Fransızların destanı yok. Almanlar, İspanyollar, İskandinavlar, Ruslar ve bilhassa Türkler, Araplar, Farslar, Hintliler her tür mahiyet ve ebatta destanlar çıkarabilirler karşınıza. İngilizler bile İngiliz kişiliğinden ve İngilizceden ziyade İskandinav kişiliğine ve İsveççeye yakın olan Beowulf’u sahiplenerek paçayı kurtarıyorlar kendi hesaplarına göre, ama Fransızlarda tık yok. Evet tabi, Fransızların da chanson de geste dedikleri bir şeyleri, edebi değeri su götürür birtakım kahramanlık naneleri var; fakat bunların Ali Cenkleri veya Seyyid Battal hikayatı ile ancak boy ölçüşebilecek şeyler olduğu açıktır. Halk işi halk hikayeleridir, ikinci sınıf ozanların veya bizzat taşra insanlarının icat ettiği şeylerdir. Başka milletlerin aksine Fransızların edebiyatının edebiliği köken olarak destana değil şarkılara dayanır. Rönesans döneminin trubadur ozanları Dante’nin neo-epikle yani yapma destanla, Shakespeare’in tiyatroyla yaptığını şarkıları ve baladları ile yapıyorlardı. Yani Fransız kişiliğini oluşturuyor, Fransızcaya giden yolu inşa ediyorlardı. Bu yoldan sayısız tiyatro ve roman yazarı, filozof, denemeci, eleştirmen, hatta iktisatçı, politikacı ve eh işte şairler de geçti. Eh işte diyoruz çünkü Büyük Büyük Victor Hugo bile sahip olduğu bütün ihtişamı şiirlerinden çok nasir kişiliğine borçludur. Hatta biraz abartı sevenler için Fransız şiirinin Charles Baudelaire’e kadar yetiştirdiği en büyük ismin Napoleon Bonaparte olduğunu iddia edebiliriz. Evet, nihayet anılması gereken ismi andık: Charles Baudelaire. Baudelaire’in büyük olduğunu kimse söylemedi. Değildir zaten. Cemal Süreya’nın yerinde tespitiyle “cins” bir şairdir daha çok. Fakat bu cinsliği kadrosuz bir şey saymamak gerekir. Baudelaire’i cins yapan, ettiği birtakım parlak laflar ve yazdığı birkaç nefis şiir değildir. Onun cinsliği lirik şiirin unsur ve araçlarıyla bir destan kadrosu yaratmış olmasıdır. Fransızların evet destanları yoktur ama Kötülük Çiçekleri ve Baudelaire’i vardır, desek yeridir. (Ki bunu bizden önce ta 1930’larda Sebahattin Eyuboğlu söylemiştir. Bizi hadiseye uyandıran da odur zaten.) Paris Sıkıntısı (poetik denemeleri), Paris Salonları (resim eleştirileri) ve Yüreğim Sereserpe (günlükleri) ile çevresini iyice kurduğu bir öz-şekil bütünlüğünü, Kötülük Çiçekleri’nde hem tek tek birer lirizm neşidesi, birer şarkı olarak okunabilecek hem de bütün olarak okuyucu üzerinde bir tür kent epiği etkisi yaratacak şiirlerle taçlandırır, hatta tahtlandırır. Böylece destanla şarkı arasındaki tipik ve klasik epik-lirik ayrımını ortadan kaldırarak şiiri modern anlamda modernleştirir. Bugün Hugo Friedrich filan gibi çok bilgili şiir teologlarının Baudelaire şiirinin önceki lirik şiirle yapısal sürekliliğini göstermeleri (tabii son derece gereklidir) ama Baudelaire’i cinslik tahtından, epik-lirik iç içe geçmenin tacından uzaklaştırmaya yetmez. Yahya Kemal’den Ezra Pound’a, Benjamin Zephaniah’dan Eren Safi’ye kadar akla gelen ve gelmeyen her türden 20.-21. yüzyıl şairinin göz koyduğu bir taht ve taçtan söz ediyoruz. Dolayısıyla da Baudelaire için yaşlanmaz, eskimez demek yerindedir. Dolayısıyla da aşılmaz, sadece terk edersiniz.