“Gömelim gel seni tarihe, desem, sığmazsın…” Mehmet Akif Ersoy
Mehmet Akif Ersoy, Kasım 1873’te (güneş Akrep burcundayken) İstanbul Fatih’te dünyaya geldi. Babası Fatih medresesi müderrislerinden Tahir Efendi (1826-1888), annesi ise Emine Şerife Hanım’dır (1836-1926). Emir Buhari Mahalle Mektebi, Fatih İbtidaisi (ilkokul), Fatih Merkez Rüştiyesi (ortaokul), Mülkiye İdadisi (Lise) ve Baytar Mektebini (Veterinerlik Fakültesi) bitirdi: 1893. Akif’in resmi eğitimi ikincildir. Babasından Arapça ve İslami bilgiler, Esad Dede’nin Farsça ve İran klasikleri okumuş olması, Ahmet Naim Bey ve Şevket Bey gibi arkadaşlarıyla dinî ve edebi Arapça metinler okunması ile kendi kendine Fransızca öğrenmiş ve yine arkadaşlarıyla Fransız edebiyatı ve Fransızca vasıtasıyla Batı edebiyatı, Batı düşüncesi okuması daha önemli görünmektedir. 35 yıl arkadaşlık ettiği Mithad Cemal’in tanıklığına bakılırsa, az sayıda eseri iyice sindirecek ve neredeyse ezbere bilecek derecede yoğunlukla okumuştur. Okuduğu ilk manzum eserin Fuzuli’nin Leyla ile Mecnun mesnevisi olduğunu biliyoruz. Arapça, Farsça ve Fransızca sayesinde de İslamın ve Batının büyük/epik eserlerini okumuştur. Damadı Ömer Rıza Doğrul, Akif’in Lord Byron’ın Childe Harold destanını okuduğundan söz etmektedir.
1893’te okulu bitirip veterinerlik müfettişi olarak çalışmaya başlayan Akif, aynı yılın son günlerinde Hazine-i Fünun adlı bir dergide bir gazelini yayımlamıştır. Bu onun bilinen ilk matbu eseridir. Genç veteriner Akif, 1898 yılına kadar Osmanlı toprağının değişik yerlerini müfettiş olarak dolaşmıştır.
Mehmet Akif 1898’de, 25 yaşındayken kendisinden beş yaş küçük İsmet Hanımla evlendi. Karısı, Tophane-i Amire veznedarlarından Mehmet Emin Bey’in kızıdır. Akif’in İsmet Hanımla evliliğinden ilk üçü kız olmak üzere altı çocuğu oldu: Cemile, Feride, Suad, İbrahim Naim, Emin, Tahir. İbrahim Naim, 1,5 yaşındayken ölmüştür. Diğer iki oğlu uzun ömürlü olsalar da ölümleri daha az hazin olmamıştır. Muhalif bir şairin oğlu olmanın bedelini Emin de Tahir de acı bir şekilde ödemişler ve yokluk içinde yaşamış, yalnız ölmüşlerdir. Özellikle Emin Bey’in ölümü yürek sızlatacak mahiyettedir.
Akif, 1907’de Türkçe öğretmenliğine geçti; 1908’de ise Veterinerlik Dairesi Müdür Yardımcısı oldu. Aynı yıl Meşrutiyetin ilan edilmesiyle meşru ve kanuni hale gelen İttihad ve Terakki Cemiyeti üyeliğini şartla kabul etti. Şartı, üyelik yeminindeki “Cemiyet’in bütün emirlerine bila kayd ü şart itaat” ibaresinin değiştirilmesiydi. Akif için yemin değiştirildi ve Akif İttihad ve Terakki Cemiyetine üye oldu.
Meşrutiyetin ilanıyla siyasi yayım faaliyetlerinin kapısı açılınca İslamcı okumuşlar, Ebulula Merdin ve Eşref Edip’in Sıratımüstakim dergisinde bir araya geldiler. Akif derginin başyazarıydı. Dergi daha sonra, 1912 yılında Mardin’in ayrılmasıyla Eşref Edip’e kaldı ve ismi de Sebilürreşat olarak değiştirildi. Sıratımüstakim/Sebilürreşat’la Mehmet Akif ilişkisi 1908’den derginin kapatıldığı 1925 yılına kadar gün be gün sürmüş, Akif’in şiirlerinin kitlelerle buluşmasına araç olmuştur. Akif de derginin politik yürüyüşünün liderliğini yürütmüştür.
