul’a döndü ve Kasımpaşa Cezayirli Hasan Paşa Rüştüyesi’ni bitirdi. 1923’te girdiği Galatasaray Sultanisi’nde onuncu sınıfa kadar okudu. 1931 yılında Zonguldak Kömür İşletmeleri’nde ambar memurluğu yapmak için ayrıldığı İstanbul’a iki yıl sonra dönerek Vakit, Haber ve Son Posta gazetelerinde musahhihlik, yazarlık ve mütercimlik yaptı. Yedigün ve Karikatür gazetelerinde sekreter olarak yer aldıktan sonra 1934-1936 yılları arasında Karagöz’de başyazarlık yaptı. 1937’de evlenen yazar bir yıl sonra Tan gazetesinde yazı işleri müdürü iken “kitaplar vasıtasıyla fikrî telkinlerde bulunduğu ve bu suretle askerî isyana tahrik ve teşvik ettiği” iddiasıyla müebbet hapis istemiyle yargılandı ve on beş yıla hüküm giydi. 1939 yılında İstanbul’da başlayan mahkum hayatı Çankırı (1940), Malatya (1942-44), Çorum (1945-48), Nevşehir (1949) mapushanelerinde devam etti. Bu dönemde Anadolu insanını yakından tanıma şansı bulan yazar meşhur sarı defterlerinde Türk romanını ve düşüncesini etkileyecek olan eserlerinin taslaklarını hazırladı. 1950 yılında ilan edilen genel afla tahliye oldu ve 1940 yılında ilk eşinden boşanan romancı, hapishanede mektuplaşmaya başladığı Seniha Hanım’la tahliye sonrasında evlendi. Bir süre İzmir Ticaret Gazetesi İstanbul mümessilliğinde bulundu ve takma adlarla (Cemalettin Mahir, Körduman, Celal Dağlar, Bedri Eser, Samim Aşkın, Ali Gıcırlı, F. M. İkinci) dedektif ve macera romanları tercüme etti. Bu tercümelerin beğenilmesiyle birkaç roman da kendisi kaleme aldı. 1955 yılında hikaye kitabı Göl İnsanları ve kendi adını kullandığı ilk romanı olan Sağırdere yayımlandı, 6/7 Eylül olaylarından sanık olarak Harbiye’de altı ay mahpus kaldı. 1957’de Esir Şehrin İnsanları, bir yıl sonra Körduman ve Rahmet Yolları Kesti yayımlandı ve Aziz Nesin’le Düşün Yayınevi’ni kurdu. Bu dönemde mesaisinin önemli bir kısmını romanlarını yayımlamaya veren yazar, Yedi Çınar Yaylası (1958), Köyün Kamburu (1959), Esir Şehrin Mahpusu (1962), Kelleci Memet (1962), Yorgun Savaşçı (1965), Bozkırdaki Çekirdek (1967), Devlet Ana (1967), Kurt Kanunu (1969), Büyük Mal (1970) ve Yol Ayrımı (1971) romanlarıyla okuyucusunu buluşturdu. Yorgun Savaşçı 1967 yılında Yunus Nadi ödülünü, Devlet Ana 1968 yılında TDK roman ödülünü aldı.
1970 yılında akciğer kanserinden ameliyat olan Kemal Tahir, sarı defterlerinde bulunan Topal Koşma ve Yıldız Alacası gibi roman taslaklarını bitiremeden 1973 yılında vefat etti.
Okuma kılavuzu
Modern Türk edebiyatında en sorunlu tür romandır kuşkusuz. Edebiyatla orta düzeyde ilgilenen bir okuyucuya beğendiği edebiyatçıların kimler olduğunu sorarsanız size bir çırpıda pek çok şair ve hikayecinin ismini sayacak, listenin sonlarına birkaç romancıyı ekleyecektir. Büyük ihtimalle sorunuza muhatap olan okuyucunun ilgi düzeyi yükseldiğinde de fazla bir değişiklik olmayacaktır. Türkiye’de roman, şiir ve hikaye ile kıyaslandığında açık şekilde daha az ilgi görmektedir.
