Hayatı ve eserleri
Mustafa Kutlu 6 Mart 1947’de (güneş balık burcundayken) Erzincan’ın Ilıç ilçesine bağlı Kuruçay nahiyesinde dünyaya geldi. Çocukluğunun ilk yılları babasının memuriyeti dolayısıyla Türkiye’nin değişik yerlerinde geçti. Babası 1953’te emekliye ayrılınca ailece Erzincan’a yerleştiler. Edebiyata ilgisi (futbola, resme ve sinemaya olduğu gibi) çocukluk günlerinde başlar. Arkadaşlarıyla birlikte küçük bir kütüphane kurar, Karagöz oynatır, tiyatro oyunları oynarlar.
Mustafa Kutlu ortaokulda okurken babası vefat eder. Orta ve lise yılları genç Mustafa Kutlu’nun oldukça hareketli olduğu bir dönemdir. Mahalli kümede futbol bile oynar… 1963’te liseyi bitirir. Resme ilgisi ve yeteneği dolayısıyla, Güzel Sanatlar Akademisi’ne girmek ister. Fakat kayıt için okula gittiğinde okulun kendisine uygun bir yer olmadığına karar vererek kaydolmaktan vazgeçer. “Biz burada kayboluruz” diye düşünür. Erzurum’da yeni açılan Atatürk Üniversitesi’nin Edebiyat Bölümüne kayıt yaptırır. Burada okumuş olmasının ve burada kurduğu arkadaşlıkların hayatı ve yazarlığı üzerinde oldukça kalıcı etkileri olmuştur. Resim çalışmalarının da bir yandan sürdürmekle beraber, Kutlu’nun yolu artık yavaş yavaş çizilmektedir. Genç Mustafa Kutlu yazar olacaktır.
Erzurum’da okurken Ezel Erverdi’yle tanışır ve Hareket dergisinde desenleri ve hikayeleri çıkmaya başlar. Yayımlanan ilk hikayesi 1968’de Hareket’te çıkan “O” başlıklı hikayedir. Bu hikaye soyuta ve bireyselliğe kaçan, son derece gelişmiş bir dili olmasına rağmen anlatımda bir tür Sait Faik savrukluğunu kasıtlı olarak taklit eden ve Kutlu’nun daha sonra yarattığı tarza uzak, A Kuşağı diye bilinen imgeci hikayecilerin tarzına daha yakın bir hikayedir. Ki Kutlu hem bu hikayenin de içinde bulunduğu Ortadaki Adam‘ı, hem de Sabahattin Ali tarzının izinde sayılabilecek ikinci kitabı Gönül İşi‘ni birinci baskıdan sonra bir kenera bırakmış, tekrar yayımlamalarına Müsaade etmemiştir.
1968’de üniversiteyi bitiren Mustafa Kutlu, ertesi yıl Erzincan’da Sevgi hanımla evlendi. Mustafa-Sevgi Kutlu ailesinin Pınar ve Murat adında iki çocuğu oldu. Pınar İstanbul İngilizce Öğretmenliği, Murat da İstanbul Tarih mezunudur… Mustafa Kutlu, evlendikten sonra Tunceli ve İstanbul’da edebiyat öğretmenliği yapar. 1974’te öğretmenliği bırakır. Artık bugünkü Dergâh, o zamanki adıyla Hareket ailesinin bir parçası olmuştur. Hareket’in son yıllarında derginin yazı işleri müdürlüğünü yapacaktır.
