Kurtuluş Kayalı 1949 yılında Kırşehir’de doğdu. Nevşehir ili Nar kasabası İlkokulu ile Talas Amerikan Ortaokulu ve Tarsus Amerikan Lisesi’ni bitirdi. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünden 1972 yılında mezun oldu. Mezuniyet sonrasında başladığı doktorasını (Ordu ve Siyaset) 1978 yılında tamamladı. 14 kez asistanlık sınavına girdi. 12 Eylül 1980 darbesiyle akademi üzerinde ağırlaşan baskılar onu da bulmakta gecikmedi. Ekim 1983’te üniversiteden uzaklaştırıldı ve iki buçuk yıl sonra, 1986 Nisan’ında geri dönebildi. Yardımcı doçentlik kadrosuna atanması hukuki müracaat üzerine gerçekleşen Kayalı, doçent unvanını aldıktan ancak 9 yıl sonra profesörlük için başvurabildi. Ve ilk müracaatından 3,5 yıl sonra (2001) profesör oldu. Kendi ifadesi ile “Sekiz tesadüfi gelişmenin herhangi biri gerçekleşmezse profesör olamayacaktı.” Balığın kavağa çıkmasına benzettiği bu hikayeyi “Nasıl Profesör oldum?” adlı bir metin yazarak anlattı. Siyaset Bilimi alanında doçent olmasına karşın Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türkiye Cumhuriyeti Tarih Anabilim dalında çalışan Kurtuluş Kayalı, Türk düşünce tarihi, Türk sineması, Türk edebiyatı, Türk mizahı, Türk siyaseti, sözün özü, Türk kültürünün her alanıyla ilgilidir ve bu konularda yıllardır yazdıklarıyla, söyledikleriyle ilgilenenler kılavuzluk etmektedir.
Kayalı’nın sonraki sayfalarda üzerinde durduğumuz çalışmalarının yanında hali hazırda yayımlanma aşamasına gelmek üzere olan üç çalışması bulunmaktadır. Türk düşünce dünyasında Kemal Tahir Gerçeği ve Metin Erksan ve Sineması yakında kitapçıların raflarında ve kütüphanelerimizde yerini alacak. Yazarın, üniversitelerimizi konu edindiği mizah kitabı içinse biraz beklememiz gerekecek.
Okuma kılavuzu
Bilimsel Devrimlerin Yapısı kitabında Thomas Kuhn, bilim adamlarını normal ve devrimci olmak üzere iki sınıfa ayırır. Bilim felsefesine getirdiği paradigma kavramıyla bilim tarihini farklı bir analize tabii tutan düşünür, bilim çevrelerinde belli bir paradigmanın hakimiyetinin hissedildiği süreçte çalışmalarını sürdüren bilim adamlarını normal bilim adamları, var olan paradigmanın zaaflarına işaret ederek ona güveni sarsan ve giderek paradigmanın değişmesinin şartlarını hazırlayan bilim adamlarını ise devrimci bilim adamları olarak nitelendirir.
Kuhn, değerlendirmelerini neredeyse tamamen doğa bilimleri üzerine yapmış ve örnekleri bu alanda seçmiş olmasına rağmen, düşünürün tezleri daha çok sosyal bilimlerde karşılığını bulmuş, paradigma kavramı bir dönem sosyologları, tarihçileri epey meşgul etmiştir. Ülkemizde de gerek bilim felsefesi ile ilgili, gerek sosyal bilimler alanındaki tartışmalarda çok geniş ölçüde olmamakla birlikte Kuhn’un paradigmasından esinlenen yorumlarla karşılaşmak mümkün olmuştur. Hatta Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası kitabı sebebiyle kovuşturmaya uğramış ve hapis cezası almıştır.
Felsefecinin bilim dünyasında bir paradigmadan diğerine geçiş için söylediklerinin Türkiye’deki doğa bilimciler için pek bir anlamı olduğu söylenemez, çünkü her ne kadar bazen tıp ve mühendislik alanlarında saman alevi türünden parlamalar görünüyorsa da Batıdaki gelişmelere tabii olan bilim dünyamızın paradigmal geçişlerle ilgili bir iradeye sahip olabileceğine inanmak güçtür.