Okuyucunun romana ve romancılara karşı takındığı bu tavır tamamen yersiz değildir aslında. Gerçekten de Türkiye’de pek çok iyi şair, pek çok iyi hikayeci bulunmakla beraber iyi romancı sayısı parmakla sayılabilecek kadar azdır. Bu durumun en önemli sebebi olarak romanın Türk edebiyat geleneğine yabancı bir tür olması gösterilebilir. Edebiyatımızda köklü bir nazım geleneğinin bulunması Türk şiirinin modernleşmesini kolaylaştırmış, modern Türk şiiri kısa sayılabilecek bir sürede çok büyük şairler yetiştirmiştir. Diğer yandan roman gibi edebiyatımıza şeklen yabancı bir tür olmasına rağmen, başlangıç itibarıyla sözlü edebiyat geleneğimizdeki kıssalarla bağlantı kurmayı başaran hikaye türü de önemli gelişmeler kaydetmiş ve Türkiye, dünyada hikaye türünün nitelikli örneklerinin verildiği, bütün hikayecilerin yetiştiği bir ülke haline gelmiştir. Fakat roman, uyum sorununu bir türlü aşamamış, Türk romancılığı, birkaç büyük ustanın eserleri hariçte tutulursa, edebiyatımız içerisindeki iğreti durumundan sıyrılıp saygın bir konuma erişememiştir. Günümüzde bile romancı olarak sivrilen isimlerin yazdığı metinlerin ya tercüme hissini uyandırıyor olmaları (Bakınız Orhan Pamuk, Kürşat Başar), ya da romandan çok uzatılmış (veya iç içe geçmiş) birer hikaye imiş gibi durmaları (Bakınız Adalet Ağaoğlu, Ayla Kutlu) bu durumun açık göstergesidir. (Ahmet Altan, Tuna Kiremitçi gibi yazarların kazandıkları popülaritenin ise Türk romancılığı açısından herhangi bir değeri olduğunu düşünmüyoruz.) Eğer gelecekte Türk romanı diye bir şeyden söz edebilmeyi umut ediyorsak ülkemizde bu türün kaliteli örneklerini vermiş ve romancı nitelemesini noktası noktasına hak etmiş yazarların deneyimlerine dikkat etmenin gereği vardır. Açıkçası roman söz konusu olduğunda Kemal Tahir’den daha iyi bir adres bulunamaz, çünkü Kemal Tahir Türkiye’nin en büyük romancısıdır.
Kemal Tahir’in romancılığı için iyi sıfatı yerine büyük sıfatını kullanmamız sebepsiz değildir, çünkü “Kemal Tahir Türkiye’nin en iyi romancısıdır” yargısı bir gerçeği göstermekle birlikte onun değerini ifade etmekte yetersiz kalır. Nasıl ki Dostoyevski, Faulkner, Goethe gibi romancılara iyi demekle yetinmek bu ustalara yapılmış bir haksızlık ise romancılığı ancak onlarla kıyaslanabilecek olan Kemal Tahir için de aynı durum söz konusudur.
Ciddi edebiyat eleştirmenlerinin dikkatini çekmeyi başaramayan Stephen King ve ünü edebiyat dünyasının sınırlarının çok ötesine taşmış olan Umberto Eco iyi romancılardır örneğin. Fakat büyük romancı olarak anılmayı hak eden isimler Amerika’da Faulkner, Steinbeck; İtalya’da Alberto Moravia’dır. Türkiye’de ise Kemal Tahir, Orhan Kemal ve Oğuz Atay üçlüsünün yanına büyük romancıyı geçtik iyi romancı olarak eklenebilecek bir yazar bulmak ise -ne yazık ki- çok zordur. (Cevdet Bey ve Oğulları ve Beyaz Kale ile yeni bir romancının doğuşunu müjdeleyen fakat sonraki çalışmaları ile beklentilerimizi boşa çıkaran Orhan Pamuk, Türk romanı tartışmalarına ancak bir parantez içinde dahil olabilmektedir.)
