1955 yılı nisan ayının ilk günü Lübnan Cumhurbaşkanı Kamil Şamoun, beraberindeki heyetle Ankara’ya gelir. Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes ve bir gün önce Ankara’ya gelen Lübnan Başbakanı Salih el-Sulh havaalanında karşılanır. 5 Nisan’a kadar Ankara’da temaslarını sürdüren Lübnan heyetiyle Türkiye-Lübnan ticaret anlaşması imzalanır. Ankara’dan trenle İstanbul’a hareket eden Türk ve Lübnan heyetleri, Haydarpaşa garında coşkuyla karşılandıkları gibi, ikametlerine tahsis edilen Yıldız Şale Köşküne gidinceye dek yol boyunca sevgi gösterileriyle de selamlanırlar.
İstanbul’da Anadolu Ajansı’na demeç veren Başbakan Salih el-Sulh şunları söyler: “Sayın reis-i cumhurumuzla beraber İstanbul toprağına ayak bastığımız şu anda bu büyük Türk şehrinin idari makamlarına ve halkına en dostane selamlarımızı sunarız. Bu, benim için çok heyecanlı bir andır. Çünkü İstanbul’da benim için çok büyük kıymet taşıyan eski hatıralara tekrar kavuşuyorum. Annem, burada yatıyor. Çocukluğumu burada geçirdim ve burada tahsil gördüm. Amme hizmetine ilk olarak burada başladım. Kendimi tekrar ilk gençliğimin ilk dekoru içinde birçok bağlarla Arap milletine bağlı bulunan Türk milletinin fertleri arasında bulunmaktan duyduğum sevinci burada ifade etmek isterim.”1
İstanbul’da da üst düzeyde ağırlanan Lübnan Cumhurbaşkanı şerefine Belgrad Ormanlarında av partisi düzenlendiği gibi, Metris’te kara, Yassıada’da da deniz tatbikatı yapılır. İstanbul’daki tarihî mekanları da ziyaret eden heyet, Başbakan Adnan Menderes’in eşliğinde uçakla 11 Nisan’da İzmir’e gider. Burada da aynı dostane karşılamalar yapılır. Kadifekale ve Selçuk ziyaret edilir. Akşamüzeri de heyet, Beyrut’a gitmek üzere Savorana yatıyla İzmir’den ayrılır. Salih el-Sulh, İzmir’e gelirken uçakta Anadolu Ajansı muhabirine geziyi değerlendirir. “Eskiden şark, terakki yolunu bulmak için garba teveccüh ederdi. Bugün kanaatimce buna ihtiyaç kalmamıştır. İktisatta, nafia işlerinde, millî müdafaada, her sahada şark, yüzünü artık emniyetle Ankara’ya ve İstanbul’a tevcih edebilir. Türk milletinin bu kudretli durumu, kendi nef’ine olduğu kadar Arap milletinin de nef’inedir. Asırlar boyunca beraber ve kardeşçe yaşayan bu iki milletin gaye ve hedefleri birdir. Bin küsur seneden beri mevcut olagelmiş bulunan bu gaye ve menfaat birliği, dünyanın bugünkü şartları içinde daha da yakın ve daha da sıkıdır. Türkiye’nin saadeti bize saadet verir. Türkiye’ye teveccüh edecek bir felaket, bizim için de bir felakettir. Nitekim Arap milletinin saadeti de Türkiye’ye saadet getirir. Felaketi Türkiye için de bir felaket olur. Bu, asırlar boyunca Orta Doğu’nun kaderini teşkil etmiştir. Millî hudutların yalnız başlarına artık bir kıymet ifade etmedikleri bugün, evlâbittarîk böyledir.”2
Lübnan’ın üst düzey idarecilerinin Türkiye ziyareti, gösterilen sıcak ilgi Halide Edip’in, “onların diyarı ve halkı hakkında” hafızasında yer almış olan acı-tatlı bütün hatıralarını canlandırır. Yeni İstanbul gazetesinde ilki 20 Nisan, sonuncusu da 8 Mayıs 1955’te “Lübnan ve Arap Diyarı” başlıklı yazı dizisinde 1916-1917 yıllarına ait hatıralarını yayımlar.
