İlm-i tarihimizin ahir zamanında nevzuhur sıfatlarla maziye bir nazar kılanların (!) dermiyan ettikleri fikirlerini okumak, aciz-i çakerlerini, duçar-ı hayret ü ıztırap eyliyor. Ayşe Hür Hanımefendi’nin Öteki Tarih nam kalem mahsulünün ilk cildini kıraat eyleyince aynı hissiyatı mükerreren yaşadım.
Ayşe Hür Hanımefendi, iki uç olan akademik ile popüler tarihçiler arasında bir yerde durmaya çalıştığını daha başlarken okuyucusuna haber veriyor. “Tarihsel gerçeklik olarak ortaya koyduğum şeylerin tümünde, değer yargılarımın ve ideolojik biçimlenmemin izlerinin olduğunu hatırlatmayı borç biliyorum” diyor (s. 11-12). Demek ki okuyucu olarak şahsen, kitapta serdedilen mütalaaları “ideolojik biçimlenmeden” uzak eylemeyeceğim.
İlm-i tarih erbabını “resmî tarihçi ve gayriresmî tarihçi” olarak ayıran müverrih hanım, bu durumda “nimresmî tarihçi” oluyor. Yarı resmî Elhamra gazetesi gibi. Nazar kıldığı konuları resmî tarihin sayfalarından aldığına göre başka ne ile tavsif edebiliriz ki efendim.
Öteki Tarih’in bu cildinde -şimdilik üç cilt- elden geçirilen mesail, takriben bir asırlık bir devreyi ihata ediyor. İlk yazı “Abdülmecid ve Tanzimat Dönemi”, son yazı ise “Bediüzzaman Said-i Nursi”. Abdülmecid’in -herhangi bir unvanı, sıfatı yok, yazı boyunca böyle anılıyor- şehzadeliğindeki eğitiminin “sadece alaturka dersleri değil alafranga dersleri de kapsadığını” öğreniyoruz. Burada vuzuha erdirilmesi icap eden, alaturka ve alafranga derslerin neler olduğudur. Alaturka ve alafranga musikiyi biliyoruz da bu dersler bir muamma! Tahta geçişinden dört yıl sonra halkının arasına karışmaya cesaret eden Abdülmecid Uludağ’a çıkıyor, Çanakkale’ye gidiyor. Gezdikçe gezesi geliyor; “Bozacaada, Midilli, Sakız, Sisam, Bahr-i Sefid denilen On İki Adalara uğruyor” ve dahi “yol boyunca halkla sohbet ediyor” (s. 15). Resmî tarihte Bahr-i Sefid “Akdeniz”, Cezâir-i Bahr-i Sefid ise “Akdeniz Adaları”. Bugüne dek resmen kandırıldığımızı böylece “nimresmî tarihçi”mizden öğreniyoruz. Allah ömrünü müzdad eylesin Ayşe Hanım’ın. Öteki tarihten daha ne kadar mahrem malumat verecektir, Allahü a’lem bi-s-savab.
Nimresmî tarihçi hanımefendi, gazete yazılarında “Osmanlı Devleti” terimini kullanırken, ilm-i tarihte kemale erince Batı tarihçilerinin “Osmanlı İmparatorluğu” terimini tercih ediyor. Çünkü “devletin yayılmacı karakteri” ancak böyle ifade edilirmiş. Zira “merkeze gevşek bağlarla bağlı idari birimleri ya da Kürtler gibi yarı özerk toplulukları göz önüne almak” lazımmış. Zaten “böl ve yönet” siyasetini uygulayan “merkezi devlet” -bir de gayri merkezî ve yarı merkezî devlet olması lazım değil mi?- Kürt-Ermeni düşmanlığını da kökleştirmiş! Üstüne Hamidiye Alayları devresi bu siyasetin meyvelerinin toplandığı zaman imiş. Bu alayların kurulmasından sonra “Ermenilerin yaşadığı her şehirde” baskın, talan, öldürme gibi olayların sayısı artmış (İstanbul’da, İzmir’de, İzmit’te, Bursa’da da Hamidiye Alayları var mıydı acep? Nimresmî müverrih, Devlet-i Aliyye’nin her şehrinde hükm-i âlisinde bulunduğuna göre biz de soralım dedik). “1894-1896’da Urfa ve Sasun’da yaşanan toplumlararası çatışmalarda Hamidiye Alayları kendi inisiyatiflerini de kullanarak binlerce Ermeni’yi öldürdü. Sadece alaylara asker veren aşiretler değil, diğer Sünni Kürt aşiretleri ile Alevi Kürt aşiretleri de karışmıştı. Ancak ikinciler sadece yağma ile yetinmişlerdi” (s. 73-74). Breh breh… Hele bir de bu alayların 1915-1917 Ermeni Kırımı -terim yarı resmîdir, zinhar başka bir mana anlaşılmaya- sırasında yaptıkları kötü işler var ki, Sünni Kürt aşiretleriyle aynı coğrafyayı paylaşan Ermenileri saf dışı bırakmak için pek çok suça karışmışlar. Fakat “bu eylemleri hem bölgeseldi hem de devletten bağımsız değildi” (s. 74). Hangi devlet Ayşe Hanım? ‘Osmanlı İmparatorluğu’ değil miydi? Burada resmî tarihçilerin atladığı, bilerek yazmadığı, unuttuğu, örttüğü öteki bir gerçek faş ediliyor! Yetişin millet. “Bu eylemler hem bölgesel hem de devletten bağımsız değil.” Yani bîserâk (Bîserâk means iki hörgüçlü erkek deve ile bir hörgüçlü dişi devenin yavrusu).