Büyük ve iyi sıfatlarının üzerinde bu kadar durduktan sonra iyi romancı ve büyük romancı arasında nasıl bir ayrım yaptığımızı açıklamak gerekecek elbette. Her ne kadar post-modernizm modasının edebiyattaki yansımaları yazarlar dahil pek çok kişide aksinin de mümkün olduğu yanılsamasına sebep olduysa da roman, edebi türlerin en mekaniğidir. Dil, kurgu, anlatım tekniği gibi unsurlar bir romanın başarısında önemli rol oynar. Dolayısıyla bu özelliklerin hakkını vererek yazılan bir roman iyi roman, o romanın yazarı da iyi romancı olabilir. Stephen King’le Umberto Eco’yu aynı kefede tartmayı gerektiren durum budur. Her iki yazar da teknik açıdan çok başarılı eserler ortaya koyarak iyi romancı olarak anılmayı hak etmişlerdir. Bütün o tarihsel göndermelere karşın romanlarının yabancı dilden tercüme edilmiş izlenimi uyandırdığını ifade ettiğimiz Orhan Pamuk da söz konusu sorun görmezden gelinirse bu sınıflandırmanın Türkiye ayağına dahil edilebilir.
Büyük romancılar ise teknik açıdan üst düzeyde eserler yazmalarının yanında birbiriyle bağlantılı olan iki özellikleriyle öne çıkarlar. Sanatçı kişilikleri ve yaşadıkları ülkenin meseleleriyle hemhal olmaları. Kuramsal olarak bir sanatçının, herhangi bir entelektüelin ülkesinin sorunlarına kayıtsız kalması düşünülemeyeceği için ikincinin birinciyi içermesi sebebiyle bu iki özelliğin beraberce anılması garip gelebilir. Ne var ki, Türkiye’de bir şekilde entelektüellik payesi elde etmiş herkes ülkenin sorunlarına dışarıdan bakmayı adet haline getirdiği için (kaç ülkede entelektüeller “halka inmek” diye bir ibare kazandırmışlardır dillerine?) maalesef böyle bir zorunluluk var.
Sanatçı bir sorgulamanın sonucunda var olur. Kendini, hayatı, çevresini sorgulamayan bir sanatçı tasavvuru mümkün değildir. Bu durumda zeka, yetenek ve çalışma azmi açısından insanların eşit olmaması sanatçıların arasında da bir farklılık görülmesinin temel sebebi olarak belirmektedir. Nasıl ki şiirde birinci sınıf ve ikinci sınıf şairler şeklinde bir sınıflama yapmak mümkünse Kemal Tahir, Orhan Kemal, Dostoyevski, Tolstoy, Faulkner gibi romancılarla diğer iyi romancılar arasına bir çizgi çekmek mümkün ve hatta gereklidir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş yıllarında dünyaya gelen, ilk gençlik yıllarında yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna şahit olan, gençlik yıllarında bu yeni devletin yaşadığı sorunlarla yüzleşen (yani Türk modernleşmesinin en hareketli evrelerinde sorumlu bir genç sanatçı olmak gibi bir kaderle yüzleşen) ve hayatının en verimli döneminin on iki yılını uydurma bir sebeple hapishanede geçirmek zorunda kalan Kemal Tahir’in hayata yönelik sorgulamalarında doğal olarak yaşadığı ülke, merkezi bir yer edinmiştir. Gençlik yıllarında şiirle de ilgilenen fakat Nazım Hikmet’le yakın dostluğunun da etkisiyle olsa gerek şiiri ehline bırakarak (Türk romanının Nazım Hikmet’e bir teşekkür borcu var) düzyazıya yönelen yazar için hapishanede geçirdiği yıllar, bu ülkenin insanlarını tanımak ve bilmeye olan susuzluğunu gidermek için büyük bir imkan olmuştur. Bu noktada Avusturyalı yazar Stefan Zweig’ın Oscar Wilde ve Dostoyevski arasında, bu iki yazarın hapishane deneyimlerinin kendilerinde bıraktığı etki üzerinden yaptığı karşılaştırma açısından bakıldığında Kemal Tahir’in hapishaneden yıkılarak çıkan Wilde’la değil, daha da büyüyerek çıkan Dostoyevski ile aynı hamurdan olduğu görülür. Kemal Tahir büyük acılar yaşayacağı cezaevinden büyük bir sanatçı olarak çıkacaktır.