İttihat ve Terakki iktidarının ilk yıllarında, Cemal Paşa ve hanımıyla Halide Edip’in Fazlıpaşa’daki evinde tanışırlar. Harbin başlarında Cemal Paşa, 4. Ordu Komutanlığın’a tayin edilince İstanbul’dan ayrılıp Şam’a gider. Cemal Paşa’nın bölgede “hakimiyet tesisine” yönelik operasyonlarının en önemlisi, Kanal seferi esnasında, Fransızların kışkırtmasıyla Suriye’de bir ihtilal girişiminde bulunmakla suçlananların Âliye Divan-ı Harbi’nde yargılanmalarıdır.3 Mahkeme kırk kişiyi idama, çok sayıda şüpheliyi de Anadolu’ya sürgüne mahkum eder. İdamlar, Halide Edip’te “çok acı tesir” bıraksa da “sükunun iadesi” yönünden faydalı bulduğunu hissettirir. Çünkü onun kanaatince, bundan sonra Cemal Paşa, “hastalıkla mücadele etmek, mektep açmak siyasetini ele almış, emsalsiz enerjisi sayesinde bir hayli kıymetli işler yapmış ve Suriye’de nizam ve hayat masuniyetini temin etmiş(tir).4
4. Ordu Komutanlığı karargahından İhtiyat Zabiti Falih Rıfkı, Âliye Divan-ı Harb-i Örfisi’nin kararlarının yerindeliğine ilişkin bilgilendirmek üzere 1915 sonbaharında İstanbul’a gelir. Basında yazıları çıkan yazarlarla görüşür. Cemal Paşa’nın lehine, bir anlamda lobi faaliyeti yürütür. Onun yazdığı mektupları ulaştırır. Halide Edip’e de Cemal Paşa’nın mektubunu takdim eder. Cemal Paşa, Fransız manastırlarını, mekteplerini kapamaya mecbur olduğunu, maarif mekteplerinin yetersizliğini belirttikten sonra Suriye vilayeti vasıtasıyla ve ordunun yardımıyla mektep açmak girişiminde bulunduğunu, Halide Edip’ten şahsen gelmesinin veya bazı hocaların gelmesini sağlamasının mümkün olup olmadığını sorar.5 Bu ilk çağrıya, Halide Edip’in o sıralarda Nakiye Elgün’ün müdürlüğünü yaptığı Feyziye İdadisi’nde hoca olan kardeşi Nigar Edip olumlu cevap verir ve Suriye’ye gider. Beyrut’ta altı sınıflı bir okul açar ve her sınıftan halk, çocuklarını buraya gönderirler. Bu ilk adımdan Cemal Paşa, memnundur.
1916 yılı başlarında Halide Edip, Cemal Paşa’nın yeni bir mektubunu alır. Bu kez, Nakiye Elgün’le birlikte kısa süreliğine Suriye’ye gelmesini; Şam, Beyrut ve Lübnan’da okul açmak için bir plan hazırlamasını rica eder. Halide Edip, “Suriye kızlarına iyi tahsil vermek, onlara Türk harsını telkin etmek, Suriyeli kadınlar arasında müşterek duygular tesisine çalışmak ve bu mühim gayeleri elde etmek” için hazırladığı programın eksiksiz uygulanacağı sözünü aldıktan sonra Suriye’ye gider.6
Halide Edip, Nakiye Elgün ve Hamdullah Suphi beraberlerinde Cemal Paşa’nın bir yaveri olduğu halde Haydarpaşa’dan trenle hareket ederler. Hamdullah Suphi de Cemal Paşa tarafından Suriye’deki Türk ve İslam eserlerini incelemek üzere davetlidir. İzmit ve Eskişehir’den sonra vardıkları Konya istasyonundaki manzara hiç iç açıcı değildir. “Konya istasyonu, bir sefalet sahnesi idi. Şarki Anadolu’dan muhacirler, aileleri ve çıkınları ile istasyonu doldurmuşlardı. İstasyonun lambaları altında birbirlerine sokulmuş, parça parça fakat parlak renkli esvapları ile muhaceretin yani köklerinin koparılmasından gelen bomboş ve manasız gözlerle tren bekliyorlardı. Hepsinde garip bir sefalet ve biçarelik kokusu… Evet, koku sadece maddi kirden gelmiyor, manevi sefalet içinde kalabalığın garip bir kokusu oluyor.”7
Pozantı’da henüz bitmemiş birtakım yeni binalar, yollar, bir han, bir de hastane dikkat çeker. İslahiye’de heyeti Halep trenine yetiştirmek için bir kamyon getirtilir. Bekleşen kalabalıktan araca yolcu alırlar ancak yaver itiraz eder. Gerekçesini de Hamdullah Suphi’ye “Siz kolera, tifüs nedir bilmiyorsunuz galiba!” diyerek açıklar. Yaver, artık yolcu alamayacağını söyleyip sürücünün yanına sıkıştığında, onlar arka kapıdan bir Türk bir de Ermeni tüccarını araca sokarlar. Akşamleyin de İslahiye’den Halep’e trenle yola çıkarlar. Humus, Baalbek ve ardından Sofer’de yolculuk sona erer ve Cemal Paşa’nın evine giderler.
