Descartes, Hume, Kant ve Hegel gibilerle birlikte Avrupa felsefesi metafizik ve psikolojiden soyunarak kendisini bir kesinlik ve belirlilik alanı olarak koymaya başladı. Felsefe bir tür soyut bilim haline geldi. Araştırma sahası insan zihni olan bilim… Bu yüzden kuşku, korku, belirsizlik, karanlık, kötülük, kararsızlık, yanlışlık, sapkınlık, gülme, kibir, aşk, iman, ayartma vb. meseleler ilahiyata veya pozitif bilimlere, hassaten psikoloji ve antropolojiye terk edilmiş oldu. Hakikat, tarih ve evren gibi büyük sistem meseleleri dururken böyle günlük şeylere büyük düşünürler elbette kafa yoramazlardı. Felsefe, krallığını yaşıyordu; mükemmelleşmişti… Böyle bir ortamda Schopenhauer, Kierkegaard, Nietzsche gibi tuhaf isimli, sistem filozoflarının aksine kitabi konuşamayan, titrek filozofların çıkması mukadderdi. Kierkegaard’ın Türkçeye çevrilmiş kitaplarının isimlerine bakınız: Korku ve Titreme, İroni Kavramı, Kaygı Kavramı, Baştan Çıkarıcının Günlüğü (ki “Ya, Yoksa” kitabının bir bölümüdür). Hep belirsizlik, hep arada olma hali, hep çapraşıklık. Anlamak, açıklığa kavuşturmak üzerine kurulu bir düşüncesi yok Kierkegaard’ın. Anlamama, kapalılık, şaşırma, tutku, hastalık, umutsuzluk onu daha çok ilgilendiriyor. Başta saydığımız sistem filozoflarının saygınlığına rağmen, bir titrek filozof olarak Kierkegaard’ın günümüzde sıradan insanların okuma listelerine girebilmesinin nedeni budur. Çaresizliğimiz, bilgisizliğimiz bizi Kierkegaard’a yaklaştırıyor; bu da Kierkegaard düşüncesini çapkın, ayartıcı bir jest haline getiriyor. Fiyakalı varoluşçuluk… Kendisine karşı bile “alakasız” postmodern insan için Kierkegaard’ın titrekliğinin bir büyüsü olduğu kesin.