Romancı daha ısınma devresi ürünlerinde eleştirel bakışının ilk pırıltılarını gösterir. Dört uzun hikayeden oluşan Göl İnsanları ve yayımlanan ilk romanı Sağırdere eleştirmenler tarafından dönemin en güzel memleket hikayeleri olarak alkışlanmışsa da bir nokta gözden kaçırılmıştır. Kemal Tahir, Türk köylüsünün saflığı ve yüceliği üstünden bir siyaset görüldüğü bu dönemde gerçek Türk köylüsünün hikayelerini, romanlarını yazarak üzerinde durulmaya çalışılan zeminin geçerliğini sorgulamıştır. Usta romancının bir döneme damgasını vuran zalim ağa-ezilen köylü şablonu etrafında dönen köy romanları furyasından ayrı değerlendirilmesi gereken romanlarında zamanla çıta daha da yükselmiş, Kemal Tahir Avrupa ve Türk toplumu arasında sınıfların oluşumu konusundaki farklılıkla ilgili görüşlerini bu romanlara yedirmiştir. Romancının Türkiye’deki aydın takımıyla ilk çatışmaları da bu noktada baş gösterir. Türkiye’de sosyalizm açısından önemli açılımlar yaratabilecek bu yaklaşım yadırgandığı gibi, Kemal Tahir’in eşkıyalara romanımızda Yaşar Kemal sonrasında adet haline gelen olumlu tavrı göstermemesi garip karşılanır, Türk köylüsünü anlatırken gösterdiği gerçekçi bakış açısı bu kez köylüleri olumsuz tipler olarak çizdiği gerekçesiyle eleştirilir. Romanlarında cinselliğin yer alış oranı ve biçimi tedirgin edici bulunur. Sadece olayları köyde geçen romanlarda değil bütün Kemal Tahir romanlarında (Bir Mülkiyet Kalesi ve Yol Ayrımı istisnadır, zaten Bir Mülkiyet Kalesi Kemal Tahir romancılığı içinde farklı bir yerde durur. Kemal Tahir’de alışık olmadığımız şekilde, iyi-kötü ayrımının çok belirgin olduğu roman, yazarı, romanlarını bir peygamber edasıyla yazmakla suçladığı Tolstoy’a yaklaştırır.) cinselliğin önemli rol oynadığı tespiti doğru olmakla birlikte bunun eleştiri konusu yapılması anlamsızdır, çünkü Kemal Tahir’de cinsellik, olayların seyri sırasında olağan şekilde karşımıza çıkar. Bu açıdan cinsellik, hayatın içinde ne kadar yer tutuyorsa bu romanlarda da o ölçüde yer aldığı söylenebilir. Kemal Tahir’deki cinselliğin ne Necati Cumalı ve Tarık Dursun Kakınç gibi yazarlarda görüldüğü şekliyle fantezilerin kağıda dökülmesiyle, ne Attila İlhan’da karşımıza çıkan kutsanmış cinsellik sahneleriyle ilgisi vardır. Bir köyde bu kadar fazla cinsel içerikli maceranın olamayacağını, dolayısıyla romanlarda köylülerin olumsuz resmedildiğini savunarak romancıyı eleştirenlerin hayatlarının köy yaşantısıyla neredeyse hiç kesişmediği hesaba katıldığında eleştirilerindeki isabet derecesi konusunda fikir sahibi olmak mümkündür. Aynı şey yazarın eşkıyalığı resmediş tarzındaki eleştiriler için de söylenebilir. Eşkıyanın köylü için ne anlama geldiğini onlarla bir şekilde ilişki içine girmiş köylülerden öğrenebilirsiniz, masa başında statükoya karşı çıkan kahraman asiler düşleyen hayalperestlerden değil.
Bir kısım Türk aydınının tasavvurunda yer alan Türk köylüsünü değil, gerçek Türk köylüsünü yazmaya çalışan, bunda da çok başarılı olduğunu düşündüğümüz Kemal Tahir’le bu konuda kıyaslanabilecek tek kişi bir başka büyük romancımız Orhan Kemal’dir. Kemal Tahir’le Orhan Kemal arasındaki temel fark birincisinin anlattığı olayları kendi tezi çerçevesinde anlatmayı denerken ikincisinin anlatmayı önceleyerek romanda kendini mümkün olduğunca gizlemesidir. Hakan Arslanbenzer’in Orhan Kemal okumak için “… tıpkı pilav yemek gibi, ayran içmek gibi bir şeydir” değerlendirmesi bu açıdan dikkate değerdir. Kemal Tahir, okuyucusuna Orhan Kemal kadar hoşgörülü yaklaşmaz, onun da olayın içine dahil olmasını, yazarın sorgulama çabasının bir parçası olmasını bekler.
