Köşe Yazısı

Asıldı, sürüklendi, dörde bölündü…

Nil Özben / 17.06.2015

İngiliz Lanercost vakayinamesinin 1283 ve 1305 tarihli sayılarında iki ilginç yazı bulunuyor. Bunların ilki, Gallerli Davydd ap Gruffydd’in son anlarına ilişkin: “David önce bir hain olarak sürüklendi, sonra bir hırsız olarak asıldı; üçüncü olarak hâlâ hayattayken kafası kesildi, kundakçılık ve adam öldürmeden iç organları yakıldı; dördüncü olarak isyan etmesine karşılık uzuvları dört parçaya kesildi ve İngiltere’nin merasim yerlerinde ifşa edildi: Parmağında bir yüzük olan sağ kol York’ta, sol bacak Hereford’ta. Hainin kafası çürüyünce parçalara dağılmasın diye demirle sabitlendi ve çarpıcı bir şekilde uzun bir mızrağın üzerine yerleştirildi.” “Braveheart” filminde hikayesi anlatılan İskoç William Wallace’un ne tür bir cezaya çarptırıldığı ise şöyle aktarılıyordu: “Wallace’un sürülüp asılmasına ve kafasının kesilmesine, barsaklarının çıkarılıp uzuvlarının parçalanmasına ve iç organlarının yakılmasına karar verildi ve bu karar uygulandı. Başı Londra Köprüsü üzerinde, sağ kolu Newcastle upon Tyne Köprüsü’nde, sol kolu Berwick’te, sağ ayağı Perth’te ve sol ayağı Aberdeen’de ifşa edildi.”

Gruffydd ve Wallace’un ortak noktası “ağır ihanet” suçu işlemiş olmalarıydı. En temel tanımıyla kişinin içinde yaşadığı topluma sırtını dönmesi olan vatana ihanet, hâlâ bir vatandaşın işleyebileceği en ağır suçlar arasında görülüyor. Ortaçağ İngiltere’si için de durum pek farklı değildi. Krala ve tahta olan (veya olması gerektiği varsayılan) bağlılığın bozulması, yani hukuktaki quid pro quo ilkesinin ihlali, vatandaşın devletin kendisine sağladığı (veya sağlaması gerektiği varsayılan) koruma ve haklar karşılığında itaat etmek yerine bu borcu ihanetle ödemesi bir Ortaçağ vatandaşının işleyebileceği en ağır suçtu ve elbette cezası ölümdü. İhanetin doğrudan karşılığı olan idam cezasına çeşitli işkence yöntemlerinin eşlik etmesi son derece olağan bir durumdu.

İhanetin ağır işkencelerle gelen bir ölümle cezalandırılması uygulamasında I. Edward’ın hükümdarlık dönemine (1272-1307) özellikle dikkat çekilse de uygulama bu dönemden önce vardı ve sonrasında da var olmaya devam etti. Fakat yine de I. Edward’ı bu tarihçede ayrı bir yere koyan bir şeyden söz etmek mümkün: Uygulama kendisinin hükmü altında yaygınlaştı, cezanın ortak hukuk içindeki yeri sağlamlaştırıldı ve belki de en önemlisi cezanın infazı sembollerle ve çıkarılacak derslerle dolu bir tören haline geldi. I. Edward, ihanetin cezalandırılmasını kraliyet ile halk arasında iletişimi sağlamanın bir aracı olarak gördü ve suçlunun hak ettiğini bulduğu anlara kendi iradesinin açıkça ortaya konulması veya otoritesinin sağlamlaştırılması niteliğinin yanı sıra katılımcıların kendilerini olayın bir parçası hissetmeleri özelliği kazandırdı. I. Edward, “ağır ihanet” suçuna ek olarak “cüzî ihanet” suçunu da tanıyarak hainliğin yalnızca kralın şahsiyetine veya hükümdarlığa yönelik olmakla kısıtlı kalması gerekmediğini ve toplumun her bireyini doğrudan ilgilendiren, onları da bizzat etkileyen bir hal alabileceğini ifade etmiş oldu. Kişinin “kanunen üstü”ne karşı işlediği suçları ifade eden “cüzî ihanet” vasalın derebeyine, eşin kocaya canlarına kast eder boyuttaki itaatsizliğini suç olarak tanımlıyor ve böylece toplumdaki hiyerarşik düzen ile normları onaylamış ve koruma altına almış oluyordu. I. Edward’ı idam cezası ve işkenceye yabancı olmayan ve bu konularda hiç çekingen davranmayan seleflerinden ayıran en önemli şey, ihanetin tanımını bu şekilde genişletmesi ve böylece suçu yalnızca krala ve kraliyete yönelik bir şey olmaktan çıkarıp doğrudan toplumsal yaşama, bu yaşamı sürdürmeyi mümkün kılan sistemlere karşı bir şey olarak tanımlamasıydı. Bu şekilde halk hem haklarının korunduğunu daha iyi hissetti, hem de kralla bir noktada aynı hukuki zemini paylaşma ayrıcalığını tecrübe etti. İnsanlar cezanın infaz edildiği törenlerden iyi bir şey yapmış oldukları, düzenin korunup refahın artmasına katkıda bulundukları hissiyle ayrıldı. Halkın bu törenlerin bir parçası olması ve törenin neden ile amaçlarını benimsemesi uygulamanın etkinliğini artırdı ve “asıldı, çekildi ve dörde bölündü”[1] adıyla bilinen uygulama 1351 İhanet Yasası’yla da hukuki olarak tanımlandı. “Asıldı, çekildi ve dörde bölündü” uygulamasının belki de en iyi bilinen örneği, “V for Vendetta” filminin esinlendiği olay olan 5 Kasım 1605 tarihli “Barut Komplosu” olayı. İngiltere Kralı I. James başta olmak üzere önemli isimleri öldürmek için Parlamento Binası’nın havaya uçurulması planının ortaya çıkarılması sonucu planlayıcılar bu cezaya mahkum edilmişti.

