Türkiye yüzünü Batı’ya döndüğünden beri kendi meseleleriyle uğraşmıyor. Osmanlı İmparatorluğu, ezici biçimde yükselen Batı’yla daha fazla mücadele edemeyeceğini bir millî kabul olarak tüm kurumları ve siyaset etme biçimleriyle sindirmeye başlamasından, resmen yıkılışına kadar kendi meseleleriyle değil, önüne konulan meselelerle boğuştu. Bu süreçte Batı’yla cepheden mücadele edemeyeceğimiz kabulü mucibince ona mensup olmalıydık. Ne yazık ki (belki de iyi ki) bu amaç bir ham hayal olarak kaldı. Batı medeniyetinin eşit ve hür bir mensubu olamadık. Ne var ki bu muhtemel mensubiyetin bizden istediği tüm bedelleri ödemekten de geri durmadık. Bugün de durmuyoruz.
Burada önce şunu ortaya koymak lazım; Osmanlı’yı Batı dünyasının ayaklarının dibine fırlatan ve Batılılaşma sürecine mecbur eden (yalnızca) bir avuç satılmış Jöntürk değildi. Belki böyle düşünmek daha kolay ve rahatlatıcı. Memleketin parasıyla, tüyü bitmemiş yetimin hakkıyla çocuklarımızı Avrupa’ya gönderdik. İlim tahsil etsinler ve ülkemizi selamete çıkarsınlar diye gönderdiğimiz kendi çocuklarımız Paris’in kafelerinde günlerini gün ettiler, yarım yamalak öğrendikleriyle de dönüp memleketi ifsad ettiler. (O çocukları Batı’ya kim gönderdi sorusu niyeyse hep atlanır. Neden Batı’ya ayrıca?) Sonradan öğrendik ki bu yeniyetmeler zaten Sabetayist, dönme veya masonmuş. Yani onlar zaten bizim evladımız değilmiş. Böylelikle memleketten intikamlarını alıyorlarmış. Batılı yaşayışa karşı içinde oldukları derin kompleksi, Türk’e karşı doldukları bitimsiz kini böyle kusuyorlarmış. Bu ne idüğü belirsiz asri Jöntürkler ve İttihatçılar yüzünden memleket bu hale gelmiş. Böyle değil.
Nasıl peki? Kimilerine göre Kanuni devri kapitülasyonlarından beri, kimine göre III. Ahmet’ten bu yana, kimine göre Selim’le birlikte, kimine göre II. Mahmut’un radikal politikalarının sonucu olan değişimlerle, kimine göre V. Murat’ın tümüyle Avrupai tarzıyla, kimine göre askerî bürokrasinin o yıllarda iyiden iyiye Batı tesirinde bir devrimci ruhu benimsemesiyle bu yola girdik. Hiçbiri doğru değil. Hepsi doğru. Ayrıca evet, Jöntürklerin de İttihatçıların da önemli bir kısmı için ağzı açık ayran delisi gibi Avrupalı efendi karşısında bir köle adabıyla tavır takındığı yorumu da büyük çapta doğrudur. Bunu yurda döndüklerinde Avrupa devletlerinin elçilerinden daha ileride bir azimle Devlet-i Al-i Osman’a saldırmaları takip eder. Doğrudur. Çoğu mücadelesine sürgünde veya firarda da devam etti. Bu tablodan yukarıdaki çerçeveye girebilecek her aydını vatan haini ilan etmek gibi, devlete mensup ve muhafazakar siyasi yönelimi takip eden (en azından öyle görünen) zevatı da kahraman ilan etmek gibi bir sonuç çıkarmak kolaycılık olacaktır. II. Mahmut’un Müslüman vatan evladına ve devlet erkanına gavur pantolonu giydirmesinin, II. Abdülhamit’in sarayında açıktan oruç yenmesinin, Latin alfabesine (pilot denemeler de olsa) geçme girişimlerinin, üniversitelerde olsun, yargı kurumlarında olsun, sınai teşebbüslerde olsun tam anlamıyla Batılı bir kurumsallaşma teslim olma kararını uygulama alanına sokmanın ne demek olduğu üzerine kafa yormamızın gerektiğini düşünüyorum. Ayrıca yerel yönetimden eğitime, sağlıktan hükümet işlerine kadar hatta askeri komuta kademelerinin yabancılara teslimiyet anlayışının tercih edilmiş oluşunun kafamızı karıştırmasına müsaade etmeliyiz. Artık paratorluğun son yüzyılda saraydaki en muteber musiki türünün opera olmasının, halifenin çocuklarının mütesettir giyim tarzını benimsemekten vazgeçmesinin, Avrupalı prensesler gibi resimlerini yaptırmalarının, roman ve tiyatro merakının, giderek tüm edebiyatta, düşüncede ve sosyal hayatın her alanında Batılı anlayış belirleyici ve aydınlatıcı tek değer olarak kabul etmenin anlamının ne olduğunu düşünmeliyiz. Henüz yalnızca birkaç konu başlığının zikrettiğimiz tüm bu dönüşümlerin yegane sorumlusu İttihatçılar ve Jöntürklerse, adamları ayrıca kutlamak gerekiyor.