Toprak, mülkiyet, sınıf, devlet-halk ilişkisi üzerine söyledikleri ile sol çevrelerin kendisini solcu saymamasına sebep olacak kadar tepkisini çeken (Türkiye’de Türk solu diye bir şeyin oluşumunu engellemede bu çevrenin katkısı tartışılamaz) Kemal Tahir, Esir Şehrin İnsanları romanıyla beraber irdelemeye başladığı yeni Türk devletinin doğuşu hikayesi ile de zaten kendisinden pek hoşnut olmayan Kemalist aydınların boy hedefi haline gelir. “… Son yüz yıldır bütün iç ve dış cephelerde yalnız millî devleti, yani vatanı savunmak için, hiç kimseden ve hiçbir rejimden kendisi için çok bir şey istemeden vuruşmuş Türk subaylarının dramını vermek istediği…” Yorgun Savaşçı memnuniyetle karşılanır fakat daha sonraki yıllarda üçlemenin devam romanları olarak yazdığı ve Cumhuriyet’in ilk dönemlerindeki netameli konuları temel alan Kurt Kanunu ve Yol Ayrımı bu çevreleri iyice tedirgin eder. Bu romanlarla Atatürk’ü küçük düşürmeyi hedeflediği bile öne sürülerek suçlu muamelesine maruz kalır. Oysa yazar, Türklerin tarihindeki önemli dönemlerden birini anlatırken resmî anlayışa bağlı kalmamak gibi her sanatçının göstermesi gereken bir tavrı (yoksa Şolohov gibi rejimi kutsayan romanlar mı yazması bekleniyordu?) sergilemiştir sadece. Bugün en ciddi yazarlarda bile lise İnkılap Tarihi’nde yazılı olan görüşlerin dışına çıkabilen yorumlar bulamayan okuyucular için Kemal Tahir romanlarının sadece roman olarak algılanmayıp o dönemleri daha yakından anlamaya yardımcı olan, görüş açısını genişletebilen metinler olarak belirmesi usta romancının öncü kişiliğinin açık göstergesidir.
Kemal Tahir’in Türklerin bir başka dönüm noktasını mercek altına aldığı, Türkiye ve Batı toplumları arasındaki farklılığın tarihsel kökenine işaret ettiği romanı Devlet Ana ile Türkiye’deki entelektüel ortamda saflar iyice belirginleşir. Denilebilir ki Türkiye’yi, Türkiye üzerinden okumaya çalışanlarla, başkalarının tezleriyle anlamlandırmaya çalışanlar arasında bir turnusol kağıdı görevi görür Devlet Ana. İster köyde, ister şehirde, ister cephede geçsin Kemal Tahir’in bütün romanlarıyla bağlantı kurmaya imkan tanıyan roman, romancının söylemeye çalıştıklarının bir özeti gibidir. Eğer başka hiçbir roman yazmamış olsaydı bile Devlet Ana ile Kemal Tahir büyük romancılar arasında yerini alırdı. Yine de Topal Kasırga ve Yıldız Alacası romanlarını yazmaya ömrünün elvermemesine üzülüyor insan. Bir sanatçının ölümünün bir ülke açısından niye kayıp sayıldığı burada anlaşılıyor belki.
Büyük sanatçılar büyük meseleleri dert edinirler. Kemal Tahir de hayatı boyunca Türkiyeli bir aydının dert edinmesi gereken en büyük meseleyi Türkiye’yi dert edinmiştir. Basmakalıp anlayışlara prim vermeyen tutumu, kendini devamlı olarak yenilemesiyle, yaşadığı ülkenin acılarıyla olgunlaşmasıyla ülkenin önemli dşünürleri arasında da yerini alan Kemal Tahir, evet, en büyük romancısıdır Türkiye’nin. Yazdıklarıyla, hayatıyla yıllara meydan okumakta, kendinden sonraki nesillere Kurt Kanunu’ndaki Emir Bey’in, romanın sonunda sokağa haykırmasına benzer şekilde seslenmektedir: “Arkadaaaaş, arkadaş! Türk romanını arayan arkadaş! Buradayım, Ben buradayım.”
