Orhan Kemal, 15 Eylül 1914’te (güneş Başak burcundayken) Adana Ceyhan’da dünyaya geldi. Asıl adı Mehmet Raşit Öğütçü’dür. Babası Abdülkadir Kemali Bey, Millî Mücadele sırasında Kastamonu milletvekilliği, kısa bir süre de Adalet Bakanlığı yapmış, 1930’da Adana’da Ahali Cumhuriyet Fırkası’nı kurmuş bir politikacıdır. Siyasi görüş ve önerileri hakkında ayrıntılı bilgilere ulaşmak mümkün olmasa da hem Orhan Kemal’in babası hakkındaki tanıklığına hem de siyasi tarih kitaplarındaki bir iki kelimelik değinilere bakarak İslami bir sosyalizm veya sosyalizan bir İslamcılık üzerinde olduğu düşünülebilir. Abdülkadir Kemali Bey, rejimin muhalefete karşı yeniden sertleşmesi üzerine dostlarının önerisiyle 1931’de ailesiyle birlikte Suriye’ye geçince, hem Orhan Kemal’in öğrenimi yarıda kaldı hem de ailece yoksulluğa düştüler. Bu zenginlikten sonra gelen yoksulluğun etkileri Orhan Kemal’in özellikle ilk kitaplarında kendisini fazlasıyla belli eder. Yoksul ama mütevekkil, iyi gün görmemiş ama soylu Türk insanı tasavvurunu öncelikle kendi yaşadıklarından çıkarmış, mizacındaki titizlik ve ahlakındaki pürüzsüzlükle mühürlemiştir. Suriye ve Lübnan’da bir yıl kadar yaşayan Orhan Kemal, ailesinden ayrıldı ve Türkiye’ye döndü.
Ne var ki muhalif ailelerin çocuklarının başına sıklıkla geldiği gibi, hayat onun için hiçbir zaman kolay olmayacaktı. Çırçır fabrikalarında işçilik, dokumacılık, katiplik, ambar memurluğu yaptı. Aynı zamanda yazıyordu. 1939’dan itibaren şiir, 1940’tan itibaren hikaye yayımlamaya başladı. Raşit Kemal, Orhan Raşit ve nihayet Orhan Kemal imzasını kullandı. Ocak 1939’da “yabancı rejimler lehinde propaganda yapmak ve isyana tahrik” iddiasıyla yargılanarak beş yıla hüküm giydi. Kayseri, Adana ve Bursa hapishanelerinde yattı. Bursa hapishanesinde şair Nazım Hikmet’le tanıştı. Buna çok vurgu yapılmış olsa da, Nazım Hikmet etkisi veya yönlendirmesi Orhan Kemal’de mesela bir Kemal Tahir’deki kadar belirgin değildir. Nazım Hikmet olmasaydı da bir Orhan Kemal olacağından kuşku yok. Kendi yaşadıklarıyla tanık olduğu şeyleri anlamlandırma ve eserine yansıtma biçimi en başından itibaren özgündür. Hapisten çıktıktan sonra da çeşitli işlerde çalıştı. Şiir ve hikayeden sonra Baba Evi (1949) ve Avare Yıllar (1950) adlı otobiyografik çalışmalarıyla romana geçti. Hikaye yazmaya sonraki yıllarda devam etmişse de, Orhan Kemal öncelikle bir romancı olduğunu aralarında Türk romanı için birer yapıtaşı sayılanlar da olmak üzere çok sayıda romana imza atarak kanıtlamış, kabul ettirmiştir. 1950’de ailesini de yanına alarak İstanbul’a göç etti ve bundan sonra artık sadece yazdıklarından temin ettiği gelirle yaşadı. Yani kıt kanaat yaşadı. Üç defa evlendi, altı çocuk sahibi oldu. Hayatının son yirmi yılını hiçbir politik/çevresel desteği olmadığı, hatta sessiz ve yukardan bir engelleme ile karşı karşıya kaldığı halde okuyucu tarafından en benimsenen Türk yazarlarının başında gelerek yaşama onuruna ulaştı. Son zamanlarını ağır hastalıklarla geçiren yazar, “Necatigil Sözlüğü”nün ifadesiyle, “hem Bulgaristan ve Romanya Yazarlar Birliği’nin davetlisi olarak, hem de yarım kalmış bir tedaviyi tamamlamak üzere gittiği Sofya’da beyin kanamasından öldü.” Takvimler 21 Haziran 1970’i gösteriyordu. 1972’den itibaren adına roman ödülü verilmeye başlandı. Yakın zamanda da Orhan Kemal Müzesi açıldı (gezip görmek isteyenler için: Akarsu Caddesi, No: 32, Cihangir, İstanbul).
