Okuma Kılavuzu

Oğuz Atay okuma kılavuzu

Sezgin Çevik / 16.02.2015

Oğuz Atay 12 Ekim 1934 yılında İnebolu’da doğdu. (Hakan Arslanbenzer duymasın, “o bir terazi”.) Ailesi, o beş yaşında iken Ankara’ya yerleşen Atay, ilk ve orta öğrenimini burada tamamladı. Maarif Koleji’nin ardından İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesine giden yazar, bölümden 1957 yılında mezun oldu. Mezuniyeti sonrası İstanbul Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisinde öğretim görevlisi olarak görev yapmaya başladı ve topografya ve yol inşaatı üzerine dersler verdi. (1957 yılında akademide doçent olan Atay’ın Topografya adlı bir kitabı da bulunuyor.) Yakalandığı rahatsızlıktan kurtulamayan Atay 13 Aralık 1977’de hayata veda etti.

Üniversite yıllarından itibaren edebiyatla ilgilenmeye başlayan Oğuz Atay, ilk romanı Tutunamayanlar’la TRT’nin 1970 yılında açtığı yarışmada roman ödülünü kazandı. Üç yıl sonra ise ikinci romanı Tehlikeli Oyunlar’la okuyucunun karşısına çıkan yazar, 1975 yılında teknik üniversiteden hocası Mustafa İnan’ın hayat hikayesi Bir Bilim Adamının Romanı’nı yayımladı ve hikayelerini Korkuyu Beklerken kitabında bir araya getirdi. Oğuz Atay’ın Devlet Tiyatroları’nda sahnelenen oyunu Oyunlarda Yaşayanlar (1979), bitmemiş romanı Eylembilim (1998) ve Günlük (1988) yazarın ölümünden sonra yayımlama imkanı buldu.

Oğuz Atay’ı Nasıl Okumalı?
Beyaz Mantolu Adam Oğuz Atay

Türkler olarak beğendiğimiz bir şahsiyeti tasvir ederken gereksiz şekilde romantikleşmek gibi bir huyumuz vardır. Sıradan bir siyasi lider olan Bülent Ecevit’e “Karaoğlan” yakıştırması yapmışızdır örneğin. Futbol tarihimizin taçlı, taçsız, sinema tarihimiz çirkin, yakışıklı “kral”larla doludur. İki sene sonra ismini hatırlayamayacağımız şarkıcılara “süper star” yakıştırmasında bulunmayı görev addederiz. Söz konusu kişi bir edebiyatçı olduğunda ise birazcık farklı bir yol izler, onları nitelerken eserlerinden alıntılarla idare ederiz. Yusuf Atılgan “Aylak Adam”dır, Edip Cansever “Ruhi Bey” vs… Modern Türk romanının medarı iftiharı Oğuz Atay da kendisi için sıkça kullanılan “Beyaz Mantolu Adam” yakıştırması sayesinde bu romantizmden payını almıştır. Dostoyevski okuma kılavuzunu Türkiye’de genç romancıların içinden çıkacakları bir Kaput arayışına girip girmeyecekleri sorusunu sorarak bitirmiş biri olarak bu ifadenin benim için de çekici bir yanının bulunduğunu itiraf etmeliyim. Fakat en son söyleyemem gereken şeyi işin başında söyleyeyim ve Oğuz Atay’ın “Beyaz Mantolu Adam” olmadığını, öteden beride yazarı bu şekilde niteleyen yazıların bazen bilinçli, bazen bilinçsiz olarak hedef saptırmaktan başka bir işe yaramadığını belirteyim. Bu cümleyi kurduktan sonra cevaplamam gereken birkaç soru ortaya çıkıyor sanırım. Oğuz Atay niye Beyza Mantolu adam değildir? Onu bu şekilde niteleyenler niçin hedef saptırmaktadırlar?