Akif’in hem İttihad ve Terakki üyesi olup hem de İslamcılığı o dönemdeki mümessili sayılabilecek bir derginin başında olması biraz tuhaf görünebilir. Bunun altında iki açıklayıcı unsur vardır. Birincisi, Sultan Hamid dönemindeki şartların bütün okumuş kesimleri sağcısından İslamcısına, liberalinden sosyalistine kadar bir anlığına bile olsa İttihad ve Terakki’de buluşturmuş olmasıdır. İkincisi, İslamcılığın parti teşkiline ne teorik ne de pratik olarak o yıllarda hazır olmamasıdır. Ki, İttihad ve Terakki’nin izlediği pragmatik yöntemlerle (bir tür merkez sağ ya da merkez sol hükümet tarzında) kitleleri ve okumuşları etrafında birleştirilmesi sadece ilk dakikalara ait bir durumdur ve Cemiyet de Memleket de acıklı, kanlı ve hazin bir şekilde parçalanmıştır. Son dakikada, hatta tabiri caizse 90+3’te ortaya çıkan ve yapılanışı itibariyle cemiyetten çok daha anlık kararlara ve birleşmelere bağlı olan ve hem iç hem de dış politikada çok daha pragmatik davranan Kuvayi Milliye hareketi ve Akif’in hiç vakit kaybetmeden ve hiç kuşku duymadan hareketin saflarına katılması, Sebilürreşat’ın klişelerini (baskı kalıplarını) alarak o günkü deyişle “Anadolu’ya geçmesi”, Akif’in siyasi ve şairane tutumu, İslamcılığın pozisyonu, Türkiye’de siyasi iktidarın yapılanışı vesair konularda ilginç fikirler uyandırabilecek bir vakıadır. Akif partici değildir, ama memleketçidir. İktidar meraklısı hiç değildir, fakat inançlarına ve ilkelerine uygun bulduğu takdirde iktidara hizmet etmekten de iktidarın en sert eleştirmeni olmaktan da çekinmeyen bir mizaç ve tutuma sahiptir. (“Harp içinde bir gün, dergide oturmuş bir arkadaşı ile evden getirdiği kuru fasulyeyi yemekte olan Akif’e, ‘dahiliye nezaretinden’ gelen bir vazifeli: ‘Nazırın selam ettiğini ve yazılarında o kadar ileri gitmemesini rica ettiğini’ söyleyince şu cevabı almıştı: ‘Nazırına söyle, kendilerini düzeltsinler! Bu gidiş devam ettikçe bizi susturamazlar. Ben fasulye aşı yemeye razı olduktan sonra kimseden korkmam!’ Bu cevabın, İttihad erkânı tarafından Büyükada’da verilen ziyafetlere, hücumbotla İstanbul’dan dondurma getirildiği bir zamana rastladığını unutmamak lazımdır.” – Ertuğrul Dizdağ, Safahat, “Giriş”)
Akif’in Meşrutiyet, Birinci Dünya Savaşı, Mütareke, Kurtuluş Savaşı, ilk Cumhuriyet yılları gibi ölümüne kadar geçen sürenin heyecanlı dönemleri boyunca takındığı sağduyulu fakat muhafazakarlıktan, pragmatizmden, benmerkezcilikten, mevki makam peşinde olmaktan uzak tavırları tek tek gözden geçirilse gerektir. Bunlardan biri, Akif’in aydınlar arasındaki yerini çok iyi özetliyor: Meşrutiyet’ten sonra Ziya Gökalp’in çıkardığı milliyet-medeniyet tartışmasını Akif zaten yaralı olan kamuoyunun daha da karışmasına yol açacak zararlı bir tartışma olarak görüyordu. Bunun için tartışma taraflarının büyük bir salonda bir araya gelerek bir karara varmaları ve sonucun kaydedilmesi gibi bir öneriyle Ziya Gökalp’e mektup yazdı. Gökalp de bu mektuba cevap vermeyerek kariyerizminin ilk örneklerinden birini ortaya koymuştur bize kalırsa. Çünkü Akif’in önerisi gerçekleşseydi, hem Gökalp istiğnasını koruyarak sonraki ikbaline kavuşamayacaktı hem de İslamcılık zaten 3-0 önde başladığı millet-medeniyet tartışmasının galibi olduğunu daha o dönemde tescil ettirmiş olacaktı. Ki Akif’in kendisini ve arkadaşlarını Gökalp’le barıştırmaya, anlaştırmaya (?) çalışan Talat Paşa’ya verdiği cevap Gökalp gibi adamlarla Akif’in ve arkadaşlarının farkını açıkça ortaya koyuyor. “Sen bizi bunun için mi çağırdın? Anlaşmak ne demektir? Bizim şahsi bir emelimiz, bir gayemiz mi var? Bizi simsar mı zannettin? Teessüf ederim.”
Balkan Harbinden başlamak üzere Türkiye’nin içine düştüğü acıklı durumun perde ve sahnelerini eseriyle karşılayan, yıkımlar karşısında İslamlık ve Türklüğün sesi olan Akif, Büyük Millet Meclisi’nin Ankara’da açılması üzerine artık Ankara’dadır, şahsi bir gayesi emeli olmaksızın Meclis’te mebustur. Millî Mücadele’ye bütün varlığıyla katılan Akif, 12 Mart 1921 tarihli Meclis oturumunda heyecanlı bir oylamanın ardından resmen kabul edilen İstiklal Marşı’yla eserini halelendirmiştir. Safahat’a almayarak şairliğinin belki de en sıkı jestini yapmasına vesile olan İstiklal Marşının ortaya çıkması ve remen kabulüyle ilgili olarak Hasan Basri Çantay’ın Akifname’sinde okuyucuya aynı heyecanı bir kere daha yaşatabilecek bilgiler mevcuttur.