1945 yılında William Joyce’un II. Dünya Savaşı devam ederken Almanlarla işbirliği yaptığı gerekçesiyle idam edilmesinin dayandırıldığı İhanet Yasası’nın orijinal halinde bir suçun ağır ihanet olarak tanımlanabilmesi için gerekenler şu şekilde sıralanıyordu: Kralın, eşinin veya varisinin ölümünü tasarlamak veya hayal etmek; kralın eşini, en büyük kızını veya kralın en büyük oğlu ve varisinin eşini kirletmek; krala savaş ilan etmek; kralın düşmanlarına yardım etmek suretiyle onlara bağlılık göstermek; kralın mühürlerinin veya İngiliz paralarının sahtesini yapmak; kralın yakın çalışanlarından birini öldürmek. III. Edward, babasının tanımladığı cüzî ihaneti de yasaya dahil ederek bu “bütünleştirici” uygulamaya yasal bir tanım kazandırmış oldu. Ağır ihanet suçunun cezası erkek için asma, sürükleme ve dörde bölme; kadın için ise sürükleme ve yakma olarak belirlendi. Cüzî ihanetin cezası ise dörde bölme olmadan sürükleme ve asma veya sürükleme olmadan yakmaydı. I. Edward’la toplumsal bir nitelik kazanan, 1351 İhanet Yasası’yla hukuki olarak tanımlanan ihanet suçunun tanımına ilerleyen yüzyıllarda eklemeler yapıldı. Örneğin, 1702-1714 yılları arasında hüküm süren Kraliçe Anne döneminde “veraset hakkını elinde bulunduran kişinin tahta geçmesini engellemeye teşebbüs etmek” ağır ihanet suçu kapsamına dahil edildi. Birleşik Krallık ve bazı eski sömürgelerinde hâlâ yürürlükte olan İhanet Yasası’nda bir değişiklik yapılması ve idam cezasının kaldırılması ise 1998 senesinde oldu.

Monarşik otoritenin muhafazası yanında kamu yararına hizmet etme (veya en azından izleyici/katılımcılara bu hissi verme) gibi bir işlevi olan ceza infaz törenleri, her biri kendine has anlam ve özellikleri olan birkaç aşamadan oluşuyordu. Hükmü verilen suçlu birkaç gün boyunca tutulduğu hapishaneden genellikle bir ata bağlanıp sürüklenerek şehir meydanına getiriliyordu. Bu şekilde hücreden meydana kadar süren yolculuk boyunca atın arkasında bir haini sürüklediği ve bu hainin birazdan hak edilmiş bir sonla karşılaşacağı halka duyurulmuş oluyordu. Sürükleme aşamasında kişinin meydana hâlâ canlıyken ulaştırılması, böylece kendisini bekleyen işkencelerin “boşa gitmemesi” dikkat edilmesi gereken önemli bir noktaydı. Meydana bu tören için özel olarak kurulan darağacına getirilen mahkumun idamı için gerekli hazırlıklar tamamlanırken halkın bu sırada boş kalıp sıkılmaması (!) için ceza hükmü okunuyor ve mahkumdan suçunu kabul eden pişmanlık dolu bir konuşma yapması bekleniyordu. Sonrasında mahkum genellikle soyulup elleri önünde bağlandıktan sonra asılıyordu. Bu asılma işleminin doğrudan ölümle sonuçlanmaması, böylece mahkumun sıradaki işkenceler için “yeterince canlı” olmasının sağlanması önemliydi. Bazı “şanslı” mahkumlar asıldıktan hemen sonra ölüyor ve böylece iç organlarının çıkarılıp yakılması, uzuvlarının parçalanması gibi işlemlere tanık olmak zorunda kalmıyordu. Kadın mahkumlara yapılan işkence ise çoğunlukla kazığa bağlanıp yakılma şeklinde oluyordu.