Madam Bovary’nin yansıması
“Madam Bovary, benim!” demiş Gustave Flaubert. Fransız romancının bu iddiasını, yazarın yarattığı kahramana kendinden bir şeyler kattığı şeklinde yorumlarsak bir sorun yaşamayız. Hatta biraz daha ileri giderek aksinin mümkün olmadığını, her yazarın bu açıdan bir şekilde Flaubert’le aynı konumda olduğunu söyleyebiliriz. Fakat Flaubert’in cümlesi, yazar ve kahramanı arasındaki ilişkinin çift taraflı bir gerekirlik taşıdığı şeklinde anlaşılırsa edebiyat eserinin bütünüyle yansıtmadan ibaret olduğu varsayımı da kabul edilmiş olur ki bu durumda “O zaman edebiyata neden ihtiyaç duyulsun ki?” sorusu gündeme gelecektir. Belki bunun için de ciddi edebiyat eleştirmenlerinden Dostoyevski için Mışkin ya da Raskolnikov, ne bileyim Balzac için Rastignac, Joyce İçin Dedalus ya da Bloom eşleştirmesini yapan birini bulmak mümkün değildir.

Kimseye haksızlık etmeyelim, bizdeki eşleştirme aşıkları ciddi edebiyat eleştirmenleri arasından değil daha çok ikinci, üçüncü sınıf ilgililer arasından çıkıyor. Yazık ki, pek çok ülkede olduğu gibi bizde de okuyucunun yaklaşımını öncelikli olarak bu ilgililer belirlediği için bunların zararları kendi cirimlerinin ötesine geçiyor çoğu zaman.

Hedef edilmiş miras
Temel sorun ifadenin kendisinden çok okuyucu zihninde oluşturduğu çağrışımda. Oğuz Atay için kullanılan “Beyaz Mantolu Adam”, “Bir Tutunamayan” gibi ifadelerde kendini gösteren romantik yaklaşım çoğu zaman yazarın yaptığı işin önemini perdeliyor ve dolayısıyla Oğuz Atay’ın romancılığının değerinin anlaşılmasında bir engel olarak beliriyor. Belki de en çok bunun için, Türk romanının kulvar değiştirmesi aşamasında oynadığı rol itibarıyla edebiyatımıza açılım sağlayabilecek en önemli romancı olmasına karşın Oğuz Atay’ın mirası onu takip eden romancılar tarafından çarçur edilmiştir. Yetenekli bir yazar olan Nihat Genç, örneğin, Oğuz Atay çizgisini layıkıyla sürdürebilseydi edebiyatımız iyi bir romancı kazanacaktı. Ne var ki Genç, Atay’ın yazarlık deneyimini sadece artistik bir numaradan ibaret zannettiği için iyi bir kopya olmayı bile başaramamıştır. Oğuz Atay’ın roman kişilerinin cebelleştiği sorunlar çok boyutludur ve nasıl ki Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ını genç bir entelektüelin hezeyanlarından ibaret görmek mümkün değilse, Atay’ın eserlerinde de bu şekilde yaklaşmak sağlıklı bir sonuç vermez. (Kimse, Franz Kafka örneğinin arkasına sığınmasın lütfen. Kafka, onun Musevi olduğu ayrıntısı dikkate alınmadan anlaşılamaz.) Nitekim Genç ve onun dahil olduğu kuşak bu yaklaşımlarının cezasını, ilgili oldukları edebi türlerde kalıcı eserler ortaya koymayarak çekmişlerdir. Yazık ki aynı sorunun bir şekilde sonraki kuşaklara da siyaset etmesi, sözünü ettiğimiz sonucu, verimli bir mirasın çarçur edilmesini doğurmuştur.