Değil. Türkiye’nin bugününü anlayabilmek için önümüzde hayati bir zorunluluk duruyor. Bu, (en azından) 18. yüzyıldan günümüze tüm Batılılaşma cereyanlarını seçik bir biçimde ve tüm veçheleriyle kavramak zorunluluğudur. Yirminci yüzyılın ilk yıllarında sanıldığının aksine mesele sarayın ve mesela (köhnemiş anlayışın ete kemiğe bürünmüş şekli olan) ihtiyar istibdat paşalarının taassubu değildi. Mesele Avrupa’da beynine çip yerleştirilen vatan haini Türk aydınının ihaneti de değildi. Mesele bizim meselemiz nedir? Sorusuna ulaşamamak meselesiydi. İki yüz yıldır bizim meselelerimizi biz tayin edemiyoruz. Bugün de aynı mesele aynı hayati aciliyetiyle masada. Meselemiz nedir? Bu soruyu sorabiliyor muyuz?
Şurada aslında tartışma yok: Bugünün Batıcı aydını, Avrupacılık cüretinde Osmanlı’nın son dönem (ne demekse? Burada son dönem derken özellikle Tanzimat’ı hazırlayan on yılları ve sonrasını kastediyoruz) sarayının bile eline su dökemez. Ayrıca günümüzün vatanperver ve kahraman aydınlarının büyük bir çoğunluğu, hamiyetperverlikte, memlekete hizmette ve sahici bir endişeyle çalışmakta (buradan bakıldığında koyu bir ihanet içindeymiş gibi görünenleri de dahil olmak üzere) son dönem hürriyetçi Osmanlı aydınının bile yanından geçemez. Bu yüzden bugün hala liberallerin sarayla, milliyetçilerin ise o dönemin liberalleriyle kavgasına şahit olmak komik. Açıkçası bir kör dövüşünün ortasındayız. Türkiye’de birtakım aydın müsveddesi Avrupa’dan yani aslında Batılı statükodan, diğer takım ise yerli statükodan geçimini temin ediyor. Hayaletlerle dövüşüyorlar. Ringden inmeye de niyetleri yok gibi. Türkiye’nin en birinci sıradaki meselelerinden birisi olduğuna inanmamız istenen Batılaşma meselesi acaba Avrupa Birliği’ne girecek miyiz, giremeyecek miyiz? mesabesinde tartışıldığı sürece de bu böyle devam edecek gibi görünüyor.
Batılılaşma maceramız boyunca (ki buna tam ters istikamette bir yönelimmiş gibi görünse de mesela hilafet makamının ihyası da dahildir), sadece Batılı düşünme biçimini esas aldık. Şehirleşmeden edebiyata, iktisadi düzenlemelerden siyasi kurumsallaşmanın düzenlenmesine kadar Batılı yönsemeye intisap ettik. Bu yönde ıslahatlar yaptık ve anayasal düzenlemeleri tümüyle bu anlayışa uydurduk. Islahat ve tanzimat fermanları, her iki Meşrutiyet, diğer radikal kurumsal düzenlemeler bu yönde atılan adımların en görünür kilometre taşlarıdır. Azınlıklarla ve Batılı devletlerle ilişkiler ve özellikle yüz yılı aşkın bir süredir iyice yoğunlaşan kültürel çalışmaların sonuçlarının icbar ettiği geri adımlar da not edilmeli. Nihayet, bu bağlamın dışında sayılabilecek olsa da öğretici bir örnek olması nedeniyle, benimsediğimiz gündelik yaşam tarzını da anmak gerekir. Bugün en muhafazakar anlayışın takipçileri bile Batılı hayat tarzının gündelik alışkanlıklarının dışında bir hayat hayal edemez. Çünkü onların içine doğduğu maneviyatçılıktır. Yolun ucu Hicaz’a çıkar evet ama yolda döşeli raylar Hicaz’a olduğu kadar modernizme ve Batılılaşmaya yani Paris’e de çıkar. Belki bu kadar ayırdında olmasalar da onlar için de her yol Paris’tir. Artık modernizm karşıtı muhafazakarların da pek öyle matbaaya filan karşı çıkacak mecali kalmamıştır çünkü.