Ermeni meselesi, Ayşe Hür Hanımefendi’nin özel ilgi alanına dahil. Yüksek lisans tez konusu, “Avrupa Birliği’nin Tarih ile Barışma Politikaları ve Ermeni Meselesi”. Avrupa Birliği tarihi ile barışmak istiyormuş demek ki. Bizim tarihimizle bir küslüğümüz yoktur Allah’a şükür. Zaten bizim “âli tarihimiz”, kendine küsenlerden de haberdar olamıyor. O kadar âli ki… Efendim, meğerse Ermeni cemaati, hem merkezi devlet, hem Kürt aşiretleri tarafından sömürüldüklerinden dolayı, batsın bu dünya, sömürüye son, faşizme geçit yok, kahrolsun ağa düzeni nidalarıyla kıyam eylemişler. Amma velakin Kürtler ve merkezi ordular -buraya dikkat, devlet değil ordular- işbirliği halinde Ermenileri ezmeyi başarmışlar. 1894 Sasun olaylarında öteki tarih kaynaklarına göre verdikleri kaybın sayısı 80 bin ilâ 100 bin arasındaymış fakat bu da yeterli gerçek değilmiş. Nimresmî tarihçimiz buyuruyorlar ki “Cesetlerin çukurlara doldurulup benzinle yakılması yüzünden hiçbir zaman gerçek sayının ortaya çıkmadı” (s. 79). 19. yüzyıl sonunda o bölgede hangi benzin istasyonları vardı ki? Bu konuda çok ateşli bir yüksek lisans öteki tarih tezi, tez zamanda hazırlanarak boşluk doldurulmalıdır.
Resmî tarihlerde 1894 İstanbul Osmanlı Bankası Baskını’nın örtülen gerçeğini de öteki tarihten öğrenip şaşakalıyoruz. Resmî tarihe göre, Osmanlı kolluk kuvvetleri bankayı basan 31 Ermeni’yi halledemiyorlar, aracılarla sağlanan anlaşmayla sağ kalan 17 işgalci, Fransız gemisiyle Marsilya’ya gönderiliyorlar. Oysa öteki tarihte böyle değil. “Softalardan, serserilerden ve hamallık tekelini elinde bulunduran Ermeni hamallarla aralarında büyük rekabet bulunan Kürt gümrük hamalları ile Kasımpaşa’daki Bahriye neferlerinden oluşan gruplar sokaklarda rastladıkları Ermenileri sopalarla öldürmüşler, işgalciler gemiye bindirildikten sonra da Ermenilere saldırmaya devam etmişlerdi” (s. 86). Selanik Demiryolu Müdürü Alexis Bey’in “bir mektubuna bakarak” bu öteki gerçeği yakalıyor Ayşe Hür Hanımefendi. Sonra bu katliam sopaları Hüsamettin Ertürk’ün anılarında ortaya çıkıyor. İşte bunu “nimresmî masal” tesmiye etsek hilaf-ı hakikat olmaz kanaat-i kavisindeyim şahsen. Masal bu ya katliamda ölen vatandaş Ermenilerin sayısı önce 2-3 bine, sonra 5 bin daha sonra 6 bin mertebesine çıkıyor ki masalcıların katkısını gözden ırak tutmamak lazım vesselam.