Kulvar farkı
Modern Türk şiirinin 1950-60 yılları arasında İkinci Yeni ile yaşadığı dönüşümün Türk romanındaki karşılığıdır Oğuz Atay. İki farklı edebi tür arasındaki etkileşim için bu kadar doğrudan bir yargıda bulunmak kulağa garip gelebilir. Ne var ki, şiir ile roman (veya diğer sanat dalları) arasındaki halef-selef ilişkisi sanıldığından daha açıktır ve şiir, belirleyici olma pozisyonunu kolay kolay bir başka sanat dalına devretmez. Orhan Kemal ve Kemal Tahir romanını Nazım Hikmet şiiri müjdelemiştir örneğin. Dostoyevski-Tolstoy-Turgenyev üçlüsü, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısına damgasını vuran Rus şairlerinin devamıdır bir bakıma. Modern İngiliz şiiri, James Joyce ve Virginia Woolf’u öncelemiştir.
Türk romanının ve Türk şiirinin dönüşümü bağlamında Oğuz Atay ile İkinci Yeni arasında bir ilişki bulunduğunu iddia etmemizin tek sebebi, Oğuz Atay’ın romanımıza, İkinci Yeni’nin şiirimize getirdiği biçimsel yenilikler değildir yalnızca. Doğrudur; klasik anlatı kalıplarının dışına çıkması açısından romancılığımızda bir dönüm noktasıdır Oğuz Atay. İkinci Yeni, Türk şiirinin kendine yeni bir mecra arayışı çabasının sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Sadece bu benzerlik üzerinden bile arada bir paralellik olduğu savunulabilir. Kaldı ki İkinci Yeni-Oğuz Atay ilişkisi çok daha girift bir nitelik taşımaktadır.

İmparatorluk toprakları üzerine kurulan yeni Türk devletinin yetiştirdiği ilk önemli sanatçı kuşaktır İkinci Yeni. Ve İkinci Yeni şiirini, Cumhuriyetin yetiştirdiği ilk kuşağın Kemalist modernlik projesiyle hesaplaşması şeklinde okumak mümkündür. Bu bağlamda Oğuz Atay da aynı hesaplaşmayı bir başka şekilde, bir başka türde yürütmeye çalışmıştır. “Bir başka zaman diliminde” diye eklemek gerekebilir, çünkü bu hesaplaşmaya giriştiği dönem itibarıyla durumun pek de parlak olmaması sebebiyle İkinci Yeni şairlerinde var olan umudu, bu umuttan kaynaklanan girişkenliği paylaşmaz Oğuz Atay. “İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım” diyen Turgut Uyar’ın aksine onun kahramanlarının, Turgut’un, Selim’in, Hikmet’in ne göğe bakmaya mecali kalmıştır ne sevinmeye. Sezai Karakoç, “Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır” derken o, Oyunlarda Yaşayanlar‘da “1683’ten beri yenilmiyor muyuz?” der parantez içinde. (Parantez içi meselesi ayrıca önemli. Oğuz Atay bütün dertlerini parantez içinde anlatır gibidir çünkü.) Cemal Süreya “dört nala sevişmek” derdindeyken o Tehlikeli Oyunlar‘da “bugün-ona-evlenme-teklifi-edeceğim-nasıl-olur-daha-elini-bile-tutmadım” sorusunun cevabının nasıl çözüleceğini sorar öğretmenine.

Umudu beklemezken
Oğuz Atay’ın Bir Bilim Adamının Romanı‘nında, İTÜ’de profesör olan hocası Mustafa İnan’ın biyografisini kaleme alması bu açıdan tesadüfi değildir. Onun kahramanlarının sahip olmadığı umuda, özgüvene, kararlılığa sahiptir Mustafa İnan. Tehlikeli Oyunlar‘ın “Bilge’yle bilgisiz, Sevgi’yle sevgisiz” Hikmet’ine inat bilgeyle ve sevgiyle de herhangi bir sorunu yoktur. Tutunamayanlar‘da olsun, Tehlikeli Oyunlar‘da olsun roman kişilerinin kaybettikleri, aradıkları ve bir türlü ulaşamadıkları zihinsel rahatlığa sahiptir. Biraz abartıyla Mustafa İnan’ın, Oğuz Atay romanlarında karşılaştığımız tiplerin antitezi olduğu söylenebilir. Ne var ki yazarın genç yaşta vefat etmesi, onun bir senteze ulaşmasına engel olmuş ve maalesef Oğuz Atay romanı tamamlan(a)mamıştır.