Cumhuriyet tecrübesi üzerinde ayrıca durmak gerekiyor. Çünkü Batı dünyasının eteğine yapışmış, tüm ödevlerini yapmış ve yöneten aklını kültürel, iktisadi, sosyal ve politik kodlarıyla Batıya emanet etmiş hasta adam batıdan bakıldığında aferini değil sadece parçalanmayı hak ediyordu. Nitekim I. Dünya Savaşı Batı dünyasının özellikle Anadolu toraklarıyla ilgili tasarımını gözler önüne sermiştir. Almanları şarkın dostu yüksek bir millet olarak gören Akif’in Maske yırtılmasa hala bize afetti o yüz / medeniyet dediğin kahpe hakikat yüzsüz mısraları durumu özetliyor.
Türkiye Cumhuriyeti yine de muasır medeniyetler seviyesi hedefiyle yola çıkacaktı. Bir farkla; bu aşamadan sonra artık mandacı ve teslimiyetçi mantık yerine millî egemenlik anlayışı benimseniyordu. Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhuriyet’in ilanından ölümüne kadar yurt dışına çıkmaması manidardır. Cumhuriyet’in ilanını iki açıdan değerlendirmek gerekiyor. Birincisi yeni Türk devletinin kurulması bir moladır. Burada amacım sonuçsuz bir tartışmanın tarafı olmak değil. O yüzden tarihleri ve olayları zikrederken nesnel olmaya çalıştığımı göz önünde bulundurun. 1908’den 1923’e kadar patlayan mayınlar bir süreliğine susacaktı. Ne zamana kadar? El sürülemeyecek olan alanlar hangileridir? Bunu kimsenin bilmediğine eminim. Ancak herkesin bunu kullandığın da. Laiklik elden gidiyor, Din elden gidiyor, Vatan elden gidiyor, Batılılaşma hedefi elden gidiyor vs. Tüm bu panik sloganlarının arkasında yatan korkutmacanın amacı, patlamayan mayınları hatırlatarak karşı tarafı susturmaktır. Neyin elden gittiğini bilemeyiz. Ama en azından şunu bilebiliriz ki bazı bölgelerde tahrip gücü çok yüksek mayınlar tehdit olmaklığın sürdürüyor. Patara’dan Efes’e, Aspendos’tan Deyrü’l Zaferan’a, Aya İrini’den Kapadokya’ya kadar yurdun binlerce noktasındaki Hıristiyan varlığının insanüstü titizlikle muhafaza edilmesi sözgelimi, bu alanda çok güçlü mayınların döşeli olduğuna inancımızı kanıtlıyor. Millî varlığını çağrıştıran neredeyse tüm eserleri mezbeliğe çeviren insanların tarihi eserlere büyük önem verdiğini de kimse iddia etmiyor herhalde. Öte yandan milletin derin karakterini belirleyen unsuru Sünni (aslında Hanefi) izleği diri tutuluyor. Demek ki bir taraftan Din elden gidiyor korkusu da mayınlı bir başka alanı işaret ediyor. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Bu örneklerden çıkarabileceğimiz en önemli sonuç, mevcut varlığımızın Batıyı ve değerlerini tehdit etmeyeceği temeli üzerinde ama milli olmasa da yine en azından gayri milli olmayan bir kişilikle yükseldiğidir. Bu pozisyon yıkılan bir imparatorluğun küllerinden doğduktan seksen sene sonra bile ayakta kalmayı başaran, mucizevi bir biçimde bile olsa bunu sürdürebilecek gibi de görünen ve neredeyse hiçbir destekçisi olmayan bir millet için asla azımsanacak bir pozisyon değildir. Hele o millet, ısrarla üzerimize alınmasak da, varlığıyla bile dünya sistemi için alternatif olma durumunu hala haizse.
İkincisi ise Cumhuriyet’in; “hasta adam”ın kolay lokma olmadığının, Batı için hâlâ hazmedilmesi ve sindirilmesi zor olduğunun resmi olmasıdır. Zaman zaman ve gerekli gereksiz özgüvene boğulmamızın altında yatan neden de budur herhalde.