Diğer yandan sosyal bilimler alanında en büyük sorun olarak, gözlemleme imkanı bulduğumuz bunca hareketliliğe, bütün o şahidi olduğumuz sözüm ona tartışmalara rağmen, Türk düşünce dünyasında hiçbir zaman için ama iyi ama kötü bir paradigmanın hakimiyetinin hissedilmemiş oluşu gösterilebilir. Bu değerlendirmenin çok sert olduğunun farkındayım, fakat Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinden itibaren başlayan Batılılaşma hareketlerinin önemli bir cephesini oluşturan sosyal bilimlerdeki yönelişlerden bugüne kadar ciddi bir sonuç alınamayışın başka bir gerekçesi olamaz. Dünyada ilk sosyoloji kürsüsünün Sourbonne’da ikincisinin ise ülkemizde açılmış olmasına rağmen hala sosyoloji alanında Türkiye’de önemli bir kuramcı ortaya çıkmamışsa ortadaki sorunu ayrıntıda değil genelde aramak gerekir. Eğer Türk düşüncesinde genel geçer kabul gören bir anlayışın hakimiyeti söz konusu olsaydı, gerek o anlayış paralelinde çalışmalar gerçekleştiren kesimden, gerek o anlayışa muhalefet edenlerden ülkenin toplumsal yapısını anlamakta yardımcı olacak önemli çalışmalar ortaya çıkacaktı ve dolayısıyla ülkemizde düşünce alanında dikkate değer bir gelişim yaşanacak, dahası Türk düşüncesini anlamaya çalışan herkesin faydalanabileceği bütünlüklü bir harita belirlenecekti önümüze.
Ne var ki, böyle bir paradigmanın eksikliği yüzünden Türk düşünce dünyası irili ufaklı adalardan oluşan bir coğrafya görüntüsü vermektedir. Ve her ada genel haritaya yönelik kendi konumuna göre bir açıklama getirdiği için Türk düşüncesiyle ilgilenen herkesin kafasını karıştıran bir kaos ortamı söz konusudur. Bu kaos sebebiyle düşünce dünyamızda etkili olması beklenen pek çok ismin, pek çok çalışmanın değeri yeterince anlaşılamamış, Türkiye’nin entelektüellerine açılım sağlama imkanı olan tespitler göz ardı edilmiştir.
Sözün gelişi, bütün yazı hayatı boyunca okuyucularını, doğru olduğunu kabul ettikleri pek çok şey konusunda düşüncelerini, inançlarını sorgulamaya davet eden İsmet Özel’in değerinin anlaşılamamasında sözünü ettiğimiz kaos ortamının büyük etkisi vardır. Thomas Kuhn’un paradigma çerçevesinde yaptığı ayrımın devrimci bilim adamları (“İsmet Özel bilim adamı değil” mi dediniz? Haklısınız.) kefesinde yer alan İsmet Özel’in yazıları, Türkiye’de dikkat çektiğimiz paradigma eksikliği sebebiyle bir türlü yerine oturtulamamıştır. Dahası, şairin düz yazı serüveninin düşünmek üzerine düşünmek noktasında tıkanmış oluşunun sebebi de yine bu eksiklikte aranmalıdır. Türk düşünce dünyasında bir paradigma var olmuşsa, İsmet Özel düşüncesi o paradigmayı zorlayacak ve belki de onun değişmesine imkan verecek bir açılım sağlayacaktı.