Bir yandan Oğuz Atay romanının tamamlanamamış olduğunu söyleyip diğer yandan onu Türk romancılığının seyrini değiştiren adam olarak nitelerken birbiriyle çelişik iki yargıyı dillendirdiğim sanılabilir ilk başta. Hayır. Bir çelişki yok. Ortalamanın biraz üzerinde bir edebiyat okuyucusu bile Tutunamayanlar ve Tehlikeli Oyunlar romanlarındaki teknik sorunların farkına varabilir, biraz savruk bir anlatımla karşı karşıya olduğunu hissedebilir. Fakat ne yazarın teknik kusurları, ne de zaman zaman dağınık bir yapı sergileyen anlatım, Oğuz Atay’ın Türk romanındaki belirleyici rolünü zedeler. Burada, Gogol’ün Rus romanlarındaki yerini hatırlatmak faydalı olabilir. Nasıl ki, Gogol’ün roman ve hikayelerindeki teknik sorunlar romancının önemini azaltmamış ve Gogol büyük Rus romancılarını önceleyen isim olarak sivrilmişse, Oğuz Atay da hatalarıyla, sevaplarıyla Türk romanında hak ettiği yeri almıştır. Atay’ın şanssızlığı, takipçilerinin onun açtığı yolda ilerlemeyi göze alamamış olmaları sebebiyle isimlerini Türk edebiyatına yazdır(a)mamalarıdır.

Oğuz Atay Rus mu, İrlandalı mı?
Mustafa Temur’luk yapıp hemen “c) Türk’tür” cevabını vermeden önce romancımız üzerinde James Joyce etkisinin de Dostoyevski etkisinin de hatırı sayılır ölüçüde bulunduğunu belirtelim. Ne var ki, her gerçek sanatçı gibi Oğuz Atay için de böylesi bir ifadeyi kullanırken dikkatli olmak gerekir, çünkü Atay, Nezihe Meriç ve Leyla Erbil örneklerinde görüldüğü üzere “bilinç akışçı”, Ferit Edgü örneğinde karşımıza çıktığı şekilde “varoluşçu” metinleri taklit etme yoluna gitmemiş, kendine örnek aldığı yazarların birikimini yoğurarak kendine has, Türkiye’ye has bir ürün ortaya koymaya çalışmıştır. Bunun için, sözün gelişi Dublinliler‘le Korkuyu Beklerken, Sürgünler‘le Oyunlarda Yaşayanlar, Ulyses ile Tutunamayanlar, hatta Sanatçının Genç Bir Adam Olarak Portresi ile Bir Bilim Adamının Romanı arasında bağlantı kurarak bir Joyce-Atay paralelliğinden söz etmek, Hikmet’ten oğul, Hüsamettin Albay’dan baba, Nurhayat hanımdan Meryem çıkartarak romancının “baba-oğul-kutsal ruh” üçlemesinin tamamen anlamsız değilse bile açık şekilde kolaycılıktır.

Oğuz Atay’ın yalnızca romanlarında, hikayelerinde kullandığı teknik açısından değil, öncelikli olarak kentli, modern bireylerin karşı karşıya kaldığı çıkmazı anlatması ve bu çıkmazın aşılabileceğine yönelik umuda dair bir işaret vermemesi gibi noktalarda James Joyce ile aynı ortak paydada buluştuğu doğrudur. Fakat Joyce, Sanatçının Genç Bir Adam Olarak Portresi ve (belki biraz da) Sürgünler kitapları haricinde bu “modern birey”in yüzleşmek zorunda kaldığı sorunların toplumsal boyutunu daha alt perdeden dillendirir. Oysa Oğuz Atay, bireysel sorunlarla toplumsal sorunların iç içe geçtiği gerçeğinin fazlasıyla farkındadır ve James Joyce’un kaçtığı, belki kaçmak zorunda bırakıldığı hesaplaşmanın iyice üzerine gider. Bu açıdan Dostoyevski ile yakınlaştığını söyleyebileceğimiz, Atay’ın bitiremediği son çalışmasının adının Türkiye’nin Ruhu olması anlamlıdır. Belki de Oğuz Atay romancılığının tamamlanmamış olduğu düşüncesi burada yerine oturur. Karamazov Kardeşler romanıyla önce Rus milletine, sonra bütün insanlığa son sözünü söyleme imkanı bulmuştur Dostoyevski. Atay’ın cümlesi ise yazık ki yarım kalmıştır.