Bu arada iki hikaye iki de inceleme kitabı yayımlamıştır. Hikayeleri: Ortadaki Adam (1970) ve Gönül İşi (1974). İncelemeleri: Sait Faik’in Hikaye Dünyası (1968) ve Sabahattin Ali (1972). Bu, Kutlu’nun ve dahil olduğu Hareket ve Dergâh camiasının Nurattin Topçu’nun izindeki sanat ve siyaset anlayışının bir yansımasıdır. Çünkü tam da 1960’ların sonundan itibaren sağla sol iki ayrı dil, din, ülke ve kültüre aitlermiş gibi birbirlerinden kesin ve katı bir şekilde ayrıldıkları bir sırada Topçu ve Hareket çevresi bunu kabul etmemiş, kültür ve sanatı olduğu gibi siyaseti de millî bir bağlamda ele almış ve çalışmalarını bu yönde yürütmüşlerdir. Sabahattin Ali’yi milliyetçilikten sosyalizme geçtiği halde lanetlemeyen, hatta Anadolu gerçeğini duyurduğu için övgüyle anmayı sürdüren kişi Nurettin Topçu olmuştur… Milliyetçi-İslamcı çevrelerin hikaye denince Sait Faik ve Sabahattin Ali gibi genel kabul görmüş ve yeni Türk hikayesinin bağımsız ve öncü yazarları sayılmış yazarlara bile mesafe koydukları ve ideolojik bölünmeyi hikaye sanatında bile sürdürmeye gayret ettikleri bir dönemde Mustafa Kutlu’nun yola bunlarla çıkması yazarlık geleceğini az çok belirlemiş ve hem her iki kampta da uzun süre hakkettiği ilgiden daha az bir ilgiyle karşılaşmasına hem de sonuçta çok güçlü bir okuyucu oluşturmasına ve 1980’lerden itibaren hikayemizin yaşayan en öenmli ustası haline gelmesine yol açmıştır diyebiliriz. Kutlu’nun durumunda sanat ideolojik aldatmaca ve sınırlamaları yenmeyi başarmıştır.
Nurettin Topçu’nun ölümünden sonra Hareket yayınları yerini Dergâh yayınlarına bıraktı (1976). Dergâh yayınlarının kurulmasıyla birlikte topluluk ya da hareket güncelleşmeye, dönemin eğilimlerinden daha fazla esinlenmeye başladı. Hikayede ilk kitabından sonra ikinci kitabıyla birlikte bireycilikten toplumculuğa geçen Kutlu, 1979’da çıkardığı Yokuşa Akan Sular‘la birlikte hikayesinin asıl ilk adımını attı. Bundan sonra yayımlayacağı dört kitapta da takip edeceği bir yöntem sayesinde birbirine bağlı hikayelerle Romanesk denebilecek bir çatı inşa etti. 1979-90 döneminde yazdığı; yazarlığının merkezini oluşturan ve akademik eleştirmenlerce “Mustafa Kutlu Beşlemesi” olarak isimlendirilen Yokuşa Akan Sular (1979), Yoksulluk İçinde (1981), Ya Tahammül Ya Sefer (1983), Bu Böyledir (1987) ve Sır (1990) başlıklı kitaplarında bu tarzı giderek olgunlaştırdı.
Sır‘dan sonra Kutlu deneme yazılarına ağırlık verdi. Seyrek de olsa hikaye yayımlıyordu ama Arka Kapak Yazıları (1998) ile Hüzün ve Tesadüf‘te (1999) bir araya getirdiği bu hikayeler sözünü ettiğimiz beşlemenin devamı değildir. Bu arada 1990 Mart’ında çıkan aylık edebiyat dergisi Dergâh‘ın idaresinin Kutlu’nun asıl mesaisini aldığını görüyoruz. Biz bu yazıyı yazdığımız sıra 172. sayısına yürüyen Dergâh’ın varı yoğu Mustafa Kutlu’dur. Kutlu’nun derginin yönetiminde izlediği ölçülü, mesafeli tutum sayesinde bu satırların yazarı da dahil olmak üzere edebiyatımız değişik anlayış ve yetenekte birçok yeni yazar kazandı. Dergâh, ismiyle müsemma bir dergi olmasını Mustafa Kutlu’ya borçludur. Kutlu’nun emeğine çok şey borçlu olan önemli bir eser de Dergâh yayınlarının yayımı iki on yılda ancak tamamlanabilen Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi‘dir. Kutlu bu ansiklopedinin hem editörlüğünü yapmıştır hem de sayısız maddesini yazmıştır.