Cemal Paşa ve ailesi, Sofer’de güzel, mermer kaplı bir köşkte oturmaktadır. Geniş sofaları, salonları olan köşkün balkonundan Lübnan’ın zeytin yeşili ormanları seyredilmektedir. Cemal Paşa’nın köşkündeki ortamı Halide Edip şöyle anlatmaktadır. “Cemal Paşa’nın hanımı İsviçre’ye çocuğunu tedaviye götürmüş, kendisi de cephede idi. Evde annesi, kardeşi ve bende büyük bir muhabbet uyandıran kayınvalidesi vardı. Belki altmışında, ince, zarif, fakat cazibesi en fazla çocuk mizacında sezilen bir hanımefendi idi. Bu evin hanımlarının da hatta hizmetçilerinin de birbirlerine karşı münasebetlerinde çok hoş bir dostluk havası seziliyordu. En fazla hoşuma giden şey de evdeki hayatlarının orta halli bir aileyi geçmeyen sadeliği oldu. Çünkü paşa evlerinde, bilhassa Cemal Paşa’nın evinde, halkın sefaleti karşısında çok lüks bir hayat yaşandığı iddiası bende kötü tesir yapmıştı.”8
Halide Edip, ertesi gün cepheden dönen Cemal Paşa’yla hazırladığı mektep planı hakkında görüşür. Öncelikle yerel Arap kızlarla görüşmeler yaparak durum tespitinin ardından uygulamaya geçme düşüncesini, Cemal Paşa da kabul eder. Harp başlayıncaya kadar, Suriyeli kızlar Fransız papazlarının okullarına devam etmekteydiler. Beyrut’taki papaz okulu binası pek büyük, adeta bir şato denilecek kadar olmakla beraber, bütünü itibarıyla eğitime elverişli değildir. En önemlisi de bir okulda bulunması gereken sıhhi şartlardan eser yoktur. Halide Edip, temaslarının sonundaki izlenimlerini şöyle anlatır: “Bu müessesede tahsil görmüş Suriye kızlarından birçoğuyla temas ettim. Bu tetkikatım neticesinde gördüm ki bu kızların tahsili yaldızdan ibarettir. Lisan öğrenmişler fakat esaslı tahsil namına hemen hiçbir şey elde etmedikten başka Arapçayı unutmuşlar, kendi hayatlarına yabancı kalmışlar, şahsiyetlerini mahvetmişlerdir. Bu kızlarla görüşürken bir kelimenin Arapça mukabilini sorsanız, Fransızca olarak ‘Durunuz bakayım şey… Bir türlü hatırıma gelmiyor!’ cevabını alır, Suriye millî rakslarından bahsetseniz, kendilerini tahkir edilmiş addettiklerini görürüsünüz. Fransız kadın ve erkek misyonerleri memlekete daha kolaylıkla, daha müessir surette nüfuz edebilmek içün olanca gayretlerini bilhassa erkek çocuklara tevcih etmişler, kızları ihmal etmişlerdir.”9 Beyrut Amerikan ve Alman kız okulları öğrencileriyle yeterli derecede temas kuramayan Halide Edip, yine de bu okullarda kızların eğitimine daha önem verildiği kanaatindedir.
Fransızların harp dolayısıyla çekilmelerinden doğan boşluğu doldurmak üzere hazırladığı programı Şam, Beyrut ve Cebel-i Lübnan sancağı dahilinde hayata geçirmeye karar veren Halide Edip, Cemal Paşa’dan büyük destek görür. Suriye vilayeti dahilindeki halkı memnun edecek bir yönetimin kurulması ve eğitim meselesi Cemal Paşa’nın zihnini fazlasıyla meşgul etmektedir. Fransızların Araplar üzerindeki etkisi siyasi gayelere dayanmakla beraber, esası kurduğu okullara bağlıydı. Cemal Paşa da eğitim meselesini dinî olmaktan çok liberal ve Batı esaslarına dayandırmak arzusundadır. Halep Valiliği görevindeyken “Ermeni muhacirlerini Suriye’de insani metotlarla yerleştirmeyi üzerine almış, fakat hükümet merkezi ile çıkan anlaşmazlık sebebiyle istifa etmiş”10 olan Hüseyin Kazım Kadri, o sıralarda Lübnan’da oturmaktadır. Halide Edip, ilk teması onunla kurar ve oldukça etkilenir. İyi Arapça bilen Hüseyin Kazım Kadri’nin Arapları yakından inceleyen ve bütün azınlıklara uygulanması gereken yönetim şekli hakkında çok geniş ve insani düşüncelerini Halide Edip kendine yakın bulur. Hüseyin Kazım Kadri’yi, aynı zamanda “en hakiki ve esaslı manasıyla” Müslüman olarak değerlendirir. O, Kur’an-ı Kerim’in bütün zamanlar için insanlığa elzem ayetlerini ifade edebildiğini vurguladıktan sonra “Zulme dayanan herhangi bir idare iflasa mahkumdur” derken, sesindeki heyecan ve imanı daima hatırlayacağını kaydeder. Cemal Paşa’nın Araplarla ilgili olarak hayata geçirmeyi kararlaştırdığı yönetim düşüncesindeki yeni eğiliminde, Hüseyin Kazım Kadri’nin tesiri olduğunu düşünür.
Beyrut’a geçen Halide Edip, burada harbin sosyal hayattaki iki yüzüyle karşılaşır. Henüz kıtlığın korkunç dereceye dönüşmediği 1916 başlarında halk bariz bir sefalet içindeyken, “yüksek sınıf aileler” lüks otomobillerinin içinde dolaşıp durmaktadırlar. İki hafta boyunca Beyrut’taki Fransız manastırları, dinî mektepleri hakkında gereken incelemeleri yapar. 4. Ordu Kurmay başka Albay Ali Fuat (Erden) ile de görüş alışverişinde bulunur. Âliye Harp Divanı’nın kararlarına ilişkin olarak, “Arap milliyetçilerinin yönetimi Osmanlı Devleti’nden alarak Fransızlara vermek üzere mi harekete geçerek isyan ve ihtilal girişiminde bulunmuşlardı, yoksa gerçek gayeleri bağımsızlık mıydı?” diye sorar. Albay Ali Fuat’ın cevapları, Cemal Paşa’nın kanaatleriyle aynıdır. Harbi kazanmak amacındaki Osmanlı Devleti’nin, Âliye Harp Divanı’nın kararlarıyla otoriteyi sağladığını, aksi takdirde ilk aylarda ordunun Suriye’yi terk etmek mecburiyetiyle karşı karşıya bulunacak duruma düşeceğini söyler.