Ortaçağ tarihçisi Katherine Royer, bu dehşet dolu törenin esas amacının mahkumun bedeninin bir nevi aktör haline gelmesi olduğunu söylüyor. Bu aktörün görevi halka monarşiye ve toplumsal düzene karşı gelmenin sonuçlarını açıkça göstermek ve onların bu türden faaliyetlere girişmelerini engelleyecek bir unsur olmaktı. Bu aktör rolünü ne kadar dramatik şekilde oynarsa topluluk üzerinde yaratacağı etki de o kadar büyük olacaktı. Bu yüzden kişinin iç organlarının yakılması, uzuvlarının parçalanması, başının kesilmesi gibi en hafif tabiriyle aşırı yöntemlerin tercih edilmesi şaşırtıcı değildi. Bu türden uygulamaların olayın dramatik karakterine katkıda bulunmaktan ziyade bir başka önemli amacı daha vardı. Margot Andrea Raicek, bu şekilde geri dönüşü olmayan zararlara uğratılan bedenlerin insanların empati kabiliyetine ket vurma gibi bir işlevi de olduğunu söylüyor. Kişinin “insanlıktan çıkan” bir beden ile kendi bedeni ve varlığı arasında bir bağlantı kurma ihtimali giderek azalıp sonunda ortadan kalkınca bu hainle herhangi bir bağlantı kuramayacaktı. Böylece kendisiyle fiziksel olarak bir tutmadığı bu “aktör”e acı(ya)mayacak ve ona uygun görülen ceza hakkında herhangi bir şüpheye düşmeyecekti. Raicek, mahkumun tamamen yakıldığı durumlarda ise ölümünden sonra etrafında bir şehit gibi bir araya gelinmesi korkusuyla açıklıyor. Yakılan kişinin bedeninden geriye hiçbir şey kalmaması ve dolayısıyla Hıristiyan inancına göre yeniden doğuş ihtimalinin kalmaması ise olayın göz önünde bulundurulması gereken bir başka noktası.

İhanet suçunun kamusal bir törenle cezalandırılması, İngiltere için yüzyıllar boyunca toplumsal devamlılığı sağlamanın bir aracı oldu. Hainlikle suçlanan kişinin hemen hiçbir zaman söz hakkına sahip olmadığı, olsa bile cezasını değiştirme ihtimalinin neredeyse bulunmadığı yargılamalar ve daha sonra “ibret olsun diye” törensel bir çerçevede gerçekleştirilen infazlar Avrupa’da yüzyıllar boyunca sürdü. Bu uygulamanın hukuk ve insanlık dışılığı şaşırtıcı olmayabilir. Ancak kıta Avrupasında değilse bile İngiltere’de cezai uygulama ile siyasal ve toplumsal fonksiyonları arasındaki yakın ilişkisi bakımından oldukça öğretici bir örnek.

Kaynakça

Einolf, Christopher J. “The Fall and Rise of Torture: A Comparative and Historical Analysis.” Sociological Theory 25 (2007): 101-121.

Raicek, Margot Andrea. “Spectacularizing Justice in Late Medieval England: A Politico-Judicial Examination of the Ritualization of Hanging, Drawing and Quartering.” Yayımlanmamış yüksek lisans tezi, 2011.

Biggs, Stanley Champion. “Treason and the Trial of William Joyce.” University of Toronto Law Journal 7 (1947): 168-201.

[1] İngilizce adı “hanged, drawn and quartered” olan terimdeki draw sözcüğünün ne anlama geldiğine ilişkin çeşitli görüşler bulunuyor. Bazı tarihçiler, sözcüğün asılma sözcüğünden sonra gelmesini kanıt göstererek burada kast edilenin iç organ ve barsakların çekip çıkarılması olduğunu öne sürerken, bazıları da sözcüğün kişinin idam edileceği yere sürüklenerek götürülmesini ifade ettiğini düşünüyor. Ben her iki yorumu da karşıladığını düşündüğüm çekilmek sözcüğünü kullanmayı tercih ettim.

Yeni Haberler