Millî Mücadele’nin bağımsızlık anlaşmaları ve Cumhuriyetin ilanıyla başarıya kavuşmasının ardından Akif daha sonra Kemalizmle gerilimli bir ilişkinin içine girdi. Ali Şükrü Bey cinayetiyle, yani mecliste muhalif kanadın liderinin iktidar kanadı tarafından öldürtülmesiyle (Mart 1923) Akif Meclis’ten soğudu. Mayısta ailesiyle birlikte İstanbul’a döndü. Gelgitli iki yıllık bir süreçten sonra 1925 güzünde Mısır’a, dostu Abbas Halim Paşanın yanına gitti ve 1936’ya kadar da dönmedi. Yine en yakın arkadaşlarından Mithad Cemal’e göre, ki bu tanıklık olmasa da tahmin etmek güç değildir, büyük bir şair yurtdışında değil Türkiye’de, İstanbul’da ölmek için geri dönmüştür.
Ağır hastalıkla geçirdiği ayların sonunda, 27 Aralık 1936 pazar günü akşam sekize çeyrek kala, Türk şiirinin ve düşüncesinin büyük ceht sahibi erlerinden Mehmet Akif, şimdi Taksim İstiklal Caddesi’nde olan Mısır Apartmanı’nda hayata gözlerini yumdu. Cenazesine devlet hiç ilgi göstermediği için sessizce defnedilecekken Beyazıt Camii’ndeki namazın ardından üniversite gençliğinin organize ettiği kalabalık bir toplulukla Edirnekapı Şehitliği karşısındaki mezarlıkta büyük dostlarından, Sahihi Buhari mütercimi Ahmet Naim Bey’in yanına gömülmüştür. Şairin 1960’da yol inşaatı sebebiyle Şehitliğe aktarılan mezarı 1986’de ölümünün 50. yılı münasebetiyle devlet tarafından yeniden yaptırılmıştır. Akif’in mezarının iki yanında bugün Süleyman Nafiz ve Ahmet Naim beylerin mezarları bulunmaktadır. Allah cümlesine gani gani rahmet etsin. Amin.
Mehmet Akif’i nasıl okumalı?
Mehmet Akif’in, Namık Kemal’den günümüze kadar geçen şiirsel sürenin en büyük şairlerinden biri olduğu bilgisi niçin üstü örtülmüş, çarpıtılmış bir bilgidir; bunu anlamaya çalışacağız bu okuma kılavuzunda. Mehmet Akif modern dönemin en büyük şairlerinden biridir. Meşrutiyet kuşağının en iyi şairdir. Modern epik şiirimizin zirvelerinden biridir. İslam ve Batı hakkındaki kanaatleri, bilgisi, azmi, diyalogculuğu ve güvenilirliğiyle her kesimden ve her dönemden insanın hayranlık ve saygısını kazanmış; şahsiyetiyle şiirini taçlandırmıştır; şiir-şair tamlığı, birliği, tutarlılık ve samimiyeti konusunda modern zamanların Fuzuli’si dense bunu hak edecek kadar yüksek bir kişiliktir. Şiirinin kendi içinde yürüyüşü ve gelişimi bakımından da eserin sonuna ve sonucuna erdirebilmiş ender bir şairimizdir. Gerçekçi, ahlakçı, demokrat şairlerimizin belki de en önemlisidir. Ne var ki bu büyük kişilik ve kariyerin üstünde bir hale değil gölge var bugün. Türk şiiri ve Türk düşüncesi bu gölgeyi kaldırıp Akif’in mert, bilge ve dahiyane simasını hakkıyla aydınlatmadığı sürece kendisinin idrakine bile tam varmış sayılamaz. Bu büyük, hüzünlü ve sinirleri mutlaka gerecek görevi başaramamış bir şiir ve düşünce kendi açık, aydınlık ve ahlaki geleceğini kuramaz. Büyük Türk şiiri ve düşüncesi yolunda yürümek isteyen herkes Mehmet Akif’in sanat ve şahsiyetini bilmek, bununla ilgili genel kanıların yeniden oluşmasına hizmet etmek ve kendi özel kanılarını oluşturmak mecburiyetindedir. Aksi kaale bile alınmaz.
Akif’in büyüklüğünün en önemli sebebi çağına verdiği karşılık, çağının da ona verdiği karşılıktır. Bu yanıyla hem 1840’larda başlayan toplumcu, modern, gerçekçi hareketin içinde yetişen ve hareketin en önemli dehalarından biri haline gelen ve aynı zamanda da çıktığı yılların, şiirini yazdığı ve yayımladığı zamanların ruhunu şiirinde en fazla bulabileceğimiz; Hüseyin Cöntürk’ün “çağının şairi” unvanını rahatlıkla verebileceğimiz bir şairdir Mahmet Akif. (Tabii Cöntürk bunu kabul etmeyecektir, ustası Ataç gibi o da Akif’in “gericiliği” üstünde duracaktır, bu da Cöntürk düşüncesinin açmazlarından biridir, fire vermeye başladığı yerdir. Ki Sezai Karakoç şiiri konusunda da o fireyi bir tür kinik konformizm içine girerek vermiştir Cöntürk.)