Nihayetinde Halide Edip raporu hazırlar. Ana hatlarıyla şunlar hayata geçirilecektir. 1. Beyrut, Lübnan ve Şam için Beyrut’ta müşterek bir öğretmen okulu kurulacak; her üçü için de şimdilik buralarda altı sınıflı birer mektep açılacaktır. 2. Bu bir taraftan çoğunluğun eğitim sınırını teşkil etmesi ihtimaline rağmen, aynı zamanda bunların lise ve öğretmen okulu devresine bir hazırlık olduğu dikkate alınarak program tespit edilecektir. 3. Arapça, Türkçe ve Fransızca dil olarak öğretilecektir. (İngilizce yerine Fransızca tercihinde bu zamana kadar çoğunluğun Fransız kültürü içinde yetişmesi etkili olmuştur.)
Şam, Beyrut ve Cebel-i Lübnan hususi muhasebeleri her yıl üç bin lira ödenek vermeyi taahhüt ederler. Bu taahhüde karşılık olarak, üç yerden her yıl öğretmen okuluna yirmişer, lise kısmına da gönderilecek on beşer kız öğrenciyle toplam 105 öğrenci eğitim imkanına kavuşacaktır. Yerli kızlardan başka, Anadolu’dan da ücretleri bağlı oldukları vilayetlerce karşılanmak üzere birkaç kız öğrenci alınacaktır. Bundan da amaç “Anadolu kızlarının Suriye’deki hemşirelerle mektep sıraları üzerinde temas etmelerini” sağlamaktır.11
Halide Edip’in bu meselede esas gayesi, eğitim yoluyla, millette uyandırılması gereken yeni bir zihniyetin temelini atabilmektir. Çünkü o zamana dek, Suriye’deki Arap milliyetçiliği yabancıların elinde “siyasi bir kaldıraç” olarak kullanılmıştır. Osmanlı Devleti’nin, Arapları herhangi bir yabancı kültürden çok Arap kültürüne bağlaması şarttır. Aynı zamanda Osmanlı’nın çeşitli ve zıt unsurlarını birleştirmek için Türk kültürü ile dilini öğrenmesi de gereklidir. Bu da ancak devletin açacağı okullarla sağlanabilecektir. Meclis-i Mebusan’da Arap milletvekilleri Anayasa’daki bütün haklara ve sorumluluklarına rağmen, bir türlü Osmanlı Devleti’ne bağlanamamıştı. Arap dünyasına Anadolu’dan çok fazla emek ve para harcamışlar, kan dökmüşlerdi, fakat Araplar memleketlerini savunan bir Osmanlı Devleti istemiyorlardı. Çünkü Osmanlı Devleti, özellikle “eğitim ve yönetimde” gereken zihniyeti aşılamayı başaramamıştı.
Beyrut’tan Şam’a “harikulade bir yol”dan giden Halide Edip, bu coğrafyanın bir gerçeğinin farkına varır ve şu değerlendirmeyi yapar: “Dünyada hiçbir millet, yaşadığı topraklara acaba Araplar kadar kendi damgasını basabilir mi, diye kendi kendime sordum. Görüyordum ki insan, Arabistan’a ne sıfatla, hangi mecburiyetle giderse gitsin, orada biraz yaşadıktan sonra, o hava içinde eriyor ve dillerini öğreniyor. Hatta kendi ana dilini dahi Arap telaffuzu ile söylemeğe başlıyor. Hatta o diyarda uzun müddet kalmışların yüzlerini dahi Araplardan ayırt etmek ve fark etmek müşkül oluyor. Acaba bu sadece coğrafi ve iklimî bir tesirden mi ileri geliyor, yoksa halkın içindeki ateşli ruhun sirayetinden mi, bilemem.”12 Şam’da Cemal Paşa’ya raporu teslim ettikten sonra, çöle hareket ederler. Cemal Paşa’nın kayınvalidesi de onlarla beraberdir. Birüssebi’de kalacak, gündüzleri de çölü ve oradaki tesisleri dolaşacak, ardından Kudüs’e geçeceklerdir. Trenle yola çıktıkları günün akşamı Vadi-i Sarar’a varırlar. Gece Nasıra ve Celile’yi geride bırakıp ertesi akşam, bir tarafta susuz ve karanlık çöl, diğer tarafta elektrik ışıkları içindeki Birüssebi’ye gelirler. Onları “Sina Kumandanı Miralay Behçet” karşılar.