Diğer yandan, Şerif Mardin gibi akademisyen olarak çok önemli çalışmaların altına imza atmış isimler ise yine Thomas Kuhn’un normal bilim adamları sınıflamasının içinde yer almakla birlikte, bu karışıklık içinde dile getirdikleri görüşler için zaman zaman kastı aşan yorumlar yapılmıştır. Açıkçası, Şerif Mardin ve benzeri akademisyenlerin çalışmalarındaki sorgulamanın eserlerindeki dozun üzerine çıkmamıştır hiçbir zaman. Bir akademisyen, bir entelektüel olarak Kurtuluş Kayalı’nın Türkiye’deki düşünce dünyası içindeki önemi tam da bu noktada ortaya çıkmaktadır. Türk düşüncesinde hiçbir konunun netliğe kavuşmadığı, herkesin, deyim yerindeyse, kendi çalıp kendi oynadığı bir ortamda Kurtuluş Kayalı, gerek İsmet Özel’e, gerek Şerif Mardin’e kıyasla daha zor olan bir yolu tercih etmiştir: Hem devrimci, hem normal olmak. Kurtuluş Kayalı, Türkiye’de düşünsel ortamın kaostan kurtulup esenliğe çıkmasına yardımcı olacak yolun izlerini sürmeye hem kendini adamış, hem okuyucularını, takipçilerini o izi aramaları hususunda teşvik etmiştir. Bu yönüyle devrimci olarak nitelenmeyi hak eden Kayalı, bir yandan da Türk düşünce dünyasındaki sisleri dağıtmak ve o bölünmüşlük içinde ilgilenenlerin yolunu bulabileceği bir harita çıkarmak için çaba göstermiştir ki bu da onun normal bilim adamı yanını gösterir.
Türkiye’de ister akademi çevrelerinden olsun, ister entelektüel çevrelerden olsun, Kurtuluş Kayalı kadar Türk düşünce hayatındaki isimlere, yazılıp çizilenlere hakim birini göstermek zordur. Kayalı’yı doymak bilmez öğrenme arzusu konusunda kıyaslayabileceğiniz tek isim rahmetli Cemil Meriç’tir. Her iki yazar, olağanüstü boyutlara varan okumalarını analitik bir değerlendirmeye tabii tuttuktan sonra (Türklerin zihni analitik çalışmaya pek müsait olmadığı için bu nokta ayrıca önemlidir) eserleriyle okuyucuların ufkunu açmaya çalışmalarıyla birbirleriyle benzeşirler. Fakat Meriç’in, Türk düşüncesi üzerine kaleme aldığı yazılarında isim belirtmeden genel yorumlar yapması, diğer yandan belli kişiler üzerinde yazdığı yazılarda ayrıntılara girmesi, okuyucuların, genel çerçeve içinde kimin nerede durduğunu anlayabilmeleri için yazarın verdiği ipuçlarından yola çıkarak bağlantıları kendi kendilerinin yapması gerekmiştir ki bu noktada Nurtuluş Kayalı izlediği yöntem itibarıyla Cemil Meriç’le farklılaşır. Kayalı’nın yazılarında genel-özel neredeyse yok gibidir. Yazar, genel bir değerlendirme yaparken durumu örnekler üzerinden açıklamaya girişiverir hemen. Yahut, bür düşünür hakkında yazarken, bir anda onu Türk düşünce hayatının sorunlarıyla ilgili kuramsal tartışmalara girdiğini fark edersiniz. Bu anlamda Cemil Meriç, kuram oluşturma derdi olanlar için yol gösterici, bir kılavuz görevi görürken Kurtuluş Kayalı tam da bir kuramcı olarak kendini belli eder.
İki düşünür arasındaki bir başka fark da üsluplarında ortaya çıkar. Cemil Meriç, zarf-mazruf ilişkisinde iki unsura da büyük önem gösterir. Bunun için, yazarın söyledikleri kadar, söylediklerini söyleme tarzı da çok parlaktır. Her cümlenin her kelimenin üzerinde titizlikle durulduğunu fark ederseniz onu okurken. Dolayısıyla onun kaleme aldığı metinleri okumak öğretici olmasının yanında zevklidir de.
Kurtuluş Kayalı’nın ise zarf üzerinde kafa yormaya zamanı yok gibidir. Söyleyecekleri ile o denli yoğunlaşmıştır ki zaman zaman dil bilgisi kurallarını bile dikkate almaz. Bu, Kayalı’nın metinlerini okumanın zevkli olmadığı anlamına gelmez elbette, fakat çok açık şekilde görürsünüz ki onun metinleri okuyucusunu cezp ederek etkisi altına almaktan çok onu bilgilendirmeyi hedeflemektedir ve hiç zaman kaybetmeden hedefine odaklanır. Öyle ki, yazar daha yazının başlığını koyarken işine başladığını gösterir. Kurtuluş Kayalı’nın yazılarının çoğunda yer alan başlıkların, başlıktan çok bir “ilk cümle” gibi durması bundandır. Kayalı’nın Kılavuz dergisinin ilk sayısında yayımlanan yazısının “Aslında Hepimiz İstanbul Sosyoloji Öğrencisiyiz!” şeklindeki başlığı durumu özetliyor sanırım.