Çağdaşlarının Akif hakkındaki tutum ve görüşlerine baktığımızda vaktinde izlenmiş, anlaşılmış, sayılmış bir şairle karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Hamid’den Fikret’e, Recaizade’den Cenab’a, Ali Ekrem ve Süleyman Nazif’ten Mehmet Emin’e, daha genç yaştaki Mithad Cemal ve Faruk Nafiz’e kadar Türk şiirinin o zamanki sahipleri nezdinde Akif adı daha şairin ilk eseriyle birlikte önem kazanmıştır. Akif yaşarken hakkında bir kitap yazan Süleyman Nazif, kendisini Akif’e tanıttığı için kitabını Meithad Cemal’e ithaf ederken, “Mehmet Akif’i ben nasıl olsa tanıtacak ve elbette sevecektim. Fakat onun beni tanıması müşkil idi,” demektedir. Akif’e itirazı olanlar bile eften püften gerekçeler öne sürmüş, şu da olmasa, bunu da yazmasa bizim için daha büyük olacaktı filan gibi çok da akıllıca sayılmayacak mızmız rezervlerini dile getirmişlerdir. Akif şiir yayımlamaya geç başlayan, ama daha başlar başlamaz da şiir meclisindeki yerini alan bir şairdir kısacası.
Fikret’le Akif’in meşhur kavgası şiir konusunda değil, şiir aracılığıyla yürütülmüş bir kavgadır. Şiirin o dönem için ne büyük önemi olduğunu anlatan bir kavga, Şiirin sadece bir zavk, keyif meselesi olmadığını daha iyi anlatacak pek az şey vardır şiir tarihimizde. Kavgaları, iki farklı şair mizacının kavgası olduğu kadar iki dünya görüşünün de kavgasıdır. Bu kavgada artık bizler taraf değiliz. Bize düşen en önce birbirlerine bu kadar yüklenen, birbirlerini bu kadar hor gören iki şairin birbirlerini şiirsel olarak nasıl kabul edebildiklerini anlamaktır. Şiirin kuralının siyasi kamplara ya da küçük muhitlerin kaprislerine bağlı olmadığının bu kavga üzerinden görebilmektir. Bunu görebilir ve daha çok insana gösterebilir, şiir üzerinden kurulan ilişkileri bu seviyeye zorlayabilirsek bu iki, Cemil Meriç’in deyişiyle “düşman kardeş” şairin bir yerde bizler için giriştikleri kavganın mağlupları değil ama galipleri olmuş oluruz. Akif’i Fikret’e karşı tutmak çok kolay. Fikret’i Akif’e karşı tutmanın da çekici bir tarafı olabilir. Ama bu kavgadaki karşılıklı kabulleri ve poetik diyalogu yakalayabilirsek görevimizi yerine getirmiş sayılırız. Gerisi zaaf ve kolaycılıktır.
“Türk şiirinin erkek sesi”.. Çıraklarından Orhan Seyfi’nin bu tespitini Akif fazlasıyla hakketmiştir. Safahat‘ın 1. kitabındaki demokrat ve halkçı şiirlerden başlamak üzere, şair o zamanki şiir ortamının bu tür şiire yönelik üç önemli beklentisini doyurmuş olarak çıkar okuyucunun huzuruna.
1) Nazmı, vezni pürüzsüzdür. Söyleyişi ikna edicidir, kafiyeleri şaşırtıcıdır, sözdizimsel başarısı tartışma götürmez. Mesleki yeteneğini ispat etmiş olarak yola çıkmıştır. Akif, şiir zanaatının en önemli ustalarından biridir.
2) Dili ve söyleyişi incelikli ve zekice bir sadeliğe sahiptir. Günlük konuşma dilinden bir şiir yaratmıştır. Ki bu da modern şiirin en önemli amaçlarından biridir.
3) Toplum sorunlarını onun kadar tutarlı ve bütünlüklü işleyen bir şair ne önceki ne sonraki dönemlerde ortaya çıkabilmiştir.
Buraya kadar her şey nispeten yolundadır. Akif, Fikret’in ölümü ve Hamid’in önemini kaybetmesi üzerine Türk şiirinin yaşayan en büyük şairi haline gelmiş, Türk şiirinin siyaset dönemi diyebileceğimiz dönemin getirdikleriyle de birlikte zirveye yerleşmiştir. Ne var ki, yeni rejim karşısında takındığı sessiz fakat uzlaşmaz tavır ve Mısır’a çekilmesi şiir ortamında da Akif muhalif ve muarızlarına gün doğmasına sebep olmuştur. Bunlar poetik olarak Akif’in politikasının tam zıddı denecek tarzda iki katlı, hadi niye lafımızı sakınalım iki anlamlı, iki zihinli, iki yüzlü tutumlardır. Akif, Millî Mücadele’ye bile bilfiil katılmış, şiirinin hakikatini ve samimiyetini ortaya koymuş; fakat Millî Mücadele’nin sonuçlarından son derece olumsuz etkilenmiş ve yine ilkeli davranarak sessiz ve kendine acımasız bir şekilde gönüllü sürgüne gitmiştir. Karşı tarafsa Milli Mücadeleye katılmamaları bir tarafa, bazılarının durumunda Mütareke döneminde bir milli mücadelenin hiç mümkün olup olmadığını bile sorgulamamış, bir yerde Manda veya benzeri bir işgal gelirse işgalci yönetimle uzlaşmanın da yönetimini kurcalamış insanlardır. Ne hazin bir vaziyettir ki bu mücadele dışı veya karşıtı insanlar Millî Mücadele kazanılıp nimetlerinden yararlanma konusunda büyük ikramiye kazanmıştır.