“Birüssebi’de plan dahilinde yapılmış askerî binalar gördük. Çölün ortasında bu modern tesis insana adeta bir serap hissi veriyordu. Kasabanın ortasında geniş ve temiz bir meydan vardı. Aynı yerde ortası havuzlu bir bahçeye bakan bir de misafirhane göze çarpıyordu. Biz oraya misafir olduk. İçi, çok güzel tanzim edilmişti. İçe ferahlık veren yeşillikler ortasında bayraklar sallanıyordu. Behçet bizimle yemek yiyordu. Birüssebi memurları, bilhassa doktorları, belki Türk ülkesinden uzun müddet uzak kaldıkları ve o yerlere pek az adam geldiği için pek memnun oldular, bize çok ikram ettiler.”13 Halide Edip, Birüssebi’deki ilk günün izlenimlerini bu cümlelerle anlatır. Ertesi günü, Miralay Behçet’in hazırladığı plana göre çevreyi gezerler. Deve sürüleri, bedeviler, inanılmaz bir intizamla yönetilen hastaneler, buralardaki Katolik Arap hastabakıcılar arasında Protestan Ermeni hemşire Anna’ya rastlarlar. “Mütekabil dökülen kanlardan dolayı iki tarafta biraz tabii olan gayzdan onda eser yoktu. Bu facianın içyüzünü onun kadar, olduğu gibi, bütün sebepleri ile gören Ermeni vatandaşa, o günlerde tesadüf imkanı yoktu. Hayatını bütün hastalara vakfetmiş, bütün insaniyeti içine almış güzel bir kalbi vardı. Istırabın ırk, cins, sınıf tanımadığını, eziyet çekenlere, düşmüşlere yardımın insana en büyük hazzı verdiğini tecrübe ile öğrenmişti.”14
Çöldeki faaliyetleri, Miralay Behçet’in eşliğinde görürler. Güzergah üzerindeki her istasyonda dururlar. Hepsinde küçük bir misafirhane, bir tamirhane, su ve yeşillik vardır. Issız yerlerdeki kum kümelerinin altında Kanal Seferinde ölen askerler yatmaktadırlar. Hafir’de Doktor Hasan Ferit’in Hilal-i Ahmer Hastanesi’nin beyaz çadırlar uzaktan göze çarpar. Bütün sıkıntılara rağmen, “hastanenin intizam ve temizliği” hayrete şayandır.15 Akşamüzeri yeşil bahçeli, havuzlu ve fıskiyeli Kuseyme’ye vardıklarında, o yerin şeyhi elinden tuttuğu küçük oğluyla misafirleri karşılar. Cemal Paşa’nın hediyesi koskocaman bir kılıç, şeyhin omzundadır. Hastaneye geldiklerinde ise, El-Ariş’ten yeni getirilmiş ağır yaralı grubuyla karşılaşırlar. Çölde geçirilen uzun günün akşamı Birüssebi’ye dönerler. Üç gün sonra, Cemal Paşa’nın yaveri Mülazım Arif’le Kudüs’e doğru otomobille yola çıkarlar.
Gecenin ilerleyen saatlerinde Kudüs’e varırlar ve “yarı dinî bir müessese, yarı otel vazifesini gören Augusta Victoria”a yerleşirler. Şam’a gitmeden önce Osmanlı Ordu karargahı buradaymış. Müessesenin başında Alman hemşire Matilda vardır. Osmanlı karargahının subayları, Matilda’ya hürmetli davranırlar. Cemal Paşa, Matilda’dan Halide Edip’e bahsederken, “Onu en karışık ve en büyük bir vilayetimize vali tayin etsek, emin olun ki az zamanda refah, sükun ve intizam yaratır.” diyerek över.16 Uzun yıllardır Kudüs’te yaşayan Matilda da Cemal Paşa devrinin intizamını hiç görmediğini söyler. Hazreti Ömer Camiini, Hazreti İsa’nın Beytüllahim’de doğduğu yerin üstüne yapılan kiliseyi17 ziyaret eden Halide Edip, Osmanlı idaresinin “kuvvet ve sükununu en fazla, Meryem Ana’ya ait olan bir kilisede” hisseder.
Halide Edip, Nakiye Hanım ve Hamdullah Suphi İstanbul’a hareket etmeden önce, Cemal Paşa onlara Ayin Tura Yetimhanesi’ni gezdirir. Cizvitlerin yaptığı taş binalardan oluşan yapı, daha önce bir kolej iken şimdi içinde Türk, Ermeni ve Kürt zayıf, mahzun, bakımsız 400 çocuğun barındığı bir yetimhanedir. “Hepsi kıtal, hicret ve harbin sokağa hatta beyabana saldığı kimsesiz çocuklar. Babalarının hatalarından şu veya bu sebepten dolayı mesul olmayan çocuklar.”18 Yetimhane üzerine Halide Edib ile Cemal Paşa arasında sert tartışmalar geçer. Halide Edip’in Ermeni çocukların, Türk veya Müslüman ismi taşımalarına itirazına Cemal Paşa şu izahı yapar. “Şam’da Ermeniler tarafından idare edilen yerde Cemal Paşa idaresinin yardım ettiği birtakım yetimhaneler vardı. Bunlar, yalnız Ermeni çocuklarını alırlardı. Hiçbirinde yeniden çocuk alacak yer kalmadığı gibi, yeni bir yetimhane açmak için de maddi imkan kalmamıştı. Ayin Tura, sadece Müslüman çocukları için olup, orada henüz yer vardı. Ermeni yetimhanesinin alamadığı kimsesiz, avare Ermeni çocuklarını Ayin Tura’ya alırken, onlara Türk veya Müslüman ismi vermek zaruri idi. Esasen din dersi verilmiyordu. Yani Ermeni çocuklarını zorla Müslüman yapmak gibi bir gaye yoktu.”19 Bu izahı, Halide Edip, din ve milliyete dokunulmazlık taassubunun, bazı çok kötü durumlarda ve hayati ihtiyaçlar karşısında kuvvetini kaybedeceğini, ancak sonraki yıllarda düşünür.
