Türkiye’de spor, futbolun tahakkümünde yapılır. Cumadan pazara kadar oynanan futbol müsabakaları, pazartesiden cuma gününe kadar konuşulur tartışılır. Hayat futbolla akar, futbolla durur. Diğer sporların pek bir hükmü yoktur. Olsa olsa belki son yıllarda biraz basketbol ve voleybol. Ancak, onların bile seyirci kitlesi oldukça kısıtlıdır. Diğer sporlardan bahsetmiyorum bile. Hem başka spor dalları da mı varmış?
Bu algının oluşmasında mutlaka herkesin payı vardır. Fakat, eminim ve biliyorum ki spor her zaman futbolun tahakkümünde değildi Türkiye’de. Buna en güzel örneklerden bir tanesi de geçtiğimiz hafta hayatını kaybeden ünlü boksör Cassius Marcellus Clay, yani Muhammed Ali’dir. Hayatında sporla çok haşır neşir olmamış dedem anlatırdı 1960 ve 70li yıllarda nasıl saat kurup sabaha karşı Muhammed Ali’nin maçlarını radyodan dinleyebilmek için uyandığını. Evet, belki de bu topraklarda futboldan sonra bu kadar çok ilgiyle karşılanan tek isim bile olabilir Muhammed Ali. Peki kimdir Muhammed Ali, neden bu kadar önemli bir hale gelmiştir?
1942 yılının 17 Ocak’ında Amerika’nın Louisville kentinde dünyaya gelen Cassius Marcellus Clay, Jr. Amerika’da Afro-Amerikalılara karşı ırkçı yaklaşımların en ağır olduğu dönemlerde hayata atılmıştı. Daha 12 yaşındayken boks ile tanışan Cassius Clay, 18 yaşına geldiğinde 1960 Roma Olimpiyatları’ndan ülkesine altın madalya ile dönmeyi başarmıştır. Pek tabii ki bundan sonra şöhreti de yalnızca Amerika’da değil, bütün dünyada git gide yaygınlaşmıştı. Ancak onun şöhretini parlatan Roma’daki değil 1964 yılında Sonny Liston’ı yenerek dünya şampiyonu olduğu karşılaşmaydı. Cassius Clay artık bir dünya şampiyonuydu. Herkesten farklı tekniği, parmak uçlarında ringde adeta dans edişi herkesi etkiliyordu. Kendisini kelebek gibi uçar, arı gibi sokarım diye tanımlıyordu Cassius Clay.
Ancak, Türkiye’de hayatlarımızın içine kadar giren, 60lı ve 70li yıllarda sabaha karşı insanların yataklarını terk edip, maçlarını en azından dinlemek için heyecan duydukları Cassius Clay’i bokstan başka özel kılan şeyler vardı. Roma Olimpiyatlarından hemen sonra Amerika’da bir restoranda yalnızca beyaz müşterilere servis yapıldığını görünce, sinirlenip altın madalyasını Ohio nehrine atmıştır. Liston ile yaptığı unvan maçından sonra da İslam’ı seçtiğini ve bundan sonra Muhammed Ali adını aldığını açıkladı. Amerika’da gitgide yalnızlaşıyordu. Artık yalnızca bir Afro-Amerikalı değil bir de Müslümandı Muhammed Ali. Siyasi görüşleri de Amerika’da problem yaratmaya başlamıştı. Amerika’nın Vietnam savaşına gitmeyi reddederek bir anda bütün dünya kamuoyunu sarsmıştı Muhammed Ali. Benim Vietcong’la bir problemim yok, onlar beni aşağılamadı ki diyerek bu savaşa açıktan karşı çıkıyordu. Bu açıklamaları ve savaş karşıtı duruşu nedeniyle 5 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Sadece lisansı değil pasaportu da elinden alınmıştı. 1967 ile 1970 yılları arasında hiç maç yapamadı.
1971 yılında ringlere Joe Frazier maçı ile döndü, fakat aradan geçen zaman ona pek iyi davranmamıştı. Hem Frazier’e hem de sonrasında Ken Norton’a karşı kaybetti. Daha bitmediğini, kendi tanımıyla bütün zamanların en iyisi olduğunu ispat etmek için daha çok çalışıp yeniden dünya şampiyonu unvanını kazandı. 1978 yılında ise resmi olarak boksu bıraktığını açıkladı. Bundan altı sene sonra, 1984’te Parkinson teşhisi konuldu ve bir bakıma dünyanın en iyisi için çöküş süreci başladı.
Muhammed Ali, yalnızca bir boksör ya da bir sporcu değildi. Her türlü zorluğa rağmen ayakta kalmaya çalışan birisiydi. Sadece Amerika’da değil, hemen hemen dünyanın her yerinde hem Afro-Amerikalıların hem de Müslümanların örnek aldığı, birçok insanın idolüydü. Belki de Türkiye’nin siyasi olarak en çalkantılı dönemlerinden bir tanesine denk gelen Muhammed Ali’nin bu kadar sevilmesinin de nedeni bu dik duruşu olabilir diye düşünüyorum. Ve evet, bu topraklarda kime Muhammed Ali’yi Nasıl Bilirdiniz? diye sorarsak soralım, sanırım herkesten alacağımız cevap aynı olacaktır: Muhammed Ali’yi çok iyi bilirdik.