Yine de öteki kanadın, yani epik şiire karşı “boğuntu” (melal) şiiri tarafının iktidarın her türlü nimetlerinden (diplomatik, parlamenter kariyer imkanları dahil) yararlanması da şiirsel iktidara oturmalarını hemen sağlamamıştır. 1920’li 30’lu yılların hece şiirleri özel bir dikkatle okunursa Akif nazmının hâlâ çok etkin olduğu görülür. Akif’in sultan-ı şuara olduğu gerçeği ancak ölümüyle patlak veren tartışmalarla resmen gözden düşürülebilmiştir. Nurullah Ataç’la Kemalettin Kâmi’nin Akif’in ölümünden sadece 5 hafta sonra Akşam ve Anadolu gazeteleri aracılığıyla yürüttükleri Kerim Sadi’ye, Sadri Ertem’den Nihal Atsız’a kadar verdikleri birbirinden tutarsız, bilgisizce ve çoğunlukla haksızlık etme azmini, yani reddi mirasçılığı elden bırakmayan cevaplar durumu olanca çıplaklığıyla gösterir. Bütün bu acayiplikler Türk tarihini sanatı ve şiiri de içinde olmak üzere 1923’ten başlatma merakının ürünlerindendir. Acımasızlıkla ödüllendirilir. Gerek melal şiirinin beyleri gerekse yeni ideolojilerin güdümündeki şiir anlayışının şampiyonları Akif’i ve Akif’le birlikte Türk şiirinin yenileşme dönemi boyunca elde ettiği peik, ahlaki, siyasi kazanımları gömdüklerini düşündükleri bir sırada önce Garip, sonra da İkinci Yeni sadmelerini yiyerek okunmazlığın sonsuz karanlığına gömülmüşlerdir. Türk şiirinin yeniden gerçekliği aramaya başlaması Garip şiiriyle olmuş ve Garip kendinden önceki melal şiirinin kafasını uçurmakla yetinmek zorunda kalmış, bir şiir ortaya koymadan çekilmeye mecbur edilmiştir. İkinci Yeni şiiri döndüren kuşaktır. Şiir İkinci Yeniyle Türkçeye dönmüştür. Türkçeye ama halka, öğrencilere, okuyucuya değil. Bunun altında reddi mirasçılığın suçu olmasın sakın?
Burada iki şeyi dile getirerek yeni okuyucuyu Akif seyahatinde kendi kendisinin kılavuzu olma cesaret ve gayreti göstermeye çağıralım. Birincisi, Akif’in Faruk Nafiz-Turgut Uyar etkileme, esinlenme zinciri üzerinden Türk şiirinde varlığını bir biçimde sürdürmüş olmasıdır. Faruk Nafiz de Turgut Uyar da konulu, anlatımlı, mısra mısra yazılan ve belli insani halleri ve sosyal kategorileri göz önünde bulunduran şiirler yazmakla Arif’in yolunu hatırlatmaktadırlar. Faruk Nafiz zaten Akif’in veznini çoğu kere olduğu gibi alıntılar. Uyar’ın veya yaşıtlarının Akif’le doğrudan bir bağlantısı yoktur. O sözün kısası, sosyalistler öyle milliyetçiler böyle Kemalistler şöyle istiyor diye Türk şiirinin kaliteleri ölecek ve gömülecek değildi tabi ki. Ne var ki, beyinde yaşamayı sürdüren şeylerin vücuda etkisi giderek cılızlamış, üstelik epik, ahlaki, siyasi şiirin muarızları her dönemde kendilerine bir iktidar nimeti bulmasını bilmişlerdir.
İkinci söyleyeceğimiz de bununla irtibatlıdır, bundan doğmaktadır. Son kuşağı, en yenileri doğrudan etkileyen bir şair olmaması Akif’in Türk şiiri için bir mesele olmadığını göstermez. Yabancı diller sayesinde ya da tercümeler yoluyla şu veya bu yüzyılın Batılı şairlerinden esirgenmeyen dikkat, merak ve sevgi Akif gibi, Fikret gibi, hadi cesaretimizi biraz toplayalım Kemal ve Hamid gibi dehalardan esirgenirse bundan sadece esirgeyiciler bir şeyler kaybeder; Türk şiirinin gereklerini yerine getiremedikleri, bu şiirin ihtiras ve azmini doyuramadıkları için ikinci sınıflığa rıza göstermiş olurar. Akif’in tabutu üstünde zar atan talihsiz ideologlar gibi…
Eserleri
Kuran Meali