Türk’ün canına tak dediği yerde kıyameti kopartacağına dair sarsılmaz bir inancın milli bilincine dönüşmesi böyle açıklanabilir. Değil mi ki Avrupalının bir dediğini iki etmediğimiz halde, tüm siyasi oyunlarda geri adım atmadığımız halde, tüm kurumlarımızı, ordumuzu, düşüncemizi ve gündelik hayatımızı Batı’ya teslim ettiğimiz halde ve tarih boyunca tecrübe ettiğimiz en zayıf ve vurdumduymaz zaman diliminde bile ayağa kalkmasını bildik; yine kalkarız. Cumhuriyet’in kurulması ve adım atması bu inancı berkitti ve yalnızca resmî görüş olarak değil tüm ülkeye teşmil edilebilecek bir millî anlayışın varlığını kanıtladı Tanzimat’tan itibaren Avrupa’nın Osmanlı’dan ve sonrasında Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nden taleplerine bir göz atmak bile bu çerçevede süreci tanımlamaya yeter. Azınlıklar, insan hakları, anayasal düzenlemeler vs. Ancak I. Dünya savaşı esnasında ve sonrasında gerçekleştirilen askeri müdahale, zamanlama itibarıyla bizim açımızdan efkar-ı umumiyeyi uyandırmaya yetecek kadar olmasa da Batı dünyası için yeterli düzeyde öğretici olmuştur. Görünen odur ki kültürel çalışmalar, psikolojik harp, masa başı üstünlüğü gibi fiziki olmayan alanlardaki müdahalelerle hazırlanana zemin, istenildiği kadar yumuşatılmamıştı. Çünkü, Avrupalıların pintiliğinden olacak, karbon kağıdından başka maliyeti artıracak her şeyden kaçıyorlar. Ermeni meselesinden tutun da işçi meselesine kadar oyun planı o kadar kopya ki…
Peki, hemen herkesin bilgi veya fikir sahibi olduğunu söylediği bu alanlarda neden hem sizi hem de kendimizi yorduk bu kadar? Şu yüzden: Bugün önümüze konan meselelerin en çetin konu başlıklarından birisini kültürel çalışmalar olduğunu düşünüyoruz. Ve bu meselelerin özellikle Osmanlı’nın son döneminden itibaren yoğunlaşan Batıllıaşmayı doğru okumakla hallolacağını, ancak bu şekilde kendi meselelerimize ulaşabileceğimizi düşünüyoruz.
Türkiye’nin meselesi kimliktir. Eğer meselemiz çoğunun söylediği ve inandığı gibi iktisadi olsaydı mesela, bugün bu noktada olamayabilirdik. Dünyada son on yılda ortalama 400 milyar Dolar faiz ödeyip de bu durumda olan kaç ülke vardır acaba? Var mıdır? Türkiye sık sık muhtemel bir içe kapanmayla korkutuluyor. Bunun iktisadi sonuçlarının ne kadar korkunç olacağı konuyor masaya. Acaba içe kapanmanın iktisadi sonuçları derken neyi kastediyorlar? Daha kötüsü için bir tasarım varsa eğer, biz, yayıncı olarak bu projeksiyonları, tasarımları yayımlamak için can attığımızı söyleyebiliriz. Fantastik edebiyat hala çok satıyor çünkü! Ekonomi bizim çok anladığımız bir alan olmasa da Türkiye’nin bu alandaki temel meselesinin kimlik olduğunu söylemek için allame olmak gerekmediğini biliyoruz. Meselemiz kimliktir. Ekonomi, eğitim, sağlık, güvenlik, vs. ancak kimlik meselesi çözüm yoluna girdiğinde mesele edilebilecek konu başlıklarıdır.