Eserleri
Devlet Ana
Kemal Tahir’in başyapıtıdır. Yazar, romanda yalnızca bir imparatorluğun kuruluşunu anlatmakla yetinmez, Anadolu insanını anlamaya çalışarak Türkiye’nin geleceğini aydınlatacak izlerin nerelerde aranması gerektiği sorusunun cevabını arar. Ülkemizdeki Batılılaşma çabalarının körlüğüne inat hem kendi gözlerini açık tutmaya çalışır, hem de bunu önerir okuyucularına. Bu anlamda içinden çıktığı toplumu anlamakta ne hikmetse zorluk çeken Türk aydınına bir mesaj yollar. Romanın baş kişisi olarak savaşçı olmayı değil, Kerim Çelebi olmayı önde tutan Kerim’in seçilmesi boşuna değildir.
Kemal Tahir’in Batı’nın ceberut devletine karşı Osmanlı’nın kerim devlet anlayışını öne çıkardığı roman, tarihsel gerçeklerle kurgunun iç içe girdiği önemli bir anlatıdır. Ülkemizde yaşanan ATÜT (Asya Tipi Üretim Tarzı) tartışmalarına Kemal Tahir’in yaklaşım tarzını gösteren Devlet Ana’nın bazen övmek için, bazen yermek için bir destan olduğuna dair yargılar dillendirilir. Romandaki görkemin böyle bir yanılsama yaratması normal olmakla birlikte ne övgü olarak, ne yergi olarak bir anlamı yoktur bu yargının. Yüzüklerin Efendisi’dir destan, İnce Memet’tir. Devlet Ana ise her şeyiyle romandır, hem de en büyüklerinden.
Yorgun Savaşçı / Kurt Kanunu / Yol Ayrımı
Türkiye’nin Birinci Dünya Savaşı’ndan başlayarak yaklaşık on beş yıllık bir süre içinde geçirdiği değişimlerin anlatıldığı bu üçleme, Birinci Dünya Savaşı’ndan mağlup çıkmış bir ordunun subayı olan Yüzbaşı Cemil’in bakış açısıyla ülkenin kurtuluş savaşı verdiği yıllarda yaşanan dramı gözler önüne seren Yorgun Savaşçı ile başlar. Romanda Mustafa Kemal’in başlattığı mücadelede kenetlenen ittihatçıların ağzından imparatorluğun bu duruma gelmesinin sebeplerini tartışan yazar, Anadolu’nun içler acısı durumuna da dikkat çeker ve yeni Türk devletinin kuruluşu öncesindeki ortamı anlatır.
Kurt Kanunu ve Yol Ayrımı romanlarında ise yazar, Cumhuriyet’in ilk yıllarında yaşanan iç çekişmeyi anlatırken Tanzimat’la birlikte başlayan Batılılaşma hareketinin sorunlarını da görmeye/göstermeye çalışır. İttihatçıların önemli isimlerinden Kara Kemal ve alt kadrodan Abdülkerim (gerçek hayatta Abdülkadir) beylerin esas kahraman olarak göründüğü Kurt Kanunu’nda sorun iç çekişmeden yenik çıkan İttihatçı kadronun bakış açısıyla ele alınırken, Yol Ayrımı’nda dönemin kahramanları Cumhuriyet’in ilk kuşağıdır.
Üçleme, Türkiye’de devlet-millet-aydın üçlemesinin nasıl bir ilişki olduğuna işaret etmenin yanında Doğu-Batı ikileminin ülkenin her kesimine ne ölçüde sirayet etmiş olduğunu da göstermektedir.
Yediçınar Yaylası / Köyün Kamburu / Büyük Mal
Kemal Tahir, Meşrutiyet’ten Cumuriyet dönemine Türk köylüsünü konu aldığı bu üçlemesinde bir yandan Anadolu topraklarında üretim ve güç ilişkilerinin işleyiş tarzını ve bu tarzın Batılı kuramlarda öngörülenlerden ne derece farklı olduğunu anlatırken diğer yandan bununla bağlantılı olarak ülkedeki Batılılaşma çabalarının halk nezdindeki karşılığını sorgular. Yazar, ATÜT konusundaki görüşlerini romanlaştırmış gibidir ve merkezî otoritenin Doğu toplumlarındaki önemine işaret ederek bu otoritenin zayıfladığı durumlarda ortaya çıkan boşluğun hangi sorunlara yol açtığının altını çizer ve merkezde yaşanan tartışmaların Anadolu köylüsünü ne kadar ilgilendirdiğini, o tartışmalardan ne anladığını ortaya koyar.