Birkaç yıl önce, sansasyonel bir olaymışçasına medya vesilesiyle gündeme gelen, Akif’in Kuran Mealinden okuma şansı bulduğumuz parçalar, dilinin sadeliği, açık ve anlaşılır olması, tercüme kokusu vermemesi gibi özellikleriyle zor ve girift tercüme mesleğinde, Kuran mütercimliğinde Akif’in ne kadar başarılı olduğunun, Türkçeyi ne kadar iyi çözdüğünün, nazımda olduğu kadar nesirde de kılıcı nasıl elinde tuttuğunun bir ispatı sayılsa gerek. Akif’in mealini idareye vermeyip yaktırmak üzere bir muhtereme teslim etmesi, siyasi anlamları itibariyle açıktır. Ne var ki Akif’in kendi dilsel yetkinliğinin ne kadar da idrakinde konusu bu kadar sansasyon arasında pek öne çıkmamış bir hakikattir. Sonuçta Kuran Allah’ın muhafazası altındadır. Hiçbir iktidar da Kuran’ın yerine bir tercümesini, mealini geçirme şansı bulamamıştır. Dolayısıyla da, Akif’in mealinin tahribi İslami bir kayıp sayılmaz. Türk edebiyatının, Türk şiirinin bir kaybıdır. Gittiyse bizim malımız gitti…
Tefsir, Vaaz ve Makaleleleri, Makale ve Kitap Tercümeleri
Bunların bir kısmı bugünkü abeceye geçirilerek kitaplaştırılmış olmakla birlikte, saygın ve geniş kabul görmüş bir yayımı yoktur. Bizim ulaşabildiğimiz kitapların en iyisi, Abdülkerim ve Nuran Abdülkadiroğlu’nun hazırladıkları, Kültür Bakanlığı yayını olan Mehmet Akif Ersoy’un Makaleleri başlıklı kitaptır. 1990’da çıkan ve bildiğimiz kadarıyla baskısı bulunmayan bu kitap, Akif’in edebiyat anlayışını Safahat’taki meşhur mısralarının ötesinde açıklayan makaleler dolayısıyla bilhassa önemlidir. Kitap edebiyat, şiir, kültür vesaire gibi bölümlere ayrılsaydı okuyucuya kolaylık sağlanmış olurdu. Bu haliyle kitaptaki yazıların daha önemli olanlarını diğerlerinden ayırmak kolay görünmüyor. Bize göre kitaptaki “Tasvir”, “Teşbih”, “Plan”, “İcad-Mevzu”, “Muhayyileyi İşletmek” başlıklı yazılarla Akif’in edebi manifestosu kabul edebileceğimiz Edebiyat başlıklı makaleyle eleştiriye bakışını anlattığı “İntikad” makalesi en önemli yazıları sayılmalıdır. Dinî yazıları, bugün okuryazar her Müslüman’ın az çok bildiği konuların başlatıcı metinleri arasında olmak bakımından kısmen değerli kabul edilebilir. Kitap yazıları ise Akif’in kendi çağının Müslüman düşünürlerine ne büyük saygı ve sevgiyle yaklaştığını, onları ne kadar komplekssizce desteklediğini anlatır.
Modern Epik şiirimizin İlk Zirvesi: Safahat
Safahat “görüşler, evreler” anlamındadır. Akif’e bu ismi seçtiren, Birinci Safahat diye bilinen, popülist, demokrat, gerçekçi şiirlerini bir araya getirdiği Safahat başlıklı ilk kitabının iyi planlanmış yapısı olsa gerektir. Daha sonra yazdığı altı kitapla birleşerek asıl anlamını kavramış bir isimdir. Safahat ismi o kadar tutulmuş ki zaman içinde şairin kendi ismiyle özdeşleşmiştir. Safahat ile Akif artık ayrılmaz bir bütündürler, desek kimse bunda bir abartma bulmayacaktır. İlk şiirle son şiir arasında geçen süre 30 seneyi bulmakla birlikte (ki epik bir şair olarak Akif’in sadece 30-60 yaşları arasındaki şiirlerinin Safahat‘ı oluşturuyor olması, Türk şiirindeki bazı önyargıları tekrar gözden geçirmeyi gerektirmektedir; mesela şiirin bir gençlik hastalığı olmadığı Akif’e bakılarak görülebilir…), Akif’in Safahat‘ının Türkiye’de toplum ve hayatın paralelinde geliştiği 1908-1925 dönemidir. Bu 17 yıllık dönem boyunca Akif’in şiiriyle Türkiye’nin bir İslam toprağı olarak kaderi arasında sürekliliğini koruyan müthiş bir gerilim vardır. Bu gerilimi Akif’le aynı geleneğin, epik geleneğin mensupları arasında olan şairlerin ne öncekilerinde ne de sonrakilerinde bulabiliyoruz. Fikret’in 1913’te erken ölmesi ve Nazım Hikmet’in ancak 20’lerin sonuyla 30’ların ortasında geçen kısa sürede şiirinin mekansalını, yani Türkiye’yi, İstanbul’u, siyaseti yaşayabilmiş olması bunu imkansızlaştırmıştır. Akif bu anlamda Turgut Uyar’ın “İkinci Yeninin ortası” olması tarzında modern epik geleneğimizin ortası olmakla kalmamış, aynı geleneğin ilk ve en güçlü, en uzun sürmüş ırmağı olma şansına da kavuşmuştur. Sadece şans mı? Onun gayretiyle hiçbir epik şairimiz boy ölçüşebilmiş değildir. Bu yüzden de Safahat, ismiyle müsemma şiir kitaplarımızın en sağlamı olmayı sürdürmektedir.