Resmî tarihin bir tahrifini daha öteki tarihten öğreniyoruz ki Ayşe Hür Hanımefendi’ye ne kadar medyun-ı şükranız! “Resmî tarihçilere göre Mustafa Kemal Hareket Ordusunun kurmay subayıdır. Bu iddia esas olarak İsmet İnönü’nün hatıralarına dayanır… Halbuki o dönemde ‘kolağası’ rütbesindeki birinin ‘kurmay subayı’ olması pek mümkün görünmez” (s. 119). Mustafa Kemal’in Harbiye-i Şahane’de tahsil gördüğü senelerde, Harbiye’den başarıyla mezun olanların doğrudan Erkan-ı Harp Mektebi’ne gittiklerini, burayı bitirdiklerinde erkan-ı harp yani kurmay subay olarak kıtalara tayin edildiklerini, öteki tarih müverrihi bilmiyorsa sad-hezar ayb. Gazi’nin 1905 yılında erkân-ı harp mektebini bitirdiğini resmî tarih kayıtları gösteriyor. Ayşe Hür Hanımefendi’nin “özet kaynakça”sında değil de “mufassal bibliyografya”sında aceba buna dair belgesi -belge fetişizmine kapılmayalım lütfen- kaydı var mıdır ki?! Ne diyor Harputlu Rıfat Dede? “ Gasl olunmaz mâ ile gerçi şehîdân-ı vegâ / Yıkayın meyle beni bir yeni mezheb icâd eyleyin”
Öteki Tarih, bir hazine dostlar. Türk Yurdu Cemiyeti’nden bahsederken, “kuruluşuna şair Mehmed Emin Yurdakul’un öncülük ettiği bu dernekte Yusuf Akçura, Ahmed Ağaoğlu, Hüseyinzade Ali Turan ve Ahmed Hikmed Müftüoğlu gibi Rusya kökenli Türkçü aydınlar yer aldı” diyor muhterem müverrih. Sülalesi Mora’ya dayanan Ahmet Hikmet, Rusya kökenliymiş de haberimiz yokmuş. Bu resmî tarih var ya… Neyse… Hele bizden saklanan bir öteki gerçek var ki bunu şahsen kabullenmekte halen zorluk çekiyorum. Efendim, Yusuf Akçura, Rusya Tatarıymış (s. 144). Bildiğimiz Kazan Tatarlarından olduğu. Demek ki Kazan ve Kırım Tatarlarının yanı sıra “Rusya Tatarı” da varmış. Talat Bey’in sivil olduğu halde, daha sonra paşa olmasını ise nimresmî tarihçimiz Osmanlı sivil bürokrasisinde de bu unvanın kullanıldığından bîhaber olsa gerek ki taaccüple karşılıyor.
Tarih ve Uluslararası İlişkiler/Siyaset Bilimi çift ana dal eğitimli Ayşe Hür Hanımefendi, resmî tarihi “ötekileştirmeye” ahdetmiş görünüyor. Yalnız daha baştan “belge fetişizminden” uzak durduğunu dermiyan ettiğinden dolayı kendi kulvarında bir hareket serbestliği kazandırıyor kendine. Bu yolda mücahedesine aşkla şevkle devam etmeli ki biz de müstefit olalım! Yoksa nereden bileceğiz tarihin arka odasındaki mahrem öteki bilgileri. Ben daha ilk ciltteki öteki bilgilerden dolayı tuş oldum. Kırkpınar başlayıncaya kadar kuvvet kazanıp diğer ciltleri de okumak için kendime söz veriyorum. Sözümü tutarsam siz okuyucuları da bundan mahrum kılmayacağıma öteki tarih adına yemin içerim efendim.
Bizim de öteki tarihe bir katkımız olsun deyu şu mahrem olayı Falih Rıfkı Bey’den naklen anlatalım da hep beraber bir kıssa çıkaralım muhteremler. II. Abdülhamid’in Adana’ya sürgüne gönderdiği Şeyh Esad, İttihat ve Terakki tarafından ilk meclise mebus olarak alınmış. Meclisteki yeri, Türkçe bilmeyen bir Bağdat mebusunun yanında imiş. Bağdat mebusu her celsede uyur, müzakere bittiği zaman başını kaldırıp “Ya Şeyh bugün ne oldu?” diye Esad Efendiden celsenin hikayesini dinlermiş. Şeyh Esad Efendi Bağdat mebusundan bıkmış, usanmış. Ve bir gün celse kapanıp aynı suali işitince:
– A… demiş, haberin yok mu? Bugün her mebusa kendi vilayeti için vapur verdiler.
– Ya Bağdat?
– Sen uyuyordun. Başka bir isteyen de olmadığı için vermediler.
Bağdat mebusu çılgın gibi ayaklanmış, saçını sakalını yolarak:
– Erbaa vaburat, liddevleti velfırat! Diye bağırmaya başlamış.
Ahmed Rıza Bey, mebusun delirdiğine hükmederek hademelere işaret etmiş. Mebusu yakalayarak zorla musluğa götürmüşler ve başını soğuk su ile yıkamaya başlamışlar. Bu vakitsiz duştan sonra, Reisin yanına götürülen mebus Efendi, hikâyeyi anlatmış. Gülmüşler ve kendisine arkadaşının bir muzipliğine uğradığını söylemişler. Bağdat mebusu koridorda yakaladığı şeyhin yakasına sarılmış:
– Ya Şeyh ayıp değil mi? Benimle alay etmek sana yakışır mı?
Suratını asan Şeyh Esad:
– Peki hocam, demiş, ne istersen yap, hakkın var. Sana ben yalan söylemiş olayım, onlar da doğrusunu söylemiş olsunlar.
Hoca, ters yüze, bağıra çağıra Reisin odasına koşarken, Şeyh Esad merdivenlerden inmiş ve savuşmuş.
Ayşe Hür Hanımefendi, sahi size kim “öteki tarih” veriliyor diye söyledi. Merak ettim de….