Çorum’un hayali Yediçınar Yaylası yöresinde geçen romanlarla Willam Faulkner’ın hepsi hayali Yoknapawtha bölgesinde geçen ve Sartoris ailesinin yükseliş ve düşüş hikayesinden kesitlerin sunulduğu romanlar arasında bir paralellik bulunmaktadır. Kemal Tahir’in, Çalık Kerim’in Kerim Ağa’ya, Kavat Abuzer’in Abuzer Ağa’ya dönüş hikayesini anlattığı bu üçlemeyle, romancılığını pek beğendiği Faulkner’ın romanlarına gönderme yaptığı, onları sınıfsal geçişlerin Türkiye’de nasıl gerçekleştiği konusunu açıklığa kavuşturan bir anti-tez olarak kaleme aldığı söylenebilir.
Esir Şehrin İnsanları/Esir Şehrin Mahpusu
1956 yılında yayımlanan ve mütareke devrinin İstanbul’unun anlatıldığı Esir Şehrin İnsanları romanında Kemal Tahir, Kamil Bey örneğinden hareketle son dönem Osmanlı aydınının profilini çıkarmaya çalışır. Onların çaresizliğini, neyi niçin yaptıkları konusunda yaşadıkları kafa karışıklığını göz önüne serer.
İlk romandan altı yıl sonra yayımlanan Esir Şehrin Mahpusu’nda Kamil Bey hapiste çıkar karşımıza. Bir devletin çöküş dönemi aydını olarak Kamil Bey portresi iyice netleştirilir bu romanda ve kahramanın geleceğe dair bir beklentisinin olmaması noktasına dikkat çekilir. Bütün o gözü pekliğine, erdem timsali tavırlarına karşın bu sebepten dolayı yüklenmek durumunda olduğu sorumluluktan kaçmak için yollar aradığı vurgulanır. Yol Ayrımı romanında tekrar karşılaşma imkanı bulduğumuz Kamil Bey artık devrini çoktan tamamlamış bir adam olarak görünür.
Her ne kadar söz konusu edilen bir son dönem Osmanlı aydını ise de Kemal Tahir’in Türkiye Cumhuriyeti aydınlarına kendilerini bekleyen tehlikeyi göstermeye çalıştığı açıktır. Cumhuriyetimizin sekseninci yılını kutladığımız bu yılda Türk aydınının Kamil Bey örneğinden öğreneceği çok şey vardır, buna niyetli gözükmeseler de.
Kemal Tahir’le ilgili ne söylediler?
Baykan Sezer
Romanlarını Batılılar bunalımda oldukları için onların hoşça vakit geçirebilmelerini sağlamak amacıyla yazmamıştır. Romanlarında Türk insanını, Türk insanının dramını ele almıştır. Romanlarında ele alırken Türk insanını yetkili bir kişi olarak yabancılara tanıtan adeta turist rehberi konumunu benimsememiş, tarih birikimini, Türk insanının günümüz toplumlar arası ilişkilerde söyleyeceği sözünü, oynayacağı rolü gün ışığına çıkarmıştır.
Her sanat dalının kendi özellikleri vardır. Siyasi bilince en yakın romanla ilgili bir saptama yapmak istiyorum. Dünya üzerinde söyleyeceği sözü olan, ileride dünya üzerinde önemli rollere aday ülkeler önemli romancılar yetiştirmişlerdir. Romancılar bu gelişmenin bir yerde habercileri, sözcüleri olmuşlardır. Bir dönem Fransız ve İngiliz romanının önemi yanında XIX. yüzyılda Rusya’da Dostoyevski çıkmıştır. Dostoyevski romanlarını yazdığı dönemde Rusya, Batı’nın kenar bölgesinde ikinci sınıf bir ülkesidir. Buna karşılık Dostoyevski tek de kalmamış, Dostoyevski’nin yanında bir çok önemli yazar XIX. yüzyılda Rusya’da yetişmiştir. Başta Dostoyevski, bu yazarlar, Rusya’nın XIX. yüzyılda oynayacağı rolün habercisi olmuştur. Kemal Tahir Türk romanının önemli bir yerde olduğunu, dünya edebiyatı içinde ayrıcalıklı bir yerde bulunduğunu boşuna söylememiştir. Türkiye geleceğin oluşturulmasında sözü olduğu için dünya çapında bir yazardır. Sözünü tüketmiş Batı’da eski ustaların çapında bir yazar çıkmazken XX. yüzyılda Türkiye’de Kemal Tahir yetişmiştir.