I. Birinci Safahat
Safahat’ın 1911’de çıkan birinci kitabı “Bana sor sevgili kâ’ri” hitabıyla şairin okuyucusuna şiir görüşünü açıkladığı başlıksız dibace bölümüyle birlikte 44 şiirden oluşmaktadır. Şiirlerin her biri Osmanlı toplum hayatına ait bir durum, kişi veya görüntüyü esas alarak konuyu ya da sorunu belli bir senaryo içinde işleyen dramatik şiirlerdir. Dirvas, Kocakarı ile Ömer gibi tarihsel şiirleri de vardır. Fakat bu şiirler tarihten bir pasaj geçme zevki için değil yine aynı toplumcu, toplumsalcı gaye için kaleme alınmıştır. Kitabın “Hasta”, “Küfe”, “Meyhane”, “Seyfi Baba”, “Kocakarı ile Ömer”, “Dirvas”, “Mahalle Kahvesi”, “Köse İmam” gibi büyük çapta şöhrete ulaşmış, bugün hâlâ etkinliğini korumakta olan şiirleri, Türk şiirinin dramatik yanını tekrar gözden geçirmeyi şart koşmaktadır. Bu yanıyla Akif’in dramatizminden ne kadar etkilendiğinin saklanmasıyla birlikte şiir üzerine düşürülen gölgelerin nasıl kaldırılacağının ipuçlarını da vermektedir. Akif’ten sonra Türk şiirinin kendiliğinden değil bir tür siyasi baskıyla kısa şiir, küçük şiir, has şiir, lirik şiir kompleksine sokulduğunu ve 1930-60 dönemini bu şekilde geçirdiğini, bu yüzden de sürekli kan kaybına uğradığını ve okuyucusunu küstürdüğünü artık söylemeyelim mi?
II. Süleymaniye Kürsüsünde
Türk şiirinin kitap-şiir tarzında yazılmış eserlerinin önde gelenlerinden olan şiir Ekim 1912-Mayıs 1913 tarihleri arasında, biraz da belki aceleye gelmiş olarak yazılmıştır. Akif’in dramatizminden başka bir tarafı ve eserini yazmaya oturmadan önce nasıl bir planlama ile hadiseyi yoğurduğunun ispatı olan bu kitap-şiir 1002 mısradan oluşmaktadır. Şiirde şair, vaiz ve cemaat olmak üzere üç karakter bulunmaktadır. Şairin görevi okuyucuyla vaizin vaazını buluşturmaktır. Bunun için de yarı sinematografik şekilde Haliç Köprüsü’nden Süleymaniye Camii’ne kadar süren yürüyüşünü ve bu sırada edindiği izlenimleri, kendi teemmüllerini anlatır. Okuyucuyu hazırlamaya çalışmaktadır. Sonra vaiz konuşmaya başlar ve şairin ve mekanın görüntüleri silinir. Fakat vaizin kendisi de bir gezgindir. Akif, gezgin vaiz modeli olarak Abdürreşid İbrahim Efendi’yi seçmiştir. Şiirde onun ağzından konuşmaktadır. Bunun üzerinde pek durulmamıştır nedense. Yani şiirini iç içe geçen iki dramatik monologdan oluştuğu hakkında pek fazla fikir üretilmemiştir. Mesela Cemal Süreya Mehmet Akif’in halkın karşısında daima kürsüde olduğunu, Nazım Hikmet’in halkla aynı zemin üzerinde durup konuştuğunu söylerken düpedüz haksızlık etmektedir. Kürsüdeki Arif’in kendisi değil ki yahu!
III. Hakkın Sesleri
Türk şiirinin en acı, en gür, en geniş oktavlı şiirlerini toplayan kitapta yer alan 10 şiir, Balkan Harbi’nin acılarına ses verebilmek için Ocak-Haziran 1913 sırasında yazılmıştır. Akif plancılığını burada bir kere daha göstererek, anlatacağı konunun haberini ilgili Kuran ayeti ve mealini şiire başlık yaparak göstermiştir. Kitap adını buradan alır. Özellikle “Geçenler varsa İslamın şu çiğnenmiş diyarından”, “Ya Rab bu uğursuz gecenin yok mu sabahı” mısralarıyla açılan şiirlerle “Pek Hazin Bir Mevlid Gecesi” başlıklı şiir kitabın en iyi şiirleridir. Kitap alttan alta bir kıyamet sahnesini canlandırmaktadır. Bir millet, daha önceki Kürsü şiirinde duyurulan, tehdit olarak öne sürülen acı akıbete nihayet uğramaktadır. Şair “hicran ile çılgınlığı üstünde” olmak üzer bu kıyamet sahnesini terennüm eder. Ümit ve korku, kısacası iman bu şiirlerin belirleyici duygusunu oluşturur. Şiirler ve şiirlere başlık yapılan Kuran ayetleri siyasi şiirin tek tip olmayacağının, ancak zekice icatlarla, ikna edici buluşlarla kendine yol bulabileceğinin, kendini okutabileceğinin işaretlerini taşımaktadır. Safahat‘ın üçüncüsü olan Hakkın sesleri ile beşincisi olan Hatıralar’daki bu tarz ayet başlıklı şiirler için “dinî lirizm” veya “cemiyet konusunda lirizm” gibi garip isimler uydurulmuş olması bilgisizlikten olsa gerek. Bunları açık seçik bir şekilde modern epik şiirlerdir. Şiirlerin hem planı hem de hitap tarzı bunu ortaya koymaktadır.