Biz bir süre kendisiyle aynı işyerinde çalıştığımız için çalışma ortamında üç Mustafa Kutlu tanıdık. Birincisi, Gedikpaşa’nın o daracık ve kasvetli ortamında doğasızlıktan şikayet eden, yayınevinde kuş besleyen ve çiçek yetiştiren, adeta kendi hikaye kahramanlarından biri olan Mustafa bey. İkincisi, sohbet ehli ve insan sarrafı olan, kendisiyle hangi konuda olursa olsun bir konuşanın bir daha konuşmak isteyeceği, sohbetine katılanların dimağında fikirler kadar ve bunlardan daha çok insan tadı bırakan Mustafa ağabeyimiz. Üçüncüsü ise gözlüğünü takmış, daktilosunu önüne çekmiş, dünyayla ilgisini kesmiş, sinirli ve sert yazar Mustafa Kutlu. Bizim burada eserinin okuma kılavuzunu yazmaya çalıştığımız haliyle üçüncüsüdür. Sanatı ihata etmek, hakkında düşünmek ve yazmak, haritasını çıkarmak mümkündür. İnsanın ise ihata edilemeyeceği, hakkında söz söylemenin bile gayret ve tecrübeyle bile mümkün olmayabileceği bizzat Kutlu’dan işittiğimiz bir sözdür…
Kutlu çok yönlülüğü ve hareketliliğini elden hiç bırakmamıştır. Yeni Şafak gazetesinde spor ve edebiyat konularında köşe yazarlığını yıllardır sürdürüyor. Daha önce de Zaman gazetesinde İstanbul’u dolaşarak edindiği izlenimleri aktardığı yazıları çıkmıştı. Bunları daha sonra Şehir Mektupları‘nda topladı (1995). Kutlu ayrıca televizyon programları da yaptı. Ki ayrıntılarına vakıf olamadığımız için burada sadece başlık olarak geçeceğimiz bir özelliği daha var Mustafa Kutlu’nun: sinema ilgisi. Son yıllarda Mustafa Kutlu her zaman kafasında olduğunu ama hikayeyi bir tür toplumsal görev olarak benimsediği için hep bir şekilde ertelediğini söylediği uzun hikayeler yazmaya ve her yıl yeni bir hikaye kitabı çıkarmaya başladı. Uzun Hikaye (2000), Beyhude Ölüm (2001), Mavi Kuş (2002) ve zirveye yükseldiği, konuları itibariyle ise “Beşleme”ye göre daha sevimli ve hafif konuları işleyen, Kutlu’nun o alışık olduğumuz trajik yaklaşımını bir tarafa bırakıp özellikle her kitabın baş karakterlerinin içindeki neşeyi, hayat arzusunu iyice belirginleştirdiği hikayelerdir. Bir anlamda Mustafa Kutlu hikayesinin sarmaşıkları, sürgünleridir.
Kutlu hakkında Kemal Aykut ve Nusret Özcan’ın Mustafa Kutlu Kitabı (Nehir Yayınları, 2001) başlıklı bir makale-deneme derlemesi hazırladıklarını da söyleyelim. Eksiği ve fazlası bertaraf, bu kitap Kutlu çalışmalarına nispeten yön verebilecek makaleleri havidir. Özellikle Ahmet Cüneyt İssı’nın “Ve Bir Boy Aynasında Kendilerini Gördüler…” başlıklı yazısının Kutlu eleştirisinde özel bir yeri olduğunu söyleyebiliriz. Hikayemizin pirini saygıyla selamlıyoruz…
Mustafa Kutlu’yu nasıl okumalı?
Hakkı Yanık’tan aldığım Hareket baskısı Gönül İşi nüshasını Edebiyat Fakültesi’nin merdivenlerinde çaldırdığımda (1996 veya 97 yılı olması icap eder) Mustafa Kutlu’nun yaşayan en önemli hikaye yazarımız olduğunu sağda solda konuşan bildiğim tek kişi bendim. Kutlu’nun sadık ve sevecen bir okuyucu tipi vardı ama bunların “yaşayan en büyük yazar” gibi kayıtları ve dikkatleri söz konusu değildi. Olsa bile bu insanlarla Kutlu’nun en önemli yazarımız olduğunu anlatmak bir meseleydi. Çünkü bunu hem resmi ya da hakim kanallardan işitmemişlerdi ve hem de görünüşte Kutlu’yla aynı alanda yer alan birçok yazar ve bunların çevrelerinin Kutlu’ya rezervi vardı. Bunun yanında, sözünü ettiğim hakim ya da resmî kanallar da Kutlu’nun Türk hikayesinin kendine mahsus amaçlarına Sait Faik ve Sabahattin Ali’nin inşa ettiği iki ayrı yolu kendinde birleştirerek yenilediği ve hikayemizin zirvesine yerleştirdiği gerçeğini sözümona ideolojik kayıtlarla susarak geçiştirmeyi sürdüyorlardı.