Kendi ağzından Orhan Kemal
“Adana’nın Ceyhan ilçesinde doğmuşum. Tarih: 1914 Babam avukat, çiftçi, gazeteci, sonraları parti lideri. Annem öğretmen.. Beş kardeşin en büyüğüyüm. Babamın parti mücadeleleri dolayısiyle bir ara memleketi terk ederek Suriye ve Lübnan’da gönüllü sürgün hayatı yaşaması, okulla aramdaki bağı kopardı. Daha doğrusu, ekmeğin okuldan önce geldiğini görerek, çalışmaya başladım. Adana iplik-bez fabrikalarındaki işçilik, sonraları küçük kâtiplikler… Bu arada kendimi yetiştirme çabası. Elime ne geçirdimse okudum. Bilimsel kitaplardan felsefeye, sosyolojiye kadar ne buldumsa. Sanıyorum annemden gelen bir müspet bilimlere karşı eğilimden olacak, metafizikle bağlantım hemen hemen hiç olmadı. Kendi kendimi, müspet bilimlerin ışığı ve doğrultusunda yetiştirmeye çalıştım. Genel olarak Marksizmle ilintim çok sonraları başladı. Nâzım Hikmet’e rastladığım sıra Simon seviyesine gelmiş, hatta bir İslâm Sosyalizmini ciddi ciddi düşünmeye başlamıştım. Şimdi bildiğiniz gibi İstanbul’da oturuyorum. Romanlar, hikâyeler, film senaryoları ve tiyatro oyunları yazıyorum. Evliyim. Üç ayrı hanımdan altı çocuğum var. Biri kız, beşi erkek.” – Birlik gazetesi, 9 Mayıs 1970 (Biz şuradan aldık: Fikret Otyam, Arkadaşım Orhan Kemal ve Mektupları, E yayınları, 1975, s. 41)
Orhan Kemal okumak için gereken tek şey Orhan Kemal okumaktır; görünen köy kılavuz istemez, deyip aslında bu okuma kılavuzunu başlamadan bitirebiliriz. Türkiye’de yetişip de Orhan Kemal’i kavrayamayacak kimse yoktur sanıyorum. Orhan Kemal okumak tıpkı pilav yemek gibi, ayran içmek gibi bir şeydir… Ama evet tabii, galiba böyle diyerek kılavuzum için bir yazılma gerekçesi de bulmuş oldum. Öyle değil mi ya, Türkiye’de yetişmiş herkes pilavın da ayranın da hem tadını bilir hem de ne demeye geldiğini; ama her zaman nasiplenmez.
Yani pilav demek, ayran demek ben Türkiye’deyim demektir. Bilmiyorum ki bu iki nimeti dünyada bizim kadar seven bir millet daha var mı? Seven, ama her zaman değil. Türkiye’de insanlar hayat tarzlarını değiştirdikçe, sınıf atladıkça pilav ayranla, çayla çörekle alakalarını zayıflatıyorlar. Türkiye sanki onlar için artık reklamlarda broşürlerde yaşayan, eski zaman nutuklarında, memleket şairlerinin şiirlerinde, Orhan Kemal romanlarında kalmış bir şeye dönüşüyor. Yo haklarını yemeyelim, pilavın da ayranın da gene tadını biliyorlar, biliyoruz. Ama şimdi başka ve trendy şeyler hatırına pilavdan da ayrandan da oluyoruz, ayrılıyoruz. Memleket şiirlerinden ve Orhan Kemal romanlarından, hikayelerinden keza.
Demem o ki, pilavı ayranı kaldır yerine Orhan Kemal romanlarını, hikayelerini koy. Nasıl Türkiye’nin dört bir yanında halk, millet, ahali, insanlarımız pilava kaşık çalmaya, ayranı kabarta kabarta içmeye hababam devam ediyorsa, Orhan Kemal de 1950’ler o gün, 2000’ler bugün okunmaya, sevilmeye, benimsenmeye devam ediyor. Demek ki bu kılavuz halkımız için bir kılavuz değildir. Orhan Kemal’in birinci dereceden okuyucuları için bir kılavuz yazmıyoruz. Tabii onlar da romancılarının, ustalarının, “Orhan amca”larının adını nerde görseler dikkat kesildikleri için, benim bu kendi halinde kılavuzumu da bağırlarına basacaklardır. Her zaman olduğu gibi gene sağ olsunlar var olsunlar, Orhan Kemal’i anlatmada kusurum olursa da bağışlasınlar. Ama burada sözün azını onlara, çoğunu pilavla, ayranla, Orhan Kemal roman ve hikayeleriyle alakayı henüz demlememiş olanlara yönelteceğiz.
Orhan Kemal roman ve hikayeleri üç onyıla yayılmış verimli bir külliyat oluşturuyor. Eserlerinin kalitesi yükselip alçalırken hepsi birden ‘Türk insanı’ kavramı için bir toplu belgeye dönüşüyor. Tarih, yer ve kişiler Orhan Kemal anlatısı için her zaman sahici ve dolayısıyla yerli olmaya mecbur terimlerdir. Orhan Kemal, bu sahiciliği en başta zorluklar ve savrulmalar içinde yaşadığı hayatını edebiyata damıtmasına borçlu. Anlattığı insanlar yazarın neredeyse hep birlikte yaşadığı insanlardır. Belli bir uzaklıktan bakıldığında Orhan Kemal roman ve hikayeleri insana bir süreç fikri veriyorsa bu, yazarın bu süreci bizzat yaşamış olmasından önemli oranda etkilenmiştir. Yine de bunun bir anda olmadığının, hep aynı tarzla işlemediğinin altını çizmek gerekir.