IV. Fatih Kürsüsünde
Haziran 1913-Temmuz 1914 tarihleri arasında yazılan bu ikinci kürsü şiirinde birinci Kürsü için söylediğimiz dramatik kurgu ara başlıklarla daha bir belirtilmiş olarak karşımıza çıkar. Şair karakterinin yanına bu defa bir de arkadaş katılmıştır. (Akif’in bu epik yöntemi Berlin Hatıralarıyla Asım’da da uygulandığını göreceğiz.) “İki Arkadaş Fatih Yolunda” ve “Vaiz Kürsüsünde” başlıkları bize öyle geliyor ki “Süleymaniye Kürsüsünde” şiirinin okuyucu tarafından dramatik kurgusu içinde okunmamış olmasının getirdiği bir kaygının eseridir. Ki birinci bölüm bu defa iki arkadaşın diyaloguyla zenginleştirilmiş ve 322 mısralık özerk bir metne dönüşmüştür. Akif’in bu yönteminin bir zaafı, Büyük şairimiz yeni bir türün, dramatik-epik modern şiirin öncülüğünü yaparken (Hamid’in veya Fikret’in bu sahaya giren eserleri çok cılızdır; bunun için de öncülük hakkını Akif’e tanımakta bir sakınca görmüyoruz.) Şiirin gerekleriyle fikirlerini bir an önce kütlelere ulaştırma azmi arasında kalmışa benzer. Yine de dikkatli okunduğunda Akif’in bu konuyu sahte panolar kullanarak geçiştiren şairlerden olmadığı görülecektir. Ki Asım kitabının karakterlerinin daha ikna edici bir şekilde kurgulanıp konuşturulmuş olması şairin bu konudaki dikkat ve gayretinin sürekliliğine ve gelişmesine işaret eder.
V. Hatıralar
Kitap “Hakkın Sesleri”nin devamı sayılabilecek yedi şiirin (bunlar Temmuz 1913-Şubat 1915 arasında yazılmıştır) yanı sıra “El-Uksur’da”, “Necid Çöllerinden Medine’ye” ve “Berlin Hatıraları” şiirlerinden oluşmaktadır. “El-Uksur’da” şiiri Akif’in Mısır seyahatinin izlenimlerini, “Necid Çöllerinden Medine’ye” adı üstünde, “Berlin Hatıraları” ise Almanya seyahatinin izlenimlerinin okuyucuyla taşır. “Berlin Hatıraları” dramatik zenginliği bakımından Akif’in eseri içinde özel bir yere sahiptir. Gerçek ve zihinsel/hayali konuşmalarla örülmüş bir şiirdir. Akif’in şiirinde daima suçlanan, lanetlenen Batıyı kendi yerinde görerek konuşması ve İslam alemiyle, Osmanlıyla maddi-manevi kıyaslar yapması ise ayrıca dikkate değer.
VI. Asım
Bu kitapta Akif dramatizmini artık açıkça belirtme ihtiyacı bularak kitabın başına şiirin bir diyalog (muhavere) olduğuna dair kısa bir notla beraber şahıs kadrosunu koyar. Hocazade, yani Akif’in kendisi, Köse İmam’ın oğlunun adını koyması nasıl yorumlanabilir? Yayımı 1919’dan 1924’e kadar aralıklarla devam edip tamamlanan bu 2292 mısralık dramatik şiirin adı niye Asım’dır? Köse İmam ve oğlu Asım’a duyduğu hayranlık, yakınlık ve bağlılık yeterince tatmin edici bir açıklama oluşturmuyor bize kalırsa. Bize öyle geliyor ki, şiirin adı Tevfik Fikret’in “Haluk şiirindeki ben-merkezciliğine verilen bir cemaat-merkezci, Fikret’in hodkamlığının karşısında dikilen diğerkam bir reaksiyondur. Haluk’la Asım’ın kıyası bizzat bu ilgiden başlatılmalıdır.
VII. Gölgeler
Hakkın Sesleriyle başlayan, milletin kaderiyle kederlenme gerilimin bu kitabın Süleyman Nafiz’e, “Bülbül ve Leyla” gibi meşhur şiirlerinde düşmeye, çözülmeye başladığını görüyoruz. Bunun bir sebebi Millî Mücadele’nin kazanılmış olmasıyla diğer sebebi de Mücadelen sonra ortaya çıkan iktidarın İslam’a olan mesafesidir. Şairin İstanbul’dan ayrılma vakti gelene kadar geçen sürede yazdığı bazı şiirler yarı karanlık şiirlerdir. Yeni rejimin yol açtığı bir kırgınlık, “kendi vatanında gurbette olma” hali bir belirip bir kaybolmaktadır. Şairin Mısır gurbetinde yazdığı “Firavun ile Yüzyüze”, “Gece”, “Hicran” ve “Secde” şiirleriyse melal şiiri sevenleri, şiiri lirizmden ibaret görenleri, mistik beklentileri olanları ne kadar tatmin etmiş olursa olsun Akif’in Safahat‘ının sözünü ettiğimiz gerilimli sayfalarının dışında kalan, yarı kırgın, sığınılacak son kale olarak kişinin vicdan muhasebesini, Allah’ın adaletini ve yalnız ona ibadet etmenin ve yalnız ondan yardım dilemenin sağladığı rıza bakamını gören şiirlerdir. Bir yanıyla Akif’in samimiyet ve mertliğinin, ilkeli muhalifliğinin ispatı olmakla birlikte “Hüsran” şiirinde en açık seçik ifadesini bulan öze, kendisine ilişkin ironiyi hak eden garip, gurbetli şiirlerdir. Safahat da şairi büyük Akif de dünyadan el etek çekmenin memnuniyetini değil, davanın sahipsiz kalışının hüsranını duymaktadırlar…