Kurtuluş Kayalı, sinema, mizah gibi ciddi yazarların pek tevessül etmedikleri hafif konulara yaklaşırken gösterdiği ciddiyetle de ayrı bir yerde durur. Türkiye’de tıkanıklığın sadece düşünce hayatında olmadığını, bir emek sonucu ortaya ürünlerin konulduğu her alanda bir girdaba doğru sürükleniyor olduğumuzu göstermeye çalışır gibidir sinema ve mizah üzerine yazarken. Türkiye’de bir alanda doğru işler yapılmaya başlanırsa, bunun diğer alanlara da örnek olacağını düşündüğü için gücü elverdiğince her alanda yaptığı tespitlerle olumlu gelişmelerin önünü açmaya , olumsuz örneklere dikkat çekerek, bir entelektüele yakışır, uyarı görevini yerine getirmeye çalışmaktadır.
Kayalı’nın daha gençlik yıllarından bugüne kadar aralıksız sürdürdüğü “taşları yerine oturtma” (bunu bazen “ipliği pazara çıkarmak” halini almasına şaşırmamak lazım) çabası doğal olarak, kültür dünyamızda gerçeklerin gizli kalması sayesinde kendilerine haksız bir konum sağlamış olan bazı kesimlerin, bazı isimlerin canını sıkmış, Kayalı, akademik kariyerinde muhtemelen başka hiçbir akademisyenin, akademisyen adayının başına gelmeyen güçlüklerle mücadele etmek zorunda bırakılmakla kalmamış, gerçekleri serinkanlılıkla dile getirdiği bazı yazıları mühim dergilerimiz tarafından geri çevrilmiş veya sansürlenerek yayımlanmıştır. (Kayalı’nın 2003 yılı Haziran’ında çıkardığı Üstü Çizilmiş Yazılar kitabı, yazara karşı gösterilen tavrını vahametini görmek isteyen okuyucularımız için yeterli ipuçları vermektedir.) Fakat, nasıl ki Dostoyevski’nin hayatında karşı karşıya kaldığı güçlüklerin Rus romancıyı değerlendirirken pek anlamlı olmadığını ve romancının bu zorlukların karşılığını eserlerinin yüzyıl(lar)ı aşarak insanlara ulaşmasıyla aldığını düşünüyorsam, Kutuluş Kayalı’nın gerek akademisyen, gerek entelektüel olarak mücadelesinin karşılığını zaman içinde fazlasıyla alacağından kuşkum yok.
Kurtuluş Kayalı’yla değerlendirirken, entelektüel camiamızda yazarla Kemal Tahir arasında kurulan bağlantı hakkında bir parantez açmakta yarar var. Kurtuluş Kayalı, Baykan Sezer, Halit Refiğ gibi alanlarında çok önemli çalışmalar yapmış bazı isimler için bazen alttan alta, bazen açık biçimde, Kemal Tahir etkisinde olduklarına dair ifadeler kullanılarak bir gözden düşürme, itibar zedeleme operasyonu (en azından ifadeleri kullanılanların düşüncesine göre) yapılır. Bana göre meselenin iki boyutu var. Öncelikle, temel dertleri Türkiye olan, bu ülkenin her açıdan selamete çıkması için ortaya çok önemli eserler koymuş insanların bazı noktalarda buluşuyor olmalarının birilerini rahatsız etmesine anlam veremiyorum. Asıl sorunun, Türkçe düşünen, dünyaya Türkiye’den bakmak gibi zor ve çok özenli bir misyonu sırtlayanlarda değil, onlara taş atmayı marifet sayanlarda aranması gerektiğini düşünüyorum. Kaldı ki, sözünü ettiğimiz üç isim de kendi başlarına değerler olarak Türk kültürüne damgasını vurmuş durumdalar ve dolayısıyla üzerinde bulunduğu rivayet olunan her türlü etkinin ötesinde kendileri olarak varlıklarını kanıtlamışlardır. Diğer yandan bir Türk entelektüelinin bir Türk sanatçısının örnek almasından, onun yol göstericiliğine baş vurmasından daha doğal ne olabilir Allah aşkına? Yoksa Kurtuluş Kayalı’nın, Baykan Sezer’in günahı, ne bileyim, Habermas’a, Adorno’ya, Lacan’a “üstat dememek” mi?