Eylül 1916 ortalarında İstanbul’a dönen Halide Edip, daha sonra Cemal Paşa’nın Ayin Tura Yetimhanesi’ndeki çocukların sayısının 800’e çıktığını, gerek Ayin Tura gerekse Lübnan ve Suriye’de, hazırladıkları plana göre okullar açma faaliyetini üstlenmesine dair teklifine hayır demez. Kasım ayı sonunda Lübnan, Şam ve Beyrut’taki üç okulda görev yapmak üzere, çoğu Halide Edip’in eski öğrencileri olan elliye yakın kadın ve birkaç erkek hoca İstanbul’dan yola çıkarlar. Halide Edip, Ayin Tura Yetimhanesi için bir müdür bulma, kendisi ise müfettiş sıfatıyla ilgilenmeyi kabul etmiştir. Hazırlanan plana kızlar için lise ve aynı zamanda bir öğretmen okulu Beyrut’ta açılacak ve Halide Edip de burada kalacaktır. Lübnan ve Şam’da ise iki yatılı ilkokul kurulacaktır.
Beyrut, Lübnan ve Şam valilerinin destekleri ve gelen ekibin olağanüstü gayretleriyle ocak ayında okullarda öğretim başlar. Lise ve öğretmen okulu, Nasıra’da açılır. Okulun açıldığı bina, vaktiyle yüksek bir teras üzerinde, üç köşeli, dinî fakat rahibelerin idaresinde, üst kesime mensup ailelerin kızlarının gittikleri bir kolejdir.20 Halide Edip, oradaki rahibelerin kalmalarında bir sakınca görmez. Okula kaydedilen Lübnanlı öğrencilerin hemen tamamı Hıristiyan, Beyrutlular karışık, Şam’dan gelenlerin de hepsi Müslümandır.
Yatakhaneler, dershaneler hazırlandıktan sonra Cemal Paşa, Beyrut Valisi Azmi Bey’le birlikte okulu gezmeye gelir. Her tarafı dolaştıktan sonra kiliseyi de görmek ister. Kilisenin okula açılan kapısı kapatıldığından rahibelerin dairesinin yanındaki kapıdan girilmektedir. Kilise resim ve heykellerle doludur. Cemal Paşa, çıkınca, resmî bir okulun yanında kilisenin bulunmasının uygun olmayacağını, burasının yatakhaneye çevrilmesi gerektiğini söyler. Halide Edip, bu fikre karşı çıkar. Kilisenin okulla bir ilgisinin bulunmadığını anlatır.21 Bu okulda aynı zamanda lisan, nakış ve dikiş öğreten ayrı serbest sınıflar açılır ve Arap kadınlar eğitilir.
Ayin Tura Yetimhanesi’ne giden hocaların ocak ayının ilk haftasında göreve başladıklarında karşılaştıkları manzara içler acısıdır. İnanılmaz bir sefalet, pislik her yere hakimdir ve düzen diye bir şey yoktur. 800 çocuğun 500’ü hastadır. Çocukların hemen hepsi hasta ve ayakta, artık insan yavrusu olmaktan çıkmış bir haldedirler. 4’üncü Ordu emrinde görev yapan Dr. Lütfü Kırdar’ın yardımlarıyla okulda sağlıklı bir ortamın oluşturulması için zorlu bir dönem geçirilir. Bu zor şartlara, İstanbul’dan gelen müdür manevi olarak fazla dayanamaz ve birkaç kişiyle beraber geri dönmek ister. Halide Edip de Dr. Lütfü Kırdar’a yetimhanenin müdürlüğünü teklif eder. Ordu Komutanlığı’nın onay vermesiyle Dr. Lütfü Kırdar işe başlar. Halide Edip, önce buranın yemekhanesine el atarak bir düzene sokar. Depolardaki malzemelerle, iş bilen personel vasıtasıyla küçük birer marangozhane, terzihane, ayakkabı atölyesi açarak yerli ustaların da yardımıyla çocuklar için yatak, ranza, ayakkabı yapımını başlatır. Her on çocuğun başına sorumlu bir abla görevlendirir. Onlar, bu çocukların yıkanmalarından, giyinmelerinden, derslere gitmelerinden sorumludurlar. İki ay sonra, bütün çocukların giyecekleri, kendilerinin dokuduğu kumaştan yapılmış, ayakkabıları bitirilmiştir. Yatakhanelerde temizlik ve intizam sağlanmıştır. Beş sınıfa göre hazırlanan eğitim programının uygulanmasına da başlanmıştır.22