Kemal 3
Diğer yandan, her ne kadar Dostoyevski ve James Joyce etkisine kendisini açık tutmuş olursa olsun Oğuz Atay’ı salt bu iki etki aracılığıyla okumak bir yanılgıya sebep olur. Türk şiirinin seyrini değiştiren İkinci Yeni’yi Ahmet Haşim, Yahya Kemal çizgisinden bağımsız şekilde ele almak nasıl mümkün değilse, İkinci Yeni’nin şiirdeki rolünü romanda üstlenen Oğuz Atay’ı da Orhan Kemal’den, Kemal Tahir’den ayrı düşünmenin imkanı yoktur. Her üç yazar da, romanlarıyla Türkiye’nin dertlerini sergileyerek tolumun vicdanı olmak noktasında aynı doğrultuda yer alırlar. Kemal Tahir’de açık seçik ortada olan, Orhan Kemal’de satır aralarına yedirilen toplumsal eleştiri Oğuz Atay’da ironiyle bulur karşılığını. Yalnız Atay’ın ironisi, örneğin Kurt Vonnegut gibi yazarların, Woody Allen, Robert Altman gibi Amerikan toplumuna eleştirel yaklaşma iddiasındaki yönetmenlerin sahip olduğu kibirli, kendini hariçte tutan ironiden ayrı tutulmalıdır. Romancı, bu türden “havai” yaklaşımların herhangi bir şekilde olumlu ya da olumsuz sonuç vermeyeceğinin bilincinde olarak kendisini de çerçevenin içine alır ki, bunu yaparken ne kadar acımasız olduğunu görmek için sadece Günlük’ü okumak bile yeterli olur.

Son söz: Oyun oynamak ciddi bir iştir
Ne var ki Atay’ın ironisinin değerinin yeterince anlaşıldığı, özümsendiği söylenemez bu bakımdan. Nihat Genç, bu ironi dozunu ayarlamayı beceremediği, salt ironi ile roman yazılabileceğini zannettiği için güdük kalmıştır. Türk romanında epey ses getiren bir romancı olan Latife Tekin, anlatımındaki yapaylığın yanı sıra, neyi söylediği, neyi söylemediği konusunda bir türlü karara varamadığı için bir ses sahibi olamamıştır. “Yeni” romancılarımızın, yazarlarımızın temel sorunu ise yazmakla oyun oynamak arasındaki ilişkiyi çok abartmak. Hayır, Tehlikeli Oyunlar’ın, Oyunlarda Yaşayanları’ın yazarlarının bu konuda hiçbir günahı yok. (Bütün suç Wittgenstein’da. Şaka!) Atay’ın Korkuyu Beklerken’in sonunda seslendiği okuyucu kesim içinde yer alsalardı eğer, oyun oynamanın ne kadar ciddi bir meşgale olduğunun farkına varabilirlerdi. Olmadı, yazık ki. Bu noktadan sonra onlar için yapabileceğimiz bir şey yok. Oğuz Atay’dan söz etmişken, henüz oyun oynamanın cazibesine kendini kaptırmamış olan daha yeni yazar adaylarının ve okuyucuları uyarmış olalım bari: oyun oynamak ciddi bir iştir. Türk edebiyatında kalıcı olmak da…