Eserleri
Ordu ve Siyaset
Kurtuluş Kayalı’nın doktora tezi olan çalışma, ülkemizde epeyce netameli bir konuyu, ordu ile siyaset arasındaki ilişkileri incelemektedir. Kayalı, ordunun siyasete yönelik tavrını anlamlandırabilmek için hikayeyi Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan alıp 12 Mart sonrası döneme kadar götürür. (Tezin 1978 Nisan’ında tamamlanmış olmasıdır bunun sebebi, 1980 sonrasında işlerin farklı bir düzlemde ilerlemesi değil. Zaten kitabı okuduğunuzda, yazarın tespitlerinin gerek 12 Eylül, gerek 28 Şubat süreçlerinde de geçerli olduğunu görürsünüz.) Bu dönem itibarıyla Türkiye’de ordunun siyasete hangi ölçüde müdahil olduğunu ve zaman içinde bu müdahalenin şeklinin hangi noktalarda farklılaştığını gözler önüne sermekle kalmaz, ordu ve siyaset arasındaki ilişkinin, devlet-halk ayrışması üzerinde oynadığı rolü asker-sivil aydınlarının halk kitlelerine yönelik yaklaşımı üzerinden değerlendirir. Kayalı, aynı zamanda Türk siyasi hayatında önemli rol oynayan iki geleneğin (CHP ve DP) gerek ordu müdahalelerinin, gerek aydın-halk ikileminin etkileri ile bağlantılı olarak geçirdiği kuramsal ve pratik değişimin üzerinde durarak yüz yıllık demokrasi deneyimimizin vardığı yeri gösterir, demokrasi üzerindeki aydın etkisinin belirleyici olmaktan çıkacağı ve halkın somut veriler etrafında düşünmeye yatkınlığının şematik düşünmeye meraklı olan aydın kesimine galip geleceği öngörüsünde bulunur. Tezin sunulduğu zamandan bu yana geçen yirmi altı yılın ne ölçüde haklı çıkardığını görmek için kitabı okumanız gerekecek.
Türk Düşünce Dünyasında Yol İzleri
Türk Düşünce Dünyasının Bunalımı
Türk Kültür Dünyasından Portreler
Bu üç kitap, Kurtuluş Kayalı’nın Türkiye’de düşünce dünyasının üzerindeki sisleri dağıtmak ve ilgilenenlerin yolunu bulabileceği bir harita çıkarmak şeklinde özetlediğimiz çabalarının sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Türk Düşünce Dünyasında Yol izleri (ilk baskısı Türk Düşünce Dünyası I adıyla yapılmıştı) ve Türk Kültür Dünyasından Portreler kitaplarında Kayalı, “genç kuşak” okuyucuların pek farkında olmamasına karşın bir zamanlar yazdıklarıyla, söyledikleriyle etkili olmuş kültürel figürlerin kendi alanlarına ilişkin görüşlerini “yerlilik” bağlamında inceleyerek kendi içinde tutarlı veya tutarsız oldukları yanları ortaya koyar. Dahası, ele aldığı isimlerin dönem(ler) itibarıyla yaşadıkları sorunları ve görüşlerinde zaman içinde ortaya çıkan değişimlerin altını çizerek Türk düşünce dünyasının malul olduğu sıkıntıları göstermeye çalışır.