Kurtuluş Kayalı
Kemal Tahir büyük Türk kültürünün mümtaz bir simasıdır. Kemal Tahir ilk yazdığı dönemden itibaren büyük Türk kültürünün malıdır. Bu nedenle herkesin Kemal Tahir’i anladığı ölçüde anması kadar doğal bir şey yoktur. Ben talep edildiği takdirde Kemal Tahir hakkında yapılan her törende konuşur ve her yere yazarım. Kemal Tahir’i belli bir tarzda anmak yerine herkesin kendi ufku ölçüsünde anması kadar doğal bir şey olamaz. Bu konudaki düşüncelerse konuşulmaz, yazılır. Türk aydını gevezedir; bu konuda yazamaz, sadece konuşur. Kimlerin Kemal Tahir’i andıkları araştırılırken Kemal Tahir’i bazı çevrelerin neden anmadığı sorgulanmalıdır. Kemal Tahir’i bu günlerde kimler anıyorsa söylenen sözler karşısında eleştiri hakkımı saklı tutup onlara saygılarımı sunuyorum.
Kemal Tahir herkesi, her Türk aydınını hayatının bir döneminde çarpmıştır. Bu çarpma olayı bir şaşkınlık yaratmış ve ortama uymak eylemi ve eğilimi onları yaygın olanın peşine takmıştır. Eleştirel direncin, eleştirel düşüncenin, kendi sözünü söylemenin adamıdır Kemal Tahir.
Kemal Tahir üsluptur, düşüncedir ve gerçekleri araştıran bir edebiyat adamlığıdır. Kemal Tahir’i anlamanın yolu Metin Erksan’ın üslubunu, Baykan Sezer’in sosyolojik çalışmalarını ve Tahir Alangu’nun edebiyat alanındaki ufkunu kavramaktan geçer.
Kemal Tahir Türkiye’de düşünce üretilebileceğinde ısrarlıdır. Israrla yazdıkları bugünlerde okunduğu zaman kendini entelektüel sanan herkesin geç ve güç geldiği noktayı çoktan aştığı fark edilir. Batı karşısında eziklik gösterenlerin, söyleyecek sözü olmayanların Kemal Tahir’i anlamaları mümkün değildir.
Kemal Tahir, tarih ve kültür romancısıdır. Düşünce adamıdır.
Kemal Tahir’i herhangi bir siyasal düşüncenin yedeğine almak kadar, son dönem genç sosyal bilimcilerinin cahilane eleştirilerine, okumadan yaptıkları eleştirilere de dikkat çekmelidir.
Halit Refiğ
Düşünce onun için hiçbir zaman son durağını bulamayan sonsuz bir gelişim halindeydi. İleri sürülmüş her düşüncenin mutlaka karşıtlarını bulurdu. Bu karşıtların vardığı sentezlerle de yetinmez, çoğu zaman etrafındakileri şaşırtarak sentezlerin içindeki kendi karşıtlarını arardı. Onun teorik olarak karşıtlıklardan sentez bulma düşüncesi, pratikte, çelişkili Türkiye gerçeklerinden, akılcı bir millî birlik kavramına erişmenin yollarını gösteriyordu. Bu açıdan Kemal Tahir, birbirinden farklı özellikleri kullanılarak, parçalanmaya ve bölünmeye çalışılan Türk toplumunun, bütünleşme arayan “kolektif vicdanının” temsilcisidir.
Kemal Tahir, Türkiye’nin varoluş şartları, Türkiye gerçekleri, Türk insanının özellikleri üzerine fikirlerini çeşitli gazete ve dergilerdeki konuşmalarında zaman zaman açıklamışsa da, bu düşünceler hiç kuşkusuz gerçek ifadelerini romanlarında bulmuştur. İnsan dramını meydana getiren gerçeklerin değişkenliği fikri Kemal Tahir’e mahsus bir yazı tarzının, roman türünün ortaya çıkmasına yol açmıştır.