Eserleri
Tutunamayanlar
Oğuz Atay’ın, klasik anlatım tekniklerinin dışına çıkarak Türk romancılığında çığır açtığı romanıdır. Romancı, Tutunamayanlar‘da Turgut Özben ve Selim Işık karakterlerinin esrarengiz hikayesi eşliğinde dönemin Türkiye’sini ince bir mizah duygusuyla eleştirir. Fakat eleştirel yaklaşımını var olan durumun parodisini yapmakla sınırlamayan yazar, toplumsal sorunların modern bireyin oluşumu üzerinde ne ölçüde etkili olduğunu da göstermeye çalışır. Bu anlamda Tutunamayanlar, salt parodi yapma kolaylığına sığınamayıp kantarın topuzunu önce kendine indirdiği için Umberto Eco’nun Foucault Sarkacı‘ndan, “ben”lik sorununu Türkiye’yi önemseyerek ele aldığı için Orhan Pamuk’un Kar’ından çok daha iyi bir romandır. İtalyan olmaktan gocunan Eco’nun izinden giden Pamuk’un aksine Atay, Kemal Tahir ve Orhan Kemal gibi romancıların yolundan giderek yerli kalmayı, romanımıza getirdiği biçimsel yeniliklerle modern olmayı başarmış ve daha ilk romanıyla modern romancılarımızın en yerlisi olarak anılmayı hak etmiştir.

Bütün bu olumlu özelliklerin yanında Tutunamayanlar, bir ilk roman olmanın kusurlarını da taşımaktadır. Hikayenin anlatımında görülen savrukluk, bilinç akışı tarzının izin verdiği ölçüde gizlenebilmiştir gerçi. Fakat açıkçası roman fazlalıklarından arındırılıp iki yüz sayfa azaltılmış olsa bütünlüğünden bir şey kaybetmezdi. Atay’ın, William Faulkner’ın Ses ve Öfke‘de yaptığına benzer şekilde “ek”lerle durumu kurtarmaya çalışması da sorunların aşılmasında yeterli olmamıştır. Yine de eksiğiyle, fazlasıyla Türk edebiyatının en önemli romanlarından biridir Tutunamayanlar. En azından adından söz edildiği kadar, hatta daha fazla hak etmektedir okunmayı.

Tehlikeli Oyunlar
Teknik ve üslup açısından Tutunamayanlar‘dan daha iyi bir roman olmasına karşın onun gölgesi altında kalmış bir Oğuz Atay romanıdır. Romancının kendi açtığı yolda attığı ikinci adım olan Tehlikeli Oyunlar’da, modern Türk insanının bunalımını daha fazla öne çıktığı için yazarın ilk romanından bir ölçüde farklılaşmaktadır. Oğuz Atay’ın, James Joyce gibi tamamen bireyin trajedisi üzerinde yoğunlaştığını söylemiyorum. Romanda trajik bir hikaye söz konusu olmasına rağmen Tehlikeli Oyunlar bir trajedi değildir. Sevgi’yi, Bilgi’yi ararken her ikisinden de mahrum kalan Hikmet’in trajik sonu kaçınılmaz kader değildir yani. Yazarın okuyucuya umut telkin etmemesi bile durumu değiştirmez. Oğuz Atay’ın romanı var olan sorunların çözülmemesi durumunda yüzleşmek zorunda kalacağımız tehlikeyi işaret etmektedir ve bu açıdan da takipçilerinden daha ileri, daha yerli bir tutum takınmaktadır. Bunun için de hikmetle bir derdi olan okuyucular için doğru adres, kendi yetersizliklerini trajedi üzerinden açıklamaya çalışanlar değil Oğuz Atay olmuştur.

Korkuyu Beklerken
Türk romancılığının kilometre taşlarından biri olarak kabul ettiğimiz Oğuz Atay iyi bir hikayecidir de aynı zamanda. Atay’ın hikayelerinin toplandığı Korkuyu Beklerken, (yine!) anlatım kalıplarını zorlayan bir yazarın deneysel çabalarını görmek açısından hikaye türüne ilgi duyan her seviyeden okuyucunun mutlaka okuması gereken bir kitaptır. Ne var ki, Oğuz Atay’ın roman türündeki başarısını hikayede de aynı ölçüde tekrarladığını söylemek güçtür. Yazar, biraz Kafka’dan biraz Anglo-Amerikan gotik edebiyatından izler taşıyan hikayelerinde kendine özgün bir tarz oluşturamamıştır. Kitaptaki her bir hikayede farklı bir şeyler denemeye çalıştığı dikkate alınırsa bunun için fazladan bir çaba da sarf etmediği söylenebilir.