Gerek bu iki kitaba, gerekse Türk Düşünce Dünyasından Portreler‘e baktığınızda Kurtuluş Kayalı’nın söylenmeyeni söylemek, konuşulması istenmeyeni konuşmak konusundaki inadını rahatlıkla fark edersiniz, çünkü Kayalı, Hilmi Ziya Ülken’den Mübeccel Kıray’a Niyazi Berkes’ten Cemil Meriç’e, Behice Boran’dan Pertev Naili Boratav’a, İdris Küçükömer’e haklarında pek az şey bilinen sosyal bilimcileri değerlendirmekle kalmaz, Cemal Süreya, Çetin Altan, Bülent Ecevit, Emre Kongar gibi bildik isimlerin de bilinmedik yanlarını ortaya koyar kitaplarında. Bunu yaparken de tartıştığı isimler üzerinden niçin sağlıklı bir düşünce dünyamız olmadığı sorusuna cevap arar. Yazarın eserlerinin kendisinin sık olarak şikayet ettiği “hafızasızlığımız”a kurban gitmemesi, bu ülkede sağlıklı bir düşünsel ortamın oluşması açısından çok önemli.
Yönetmenler Çerçevesinde Türk Sineması
Sinema Bir Kültürdür
Kurtuluş Kayalı’nın sinema ilgisinden söz etmiştik. Onun yazılarını takip edenlerin çok iyi bildiği gibi Kayalı bir konuyla ilgilendiğinde, onu genel yapısı itibarıyla incelemekle kalmayıp pek dikkat edilmeyen ayrıntılara da girerek didik didik eder. Konu, Türk sineması gibi yaşayıp yaşamadığı konusunda rivayetin muhtelif olduğu bir alan olunca Kayalı’nın Türk Sinemasının durumunu sorgulayan yazıları doğal olarak daha çok sinemamızın bir atılım içine girdiği 1960’lı yıllarla parlaklığını kaybettiği 1980’ler arasını merkeze almaktadır. Buradan yazarın daha sonraki sinema örneklerine kayıtsız kaldığı gibi bir sonuç çıkmaz. Kayalı, daha güncel örnekleri incelerken bu örneklerin Türk sinema geleneği ile kurduğu bağlantının üzerinde durarak sinemamızın durumunu ortaya koymaya ve geleceğine yönelik ipuçları yakalamaya çalışır.
Gerek Yönetmenler Çerçevesinde Türk Sineması’nda, gerekse Sinema Bir Kültürdür kitabında Kurtuluş Kayalı, sinemamızın altın çağına filmleriyle damgasını vurmuş Halit Refiğ, Metin Erksan, Lütfi Akad, Atıf Yılmaz, Yılmaz Güney, Ertem Eğilmez gibi isimlerin konulara yaklaşımlarında, sinema dillerinde ortaya çıkan farklılıkları değerlendirerek Türk sinemasının yaşadığı bunalımdan çıkışın imkanını belirlemeye çalışır ve Türk sinemasının geleneğinin farkında olmayan yönetmenleri, eleştirmenleri, okuyucuları bu bağlamda uyararak entelektüel olarak sorumluluğunu yerine getirir. Kayalı’nın sinemamız ile ilgili olarak yaptığı tespitleri, Türk sinemasının hala çıkmazda bulunduğunu hesaba katarsak, güncelliğini halen korumaktadır.
Keşke Herkes Papağan Olsa
Üstü Çizilen Yazılar
Kayalı’nın Üstü Çizilen Yazılar ile Keşke Herkes Papağan Olsa kitaplarını aynı bağlamda değerlendirmemiz, yazarın takipçileri tarafından garip karşılanacaktır, çünkü Keşke Herkes Papağan Olsa kitabında Kurtuluş Hoca, Türkiye’de mizah kültürünü irdelemekte, özellikle Cumhuriyet sonrası basınında mizahın geçirdiği evrimi, hem kullandığı dil ve yöntem, hem muhalif yaklaşımı açısından göz önüne sermektedir. Oysa Üstü Çizilen Yazılar daha önce ifade ettiğimiz gibi Kayalı’nın yazılarının başına gelenleri anlattığı kitabı. Dolayısıyla ilk bakışta mizahla ilgili bir yanı yokmuş gibi görünüyor. Fakat açıkçası, bu iki kitabı karşılaştırmalı olarak okumanın, ülkemizde mizahın ciddi yanlarını ve ciddi yayıncılık yapanların ancak kara mizah olarak adlandırabilecek tavırlarını görmek açısından faydalı olacağını düşünüyorum. Mizahla ciddiyetin bu derece iç içe geçmiş bir görüntü sergilediği Türkiye’den iki sahne zihninizi açacaktır kesinlikle.