16. yüzyılın, Osmanlıların en zengin döneminin şeyhülislamı Ebussuud hakkında bugün “Alevi düşmanı” ya da “maslahatçı” gibi, farklı siyasi çevrelerden gelen ve görünüşte farklı noktalara temas eden, aslında aynı düşünsel merkezce idare edilen ve tarihsel gerçeklere ancak teğet geçebilen eleştiriler, daha doğrusu saldırılar yapılıyor. Bu saldırıların düşünsel merkezi, halk veya sivil toplumla heterodoksiyi özdeş gören ve iliklerine kadar Batıya ait tarih-antropolojidir. Fuat Köprülü, bunu ilk defa uluslaşma adına tekke edebiyatını divan edebiyatına üstün çıkarmaya çalışırken kullanmıştı. Köprülü şunun farkındaydı ama: Bu fikir, Protestan Reformuna, dinî konuların kiliseden çıkarılarak halkın arasına karıştırılmasına, yani 16. yüzyıl Avrupa’sına (Luther ve Calvin Avrupa’sına; Baltık Denizi’nin kuzey ve güneyindeki topraklara) kadar geri gider. Köprülü, Ahmet Yesevi ve Yunus Emre’yi reformist olarak görüyordu; böylece Meşrutiyet döneminin dinde reformu savunan kültür milliyetçiliğine teorik ve tarihsel zemin yaratmaya çalışıyordu. Kemalizmin Reform yerine daha modern olan Aydınlanmayı tercihi, Köprülü ve emekçisi olduğu kültür milliyetçiliğini siyasetin dışına attı. Köprülü’den heterodoksi aşkı kaldı yadigar. Kültür milliyetçileri, liberaller, Alevistler ve radikal İslamcı İrancılar bunu dolaylı biçimde, Köprülü’den değil ama havadan kapıverdiler. Amerikalı ve Alman kültür uzmanlarının desteğinde gelişen bu karmaşık ve tutarsız yaklaşımın hedeflerinden biri de Devlet-i Aliyye’nin şeyhülislamlarından Ebussuud Efendi oldu. Ebussuud atına atlayıp Kızılbaş kesmiş ya da ortada hiç de öyle bir şey yokken katli vaciptir demiş; dahası İslam hukukçuları merasimin dışındayken el etek öpüp saraya kapılanmış değil aslında. Emevi, Abbasi ve Selçuklu örneklerinden esinlenmekle birlikte kendi zaman ve mekanının getirdiği şartlarda yoğrulmuş bir devletin içinde yetişmiş, o devlet ve toplumun meselelerine İslam hukuku yoluyla cevap üretmeye çalışmış bir adam Ebussuud. Rafızilere karşı mücadele yolunda verdiği fetva yüzlerce yıldır vardı zaten; özgün değildi. Özgün olan, bu mücadelede itidale vurgu yapan fetvalar vermiş olmasıdır. Safeviler ve Safevilere bağlı Anadolu Rafızilerine karşı mücadelede, Ebussud, siyasi çerçevenin dışına çıkmamada, yani siyasi isyanı bahane ederek halka zulmetmemede ısrarcıdır. Fetvaralarında genel tutumu da budur: Esas ilkeleri tekrar, itidalede çağrı. Bu açıdan da Selçuklu veziri Nizamülmülk’ü andırır. Düzen yani barış ancak büyük bir gücün mümkün olan en geniş coğrafyaya hükmetmesiyle mümkün olabilecektir. Fatih’in hem veziri hem şeyhülislamı konumundaki Çandarlı Halil Paşa ne kadar “haddimizi bilelim” taraftarıysa Ebussuud ve çağdaşı vezirler de o kadar emperyal bir bakış açısına sahiplerdi. Ebussuud’un ayni vakıfların yanında para vakıflarına müsaade etmesi de yine bu nedenledir. Olacak olan zaten olmakta idi. Zenginlik merkezde çok fazla birikmişti, devleti idare edenlerden menkul değerlerini gayri menkule çevirip vakfetmelerini istemek pratik değildi ve bu para bir şekilde kullanılacaktı. Ebussuud’un bu durumda yaptığı maslahat zaten vuku bulmakta olana hukuken usul bulmaktı ki bu tavır (tartışmaya açık olmakla birlikte) Hanefi fıkhının ruhunda mündemiç bir tavırdır. Anlattığımız klasik atmosferde Ebussuud, ikilemleri (para vakıflarından tut Hafız’ın şiirindeki aşırılıklara kadar) bir yandan maslahatla yumuşatmaya çalışırken diğer yandan da Osmanlı bürokratik düzenini İslamileştirme yolunda adımlar atmıştır. Fatih’ten Kanuni’ye maddi refah hızla artıp dünyevileşme yayılırken Ebussuud gibi hukukçular eliyle İslami bir yönelim süreci de inşa ediliyordu. Mecmua-i Fetava, Osmanlıların hem devlet hem halk olarak artık en sınırlı siyasi meseleden en yaygın günlük ilişkiye kadar her şeye İslam hukuk düşüncesi çerçevesinden baktıklarını gösteren pratik bir tarih vesikasıdır. Protestan Reformunda köklerini bulan heterodoksi düşüncesiyle 16. yüzyıl Osmanlı-İslam hukuk pratiği arasında durup birincinin tarafını tutarak Ebussuud’a sallamak en hafif tabirle tarihi bugünün ideolojik ihtiyaçları için saptırmaktır.