Diğer yandan yazar, bu hikayelerde de romanlarında uzun uzadıya irdelediği sorunların peşine düştüğü için kendi çizgisinden ayrılmış değildir. Tehlikeli Oyunlar‘ın Tutunamayanlar’dan, Korkuyu Beklerken’in Tehlikeli Oyunlar‘dan daha içe dönük olması Oğuz Atay’ın gittikçe kendini daha da yalnız hissettiğine yönelik bir işaret olarak algılanabilir. Zaten yazar, Korkuyu Beklerken‘in son hikayesini (Demiryolu hikayecileri-bir rüya) “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen nerdesin acaba?” sorusu ile bitirerek bu durumu açık etmiştir.

Bir Bilim Adamının Romanı
İlk bakışta Oğuz Atay’ın yazarlık kariyerinde farklı bir yerde duruyormuş görüntüsü veren Bir Bilim Adamının Romanı‘nda yazar, teknik üniversiteden (İTÜ demeyelim, ayıp olur) hocası olan Mustafa İnan’ın hayatını romanlaştırmıştır. Biyografik roman tarzının çok başarılı bir örneği olan kitabın diğer Oğuz Atay eserlerinden farklı bir yerde değerlendirilmesine sebep olan birinci husus, okuyucuda, yazarın Bir Bilim Adamının Romanı ile klasik anlatma tekniklerine geri döndüğü izlenimini uyandırmasıdır ki bu izlenim tamamen bir yanılsama değildir. Nihayetinde kaleme alınan şey bir hayat hikayesi olduğu için teknik açıdan, roman ve hikayelerinde olduğu kadar serbest olmamıştır Oğuz Atay. Yine de, özellikle Mustafa İnan’ın içinde bulunduğu psikolojik durumun tahlilini yaptığı bölümlerde nispeten Tutunamayanlar ve Tehlikeli Oyunlar romanlarında yarattığı atmosferi yakalamayı başarmıştır.

Bunun yanında Bir Bilim Adamının Romanı, kitabın kahramanı Mustafa İnan’ın diğer Oğuz Atay kahramanlarıyla benzeşmemesi açısından da dikkat çeker. Fakat Atay’ın sorunlarının çözümünün nerede olduğunu bilmeyen tiplerine inat, İnan’ın neyi, niçin yaptığını bilen bir insan olması, yazarın niçin onun biyografisini kaleme aldığı sorusunun cevabını verir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, kişiliğini tamamlamak için bir Olric’e, II., III., IV. Hikmet’e ihtiyaç duymayan Mustafa İnan, Turgut, Selim, Hikmet (Sevgi?) gibi karakterlerin antitezidir.

Oyunlarda Yaşayanlar
Devlet Tiyatroları’nda sahnelenme imkanı bulan oyun, Oğuz Atay’ın romanlarında var olduğunu ifade ettiğimiz ikili yapıyı çok açık şekilde gözler önüne serer. Coşkun Ermiş karakterinin üzerinden, hem Tanzimat’la birlikte zihinsel rahatlığını kaybeden Türk aydınının açmazını vermeye çalışan, hem de insanın kendi hayatını kendi istediği şekilde yönlendirmesinin ne derece mümkün olduğunu sorgulayan Oğuz Atay, Oyunlarda Yaşayanlar‘la, Tehlikeli Oyunlar‘da Hikmet’le Hüsamettin Albay’ın yazmaya çalıştıkları oyunu bitirmiş gibidir. Kendi hesabıma Oyunlarda Yaşayanlar‘a, sadece kalitesi itibarıyla değil, Oğuz Atay’ın okuyucuya (izleyiciye, Türk insanına yani) ulaşmak için mümkün olan her yolu (roman, hikaye, biyografi, oyun) denediğini göstermesi açısından da çok önem veriyorum. Coşkun Ermiş, aradan geçen otuz yıla rağmen sorularına cevap alabilmiş değil.

Yeni Haberler