Yetimhanede kalan Türk, Ermeni ve Kürt çocuklara dair Halide Edip’in anlattıkları, harbin etkilerini göstermesi bakımından dikkat çekicidir. “Bilhassa Kürt ve Ermeni çocukları arasındaki birbirlerinin boğazına atılan husumet ve geçimsizliğe” dair yaşadığı şu olayı anlatır: “İlk günlerde -şimdi örücülükte en ileri olan- iki Kürt çocuk, başları beyaz sargı ile bana gelmişler ve –Biz Şam’a gitmek istiyoruz, demişlerdi. –Niçin gitmek istiyorsunuz? –Ermenileri öldüreceğiz. –Niçin öldüreceksiniz? –Anamızı, babamızı Ermeniler öldürdü. Buradaki Ermeni çocuklar, bize her gün dayak atıyorlar. –Babanızı, ananızı öldürenler, buradaki çocuklar değildi. Hem onların anasını, babasını da başkaları öldürmüş. Şimdi bana başınızın nasıl yaralandığını söyleyiniz. Söylemediler. Hastaneye gönderdim.”23
1917 yılı ortalarında İstanbul’a dönen Halide Edip, eylül ayında yeniden Şam’a gelir. Açtıkları okullarda ikinci yıl eğitimi başlamıştır. Ayin Tura’daki yetimlerin sayısı ise 2100’ü bulmuştur. Dr. Lütfü Kırdar’ın olağanüstü gayretleri ile burada her şey iyiye gitmiştir. Bu arada Beyrut Valisi Azmi Bey, Beyrut ve Lübnan sokaklarından toplattığı kimsesiz 700 Arap çocuğa bir yetimhane kurmuştur. Lübnan Mutasarrıfı Ali Münif Bey de sokak çocukları ve kimsesizler için aşhaneler açmıştır.24 Halide Edip, bu faaliyetleri sırasında Arapların arasında Hıristiyan ve Müslüman ayırımı yapmanın, bizim değil Batılı devletlerin işine geldiği kanaatine varır.25
1917 yılı Kasım ayında cephede başlayan bozukluk, cephe gerisinde etkisini süratle hissettirir. Ayin Tura’da bulunan Halide Edip, Şam’daki okulun başında olan hocadan kendisinin hemen Şam’a gelmesini isteyen “epeyce endişeli bir mektup” alır. Hemen yola çıkar. Rayak’a vardığında, Cemal Paşa’nın ailesinin bir gün önce hareket ettiğini, kendisinin de ertesi gün gideceğini, yerine Alman General Falkenhayn’ın geleceğine dair haberleri duyar. Buradan bir cephane vagonunda Şam’a varır. Okuldaki hocalarla konuştuktan sonra Cemal Paşa’yı görmek üzere karargâha gider. Cemal Paşa, “İstanbul’daki arkadaşlarıyla geçen bazı meselelerden dolayı oldukça müteessir görünüyordu. Kendisi, geri çağrılmıştı ve gitmesinin, tesis ettiği teşkilatın ve intizamın bozulacağından endişe ediyordu. Haklı idi, fakat harp günlerinde sükûnu muhafaza etmek ve emre itaat etmek mecburiyetinde idi. Giderken İstanbul’dan gelen bütün hoca heyetini beraber götürmeyi teklif ediyordu, çünkü bir anarşi ihtimali vardı.”26
Halide Edip, hükümet okulları resmen kapatıncaya kadar görevi sürdürmenin namus borcu olduğunu söyleyerek bu teklife teşekkür eder. Okulun hocaları da aynı düşüncede olduklarını ertesi günkü toplantıda Halide Edip’e söylerler. Halide Edip, Ayin Tura’ya geri döner. Mart ayında da okullar tatil edilir. Ayin Tura Yetimhanesi’nin dört aylık malzemesi, Zahle’deki ordu levazım şubesinden karşılanır.27
Ayin Tura Yetimhanesi’ndeki çocukların aileleri gelip kimliklerini bildirdikleri takdirde, çocuklarını alabileceklerini ilan eden Halide Edip’in çağrısına uyan bir hayli Ermeni kadın gelip çocuklarını alırlar. Beyrut ve Lübnan’da çok az sayıda Türk ve Kürt olmasından dolayı kimse gelmez. Okulların kapanmasının ardından, Halide Edip, hocalarla birlikte İstanbul’a dönerken Dr. Lütfü Kırdar ve bir hayli hoca Ayin Tura’yı terk etmezler. Kalanların arasında kardeşi tarih hocası Belkıs Edip de vardır. Ayrılmadan önce burayı Beyrut’ta askeri harekât başladığında, Dr. Bliss ile damadı Mr. Dodge’dan Kızılhaç’ın himayesine almalarını rica eder. Aynı zamanda buradaki Ermeni çocuklarını Kızılay’a (Hilal-i Ahmer’e) teslim etmelerini istirham eder. Onlar da sözlerinde dururlar.