Hikayeleri de son derece önemli olmasına rağmen, Orhan Kemal deyince herhangi bir dikkatli okuyucunun aklına önce roman gelir. Sonra da Çukurova, işçiler, İstanbul’un kenar mahalleleri, toplumsal değişimlerin insanların yüz çizgilerinde, mimik ve jestlerinde bıraktığı izler. Orhan Kemal bu anlamıyla belli bir dönemin gestusunu, hani şu sözünü ettiğimiz Türk insanının duruşunu en iyi gösterebilmiş bir yazarımızdır.
Birçok eleştirmenin tanıklığına başvurarak, Orhan Kemal’in en başarılı döneminin acemilik yılları sayılabilecek 1940’lar ve politik tarafgirliğinden parazitlenen 1960’lardan ziyade 1950’ler olduğunu ileri sürebiliriz. 1952-1962 yılları yazarın bu bakımdan 30 yılı bulan yazma uğraşının altın yıllarıdır. Bunu en başta bu dönemde çıkan kitaplarındaki karakterlerin sinemanın da katkılarıyla iyice yaygınlaşmış, tipikleşmiş, adeta ölümsüzleşmiş olmasından bile anlıyoruz.
Cemile, Orhan Kemal’in kendi eşi Nuriye Hanım üzerine kurduğu bir romandır, belli kusurları da yok değildir; ama romanı okuyan bir insanın aklına Hülya Koçyiğit’in oynadığı masum, yoksul fakat onurlu ve bilinç kazanmaya aday işçi veya köylü kızın gelmemesi imkansızdır. Murtaza bugün de bizimle yaşıyor gibidir hala. Bütün eserleri içinde en fazla ilgi ve beğeni toplayan Bereketli Topraklar Üzerinde’de bir belirip bir kaybolan karakterler ise o kadar güçlü çizilmişlerdir ki, filmi de yapıldığı halde tahayyülümüzde romanla bütün halinde yaşamaya devam etmektedirler. Bu romanın herhangi bir karakterini ya da olayını, hatta en sıradan diyalog parçasını bile sinemaya yahut başka bir sanata, söyleme indirgemek imkansıza yakındır. Şu kesin ki, Orhan Kemal’in en başarılı eseri Bereketli Topraklar Üzerinde’dir. Eskici Dükkanı, Hanımın Çiftliği ve Kanlı Topraklar da başarı bakımından bu romanın yanına dizilebilirler. Ortak özellikleri indirgenemezlikleridir, yani romanın teknik özelliklerinin bütünlük arz etmesi ve iyice kaynaşmış olması. Okuyucuyu alıp sürükleyen ve daha sonra da zihninde taptaze kalan romanlar bunlar. Bu yıl (hatta son yıllarda) çıkan romanlardan daha taze olduklarına kuşku yok en azından.
Yazar bu altın yıllara samimi ve alttan alır bir çizgi izleyerek varmıştır. Değişik imzalarla pek çok şiir yayımladıktan sonra Varlık, Seçilmiş Hikayeler, Dost gibi dönemin dikkat çeken dergilerinde sonraki eserlerini müjdeleyen hikayeler yayımlamıştır. Burada bir şeyi bir kere daha vurgulamak gerekiyor: Orhan Kemal siyasetlerin, kamp veya çevrelerin, kuramların, tezlerin, eleştirmenlerin değil öncelikle okuyucuların var ettiği bir yazar olmuştur. Daha 1945’te Varlık’ın açtığı ankette en sevilen hikayeci seçilmiştir. Bu seçiliş yazarın sonraki yıllarını da belirlemiştir. O da buna güvenerek birçok defa eserini dönemin eleştirel salvolarına karşı savunmuştur.
1939-52 arasındaki birinci döneminde yine de tam bir esere varmış değildir. Bu dönemin sonlarına doğru üst üste otobiyografik romanlar yayımlar. Roman sanatının ölçülerini doyurmaktan uzak olan bu romanlar var olan bir romancıdan çok, gelmekte olan bir romancıyı müjdeler gibidir. Yazar asıl büyük vuruşunu ikinci döneminde gerçekleştirecektir.
Bu ikinci dönemin Türk şiirinin de atılım yıllarına denk gelmesi önemli bir durumdur. Şiirde İkinci Yeni akımı bütün şiirin akış yönünü belirlerken roman da Üç Kemaller başta olmak üzere pek çok yazarla o güne kadarki meselelerini toparlayıp aşmayı denemiştir 1950’lerde. Orhan Kemal’in bu döneme denk gelen romanları bunun birer belgesidir. Modernleşmeyi, değişmeyi, milli mizacın oluşumunu anlamlandırmaya, eleştirmeye