Türkiye’nin önünde -aslında hepimizin önünde- iki yol var bugün. Yol ayrımında yüz elli yılı aşkın bir süredir hem kendimizi hem tüm dünyayı oyalamayı başardık. Bugün dünyanın sabrı taşmıştır. Bizim de bu sürüncemeyi sürdürecek gücümüz var mı tartışılır. Birinci yol Türkiye’nin ayağa kalktığında başına bela alacağı korkusuyla örülü. Eğer ekonomi alanında olsun, askerî alanda olsun, kültür alanında olsun güçlü bir kimlik yapısıyla başımızı kaldırırsak bu gücümüzü sınamak demek olacak ve sonuçta da bizi, benzeri yaşanmış bir kıyamet provası bekleyecek. Dolayısıyla Türkiye’nin tek çıkışı ecelini kucaklamak, düşmanıyla birleşmek, uluslararası akla mensup olmaktır. Bu yolda temel anlayış çağdaş kapitalist dünyanın tüm normlarını benimsemek olacak. Demokratik, insan haklarına saygılı ve serbest pazar ekonomisini merkeze alan bir anlayış. İkinci yol içe kapanmacı ve millî iradeyi öne alan bir yol ki bu tezlerin solda olsun sağda olsun radikal sayılan mahfillere ihale edilmesi bu yolun ana eksen olarak aşındırılamayacağının da göstergesi sayılabilir. Türkiye’de malum, cumhuriyetçiler ve liberaller diye iki ayrı politik anlayış tok. Sol-sağ ayrımının bile sahici olmadığı bir ülkede nispeten daha ince sayılabilecek böyle bir ayrımın varlığına inanmak da bizce safdilliliktir. Ama Batı’yı düşüncelerinin merkezinden çıkardıklarında konuşamayanların da, özgüven hezeyanlarına kapılan milliyetçilerin de iyi bildikleri bir şey var: Türkiye ne Batıdan ne Türkiye’den vazgeçebilir. Meselenin temelinde bu var. Yani bir batı-doğu ayrımı değil. Daha ziyade bir Batı-Türkiye ayrımı. Önümüzdeki iki yol da var olarak, var kalarak yürünebilir yollar değil. Tıpkı Cumhutiyet’in kurulduğu yıllardaki gibi. Bu aşamada Türkiye’deki temel kimlik meselesini değil de dar bir bölgesel veya etnik kimliği mesele edenlerin de, mesela milli eğitimin sorunları değil de türbanı veya imam-hatip liselerini mesele edenlerin de veya insan meselesini değil de kadın meselesini merkeze alanların da samimiyetinden kuşku duymamız gerekiyor. Samimiyetsizlikleri kuşku duyulmayacak seviyede açık. Bugün sözde Ermeni soykırımını kaşıyanların veya Çanakkale münasebetiyle vatan savunmasını ve bağımsızlık ruhunu savaş karşıtlığı bahanesiyle sulandırmaya çalışanların ve benzeri kültürel çalışmaları sürdürenlerinse bu konuyla temelde alakaları yok. Onlar işlerini yapıyor. İyi de yapıyorlar. İhale edilen veya doğrudan aldıkları fon ve vazifeler bu konunun değil daha dar bir konunun, millî güvenlik konusunun alanında. Meselemiz sözde Ermeni soykırımı meselesi değil. Meselemiz belki Ermeni terenesinden daha fazla gürültü çıkaracak olan ve hazırlıkları tam gaz süren Pontus veya Gürcü meselesi değil. Meselemiz Güneydoğu meselesi değil. Kadın meselesi değil. İşçi, mezhep, tarikat, mafya, yolsuzluk vs. değil. Bu meselelerin kaynana-gelin programlarıyla, haftanın tartışmalı maçlarındaki pozisyonlarla, kız öğrenciyi kaçıran servis şoförünün rıh haliyle pek bir farkı yok. Bunlar bizim meselemiz değil. Bunlar bizim önümüze koyulan gündelik, bazen magazinsel, bazen siyasi ama tamamen kültürel meseleler.
Sorular sorarak, konu başlıkları zikrederek etrafına yaklaştığımız konu Türkiye’nin önündeki en çetin konulardan biri değil, en çetin konudur. Türkiye, önünde uzanan iki yoldan da vazgeçmeyecek gibi. Girdiği Batılılaşma yolunda, yanında dinini, dilini, milliyetini yani kendisini de götürme amacından vazgeçmediği sürece de, kültürel çalışmalar kisvesi altında süren harpten paçasını kurtaramayacak gibi görünüyor. Yani mesela Türkçe öğrenmenin sırası gelmiştir dersek, bu da hamaset sayılmaz herhalde. Felsefe ve sanat dili olmayan (?), dünyadaki belki de en gelişmemiş, en fakir ve zayıf (!) dillerden birisi olan Türkçe, sadece kendi kendimizi kandırmaya yarasa da! İstihza bir tarafa, Türkçe’nin güçlü çatısı Türk düşüncesini, edebiyatını ve kültürünü nasıl yüzyıllardır ayakta ve diri tutuyorsa, yeniden keşfedeceğimiz dilimizin, dilimizin inceliklerinin ve kuvvetinin yolumuzu ışıtacağı da aşikardır. Biz Türkçede fiillerin, söz diziminin ve ifade gücünün yüksek işaretler taşıdığını düşünüyoruz, görüyoruz. Türkçe’nin neredeyse hiçbir başka dille mukayese edilemeyecek kadar kuvvetli yapısı ve yüksek çıtası değerini dayatacaktır. Belki Soros, AB fonları ve diğer Türk düşmanı finans ve fon çevreleri bu işe kaynak ayırmaz ve belki büyük (Türk) entelijansiyası (!) burun kıvırır ama, kültürel çalışmalar alanında seçkin ve birinci sınıf işlerin belirleyici olacağı tabii sürecin belki de ilk durağı Türkçe çalışmaları olacak. Olmalı.