Halide Edip, Cemal Paşa’nın bölgeden ayrılmasından çok sonra, 4 Mart 1918’de “Lübnan ve Arap Diyarı”ndan ayrılışını şu sözlerle anlatır: “Cemal Paşa’nın yerine gelen “Küçük (Mersinli) Cemal Paşa’nın gösterdiği nezaket ve yardım ile, Ayin Tura müstesna, diğer mekteplerimizin hocaları ile hareket ederken, samimi vedalar arasında biraz da gözyaşları karıştı.”28
NOTLAR
[1] Milliyet, 6 Nisan, 1955, 7.
2 Milliyet, 11 Nisan, 1955, 7.
3 Aliye Divan-ı Harb-i Örfîsinde Rü’yet Olunan Mesele-i Siyasiye (İstanbul: Tanin Matbaası, 1332).
4 “Lübnan ve Arap Diyarı: Cemal Paşa ve Arap Diyarı”, Yeni İstanbul, 20 Nisan, 1955, 5.
5 “Lübnan ve Arap Diyarı: Cemal Paşa ve Arap Diyarı”, Yeni İstanbul, 20 Nisan, 1955, 5.
6 “Suriye Mektepleri, Halide Edib Hanımefendi ile Mülakat”, Servet-i Fünun, 14 Haziran, 1333, 444.
7 “Lübnan ve Arap Diyarı: Harpte Anadolu Kadını”, Yeni İstanbul, 21 Nisan, 1955, 5.
8 “Lübnan ve Arap Diyarı: Suriye’de Arap Milliyetçiliği”, Yeni İstanbul, 22 Nisan, 1955, 5.
9 “Suriye Mektepleri, Halide Edib Hanımefendi ile Mülakat”, Servet-i Fünun, 14 Haziran, 1333, 445.
[1]0 “Lübnan ve Arap Diyarı: Suriye’de Arap Milliyetçiliği”, Yeni İstanbul, 22 Nisan, 1955, 5.
[1]1 “Suriye Mektepleri, Halide Edib Hanımefendi İie Mülakat”, Servet-i Fünun, 14 Haziran, 1333, 445-46.
[1]2 “Lübnan ve Arap Diyarı: Arap Kasabalarının Hususiyeti”, Yeni İstanbul, 23 Nisan, 1955, 5.
[1]3 “Lübnan ve Arap Diyarı: Dikkati Çeken Bir Hemşire”, Yeni İstanbul, 24 Nisan, 1955, 5.
[1]4 “Lübnan ve Arap Diyarı: Dikkati Çeken Bir Hemşire”, Yeni İstanbul, 24 Nisan, 1955, 5.
[1]5 “Lübnan ve Arap Diyarı: Dikkati Çeken Bir Hemşire”, Yeni İstanbul, 25 Nisan, 1955, 5.
16 “Lübnan ve Arap Diyarı: Gece Vakti Kudüs’e Girdik”, Yeni İstanbul, 26 Nisan, 1955, 5.
[1]7 “Lübnan ve Arap Diyarı: İnsanların İşkenceli Ölüm Karşısında Duydukları Haz”, Yeni İstanbul, 27 Nisan, 1955, 5.
[1]8 “Lübnan ve Arap Diyarı: Cemal Paşa İle Bir Münakaşa”, Yeni İstanbul, 28 Nisan, 1955, 5.
[1]9 “Lübnan ve Arap Diyarı: Cemal Paşa İle Bir Münakaşa”, Yeni İstanbul, 28 Nisan, 1955, 5.
20 “Lübnan ve Arap Diyarı: Beyrut’ta Rahibeler Grubu”, Yeni İstanbul, 29 Nisan, 1955, 5.
21 “Lübnan ve Arap Diyarı: Beyrut’ta Rahibeler Grubu”, Yeni İstanbul, 29 Nisan, 1955, 5; “Lübnan ve Arap Diyarı: Cemal Paşa, Mektep, Kilise”, Yeni İstanbul, 30 Nisan, 1955, 5.
22 “Lübnan ve Arap Diyarı: Kuvvetlilerle Zayıfların Hayattaki Mücadelesi”, Yeni İstanbul, 2 Mayıs, 1955, 5.
23 “Lübnan ve Arap Diyarı: İki Ay Süren Öldürücü Çalışmalar”, Yeni İstanbul, 3 Mayıs, 1955, 5.
24 “Lübnan ve Arap Diyarı: Ailenin Yerini Tutacak Şey”, Yeni İstanbul, 4 Mayıs, 1955, 5.
25 “Lübnan ve Arap Diyarı: Leyla Hastalığı”, Yeni İstanbul, 5 Mayıs, 1955, 5.
26 “Lübnan ve Arap Diyarı: Uykusuz Geçen Geceler”, Yeni İstanbul, 6 Mayıs, 1955, 5.
27 “Lübnan ve Arap Diyarı: Kimsesiz Çocuğun Hüznü”, Yeni İstanbul, 7 Mayıs, 1955, 5.
28 “Lübnan ve Arap Diyarı: Erzurum’dan Gelen ve Oğlunu Yetimhanede Bulan Baba”, Yeni İstanbul, 8 Mayıs 1955, 5.