Kutlu yaşayan en önemli hikaye yazarımızdır ve bu, Yokuşa Akan Sular‘ın yayımlandığı 1979’dan beri maalesef değişmeden bugüne kadar gelmiştir. Maalesef diyoruz, çünkü burada teessüf edilecek iki durum var. Birincisi, Türk edebiyatı gibi özü itibariyle sürekli yenilenme ve değişme ihtiyacı ve azmine sahip bir edebiyatta bir yazarın 25 sene bir türün en önemli temsilcisi olması doğal değildir; sonra gelenlerin şaşkınlığının ve yeteneksizliğinin bir ifadesi veya başka türden müdahalelerin göstergesidir. İkincisi, ki birincisiyle doğrudan doğruya bağlantısı var, sözünü ettiğimiz önem, Kutlu’nun 25 senedir en büyük hikayecimiz oluşu, edebiyat alemi tarafından saklanmış, gösterilmemiş, temsil edilmemiştir. Gönül İşi nüshasını çaldırdığım yıl “Hikayemizin Son 25 Yılı” gibi bir toplantıya gitmiş ve oradaki konuşmacıların son 25 yılda çıkan, çoğu önemsiz, ancak birkaç tanesi ikinci dereceden bir öneme sahip yazarların isimlerini sayıp durmalarına, o gün için artık bayatlamış olması gereken “Sait Faik bireycidir, Sabahattin Ali Toplumcudur” sakızını çiğnemeye devam etmeleri karşısında hayretten donakalmış, sonra da tahammül edemeyip toplantıyı ortasında bırakıp çıkmıştım.
O toplantıda ismi sayılanların çoğuyla daha sonra, 1999’da gündeme sokulan “hikaye patlaması”ndan etiket olarak yararlanmasını bilip isimlerini bir şekilde bir yerlerden geçirmeyi başaranların Türk hikayesiyle hemen hiçbir ilgisi yoktur. Yazdıklarını okuyan da yoktur zaten. Çoğunun kitaplarının ikinci baskı şansı bulmadığı ortadadır. İkinci baskıyı bulanların da bunu nasıl becerdikleri ayrı bir mesele… Bizim için burada mesele daha çok Kutlu’nun Türk hikayesinin en yaygın kabul görmüş iki kanalını (gerçekçilik/toplumculuk kanalıyla fantezi/bireycilik kanalı) kendisinde birleştirmesine rağmen arkasında çırak bırakmayacak olmasıdır. Türk hikayesi Mustafa Kutlu’yla yakaladığı aydınlığın yerine belli bir süredir (1990’da yayımlanan Sır’dan sonra hikayemizde ciddiye alınabilecek bir çıkış, bir yenilik, yeni bir özel yetenek söz konusu değildir; hikayemiz ondan sonra hemen tamamen Latin Amerikan hikayesinin güdümüne girer) karanlığa gömülmüş bulunmaktadır.
Kutlu’nun hikayeci olarak çıraklığının uzun sürdüğünü görüyoruz. On yılı bulan ilk döneminde hem sadece iki kitap çıkarabilmiş hem de bu dönemde yazdığı hikayeleri sonradan gözden çıkarmış, bunları sahiplenmemiştir. Aslında bu dönemde kalan hikayelerindeki bazı sanatsal teknikleri ve anlatım yolunu daha da geliştirip sonraki hikayelerinde de kullandığını görüyoruz. Hikayesini dramatik monolog tarzında kurması bunların başlıcasıdır. Kutlu bu özelliği önemli oranda Sait Faik’ten devralır.
Kutlu’da hikaye kahramanları hemen her zaman konuşurlar. Soyut anlatım, yani hikayecinin üçüncü şahıs anlatımı hem az yer kaplar hem de simgeselliğin büyülü atmosferine yaslanır. Bu ise olay ya da durumu büyülü göstermek için değil, hikayeye dışarıdan bir şey katılmasını önlemek ve hikayecinin mesajını inandırıcı ve minimal kalıplarla okuyucuya sunmak içindir. Diyaloglar, yani kahramanların birbirleriyle konuşmaları da fazla bir yer kaplamaz. Konuşmalar genellikle karakterin kendi kendisiyle, gönlündeki veya kafasındaki bir büyük kişi ya da Allah’la yaptığımız konuşmalarıdır. Fakat en önemli konuşma tarzı dramatik monolog dediğimiz, karakterin hikayeci veya okuyucuyu muhatap alarak yaptığı parçalı konuşmalardır.
Mesela Bu Böyledir kitabındaki ilk hikayenin kahramanı Süleyman Koç, dramatik özellikleri, konuşma tarzı bakımından Kutlu tekniğinin önemli bir figürüdür. Çünkü haksızlığa uğradığı inancıyla günlük hayata tutunma zorunluluğu arasında bölünme yaşayan bu kişi oldukça etkili olan dramatik monologunda bazen hikayeciyle, bazen onu sınıfla bırakarak okulu bitirmesine engel olan öğretmeniyle, bazen kendi kendisiyle, bazen de büsbütün belirsiz bir kişiyle konuşmaktadır. Bu teknik, yani dramatik monologun yaratıcılığa son derece elverişli, yapısı Mustafa Kutlu’yu hikayemizin en büyük handikaplarından birinden, yani inandırıcılık sorunundan, teknik terimle “bakış açısı sorunundan” kurtarmıştır. Sır’da özellikle Şeyhefendi’nin kendi kendisiyle veya dinleyicisiyle/hikayecisiyle konuşmaları, İçimizdeki Yoksulluk’ta Süheyla’nın konuşmaları, Bu Böyledir’de Süleyman Koç’la karısının konuşmaları ve nihayet Ya Tahammül Ya Sefer’in efsanevi “dava delisi” Kerim karakterinin konuşması gibi yakın plan anlatım teknikleri Kutlu’nun okuyucuyla hikaye kahramanları arasındaki mesafeyi kısaltmanın temel araçları olmuştur.
Sonuçta dramatik monologu Mustafa Kutlu icat etmiş değildir. Hatta Kutlu’nun meseleye bu kadar kitabi yaklaşmadığını da söyleyelim. Kutlu’nun esas olarak yaptığı, Sait Faik ve Sabahattin Ali’nin hikayelerinde az çok hep kendi kendileri olarak yaptıkları konuşmaları bütün hikayeye yaymak ve yazar olarak hikaye anlatıcısını dışarda tutmaktır. Bu, hikayemizde Sabahattin Ali’nin en başarılı hikayelerinde soyutla somutu iyi kaynaştıran tamamen gayri resmi anlatımı ve Sait Faik’in tam aksi yönde hikayecisini konuşturan, hikaye kahramanlarıyla yazarı iyi dengeleyerek yer yer birleştirip yer yer ayıran öznel anlatımdan sonraki en büyük teknik yeniliktir. Mustafa Kutlu, William Faulkner’ın roman için yaptığı şeyi hikayede yaparak yazar-hikaye karakteri-okuyucu gerilimini en aza indirmiş, bakış açısı sorununu çözmüştür. Bu ise Kutlu’nun kendi icadıdır. İnsanların Kutlu’nun hikayelerinde özdeşleşme veya dümdüz bir samimiyet zannettikleri şeyin sırrı birinci sınıf bir anlatım tekniği olan dramatik monologun her karakterde bir başka değişkesine varılmasında yatar. Teknik ana başlık olarak buna zaten uygundur. Ama Kutlu bunu hikayemizde bir eşi daha olmayan bir ustalıkla uygulamıştır. Sözünü ettiğimiz samimiyet ise olsa olsa Kutlu’nun hiçbir karakterine karşıdan bakmaması, her karakteri kendisini anlama biçimini de anlatıma dahil ederek okuyucuya sunmasıdır.
Ahmet Cüneyt Issı’nın dikkat çektiği “yüzleştirmeleri” de unutmamak lazım tabii. Kutlu hümanist değildir ve her karakterini eşit oranda sevmez, kabul etmez, desteklemez. Karakterlerin kendilerini sevmelerine, bağışlamalarına fırsat verir o kadar. Yazar olarak görüşünü hiçbir zaman açıkça duyurmaz. Fakat Issı’nın da örneklerini vererek çözümlediği gibi, masumiyetini kaybetmiş karakterler daima kendi geçmişlerini canlandıran masum ve bazı durumlarda eleştirici (Asım beyle oğlu İlhan ya da Engin ve Süheyla örneğinde olduğu gibi) bir karakteri karşılarında bulurlar Mustafa Kutlu hikayelerinde. Mutlak ideolojik ve siyasi hikayeler yazmıyor Mustafa Kutlu; ama anlatmak için anlatan, hikayeye keyif ve zevk için yaklaşan okuyucuya konuşan bir yazar hiç değil. Özellikle asıl önemli dönemi saydığımız (ki bu konuda bir mutabakat vardır) “Beşleme’de Kutlu’nun toplumsal eleştiri ve öneri pozisyonunda durduğunu görüyoruz.
Yokuşa Akan Sular, adı üstünde ülkede bir şeylerin ters gittiği, yerel hayatın bittiğini ve ama büyükşehre göçün de insanlara hayat sunamadığını kötümser denebilecek bir bakış açısıyla veren bir kitaptır. Hikayenin baş kahramanlarından biri bir kaza kurşunuyla diğerinin kucağında can verir. Bu bir tür ilahi işaret ve cezadır. Göçün ve yeni çalışma düzeninin getirdiği değişimi direnmeksizin kabul eden Cevher Bican karakteri, belki daha saf, belki eğitimi kıt, belki de yaşça daha ileri olduğu için değişime kişiliğini kaptırmayan Seydali karakterinin kucağında, bir miting sırasında, kargaşa esnasında bir serseri kurşunuyla hayata gözlerini yumar. Bu trajik son akla Sabahattin Ali’yi getirse de durum tam tersidir. Çünkü Sabahattin Ali’nin trajik sonlarında hep masum ve bozulmamış halktan biri ölür; Kutlu ise değişen, genç, diri ve yeni karakterini bu hazin sona terk eder.
Beşlemenin ikinci kitabı olan Yoksulluk İçimizde’de kötümserlik de ölüm de kırılır gibi olursa da, hemen sonra gelen Ya Tahammül Ya Sefer’de kötümserlik, düşkırıklığı, inancın çözülüşü gibi trajik temalar had safhaya çıkar. Bu kitabı iğnelenir gibi okumamak pek mümkün değildir. Daha sonra gelen Bu Böyledir‘de ise tragedya artık öz olarak hikayenin temeline yerleşmiştir. Lunapark temsilinde Kutlu küçük ve başarılamamış hayatların çıkışsızlığı fikrini serimler. Artık yolunu şaşıranlar, kaybolanlar, değişim karşısında çözülenler tek tek kişiler değil kalabalıklardır. Bu Böyledir ile İsmet Özel’in Celladıma Gülümserken kitabının şiirlerini karşılıklı okumak (genç şairlerden Ali Akyurt’un Mustafa Kutlu’nun anlatım teknikleri ile ilgili yazısında önerdiği gibi) okuyucuyla yeni toplumsal eleştirinin nasıl olabileceği konusunda taze fikirler verecektir. Özel gibi Kutlu da her gelen değişimi kabullenmeye karşı durmakta ve değişimin taşıyıcısı olan ticaret ve teknoloji karşısında kuşkusunu pek gizlememektedir. Yazar kuşkuculuğunu, eleştirelliğini Sır kitabında daha da ileri götürerek bir siyasi blokun akla gelebilecek her karakterine projeksiyon tutmuştur.
Biz kutlu hikayelerini hep “Peki ümit nerede, yazar ne öneriyor, çıkışı bulabilecek miyiz?” merak ve endişesi içinde okumuşuzdur. Yazarın tekniğinin getirdiği okunma kolaylığı siyasi tezinin algılanmasını da kolaylaştırmakla birlikte, sözünü ettiğimiz merak ve endişe Yoksulluk İçimizde‘nin nispi iyimserliğini saymazsak Mustafa Kutlu beşlemesinin her kitabında yerini bir mutlu veya umutlu sonuçtan çok eleştirellik ve emin olmama haline, kuşkuculuğa bırakmaktadır okuyucu açısından. Dünya görüşü itibariyle yakın olduğu pek çok şair ve yazar gibi Mustafa Kutlu da siyasi ve sosyal bir çözüm önermemektedir. Medeni insanı her hikayesinde biraz daha yıpratarak, Sır kitabının son hikayesinde ilk insanla son insanı, en yaşlıyla en genci, en çok bilenle yeni öğreneni yani şehir hayatının alengirli tarzına tahammül edemeyip başını alıp kırlara vuran Şeyhefendi’yle oyun oynayan ve kendilerine çerçöpten bir dünya kuran çocukları birleştirir. Bu ise kısmen bir serinlik sağlıyor; çünkü çözümün ancak yeni kuşaklarda olabileceğini, “sırrın” henüz daha sosyalleşme ve medenileşme yoluyla bozulmayı öğrenmemiş olan çocuklarda saklandığı alttan alta sezdiriliyor. Bu ise Türk hikayesiyle pek alaka kuramayan yeni kuşak hikayecilerin kötülükle, inançsızlıkla, güvensizlikle niye o kadar meşgul olduklarını ve tezsiz ve önerisiz hikayeler yazdıklarını anlamamızı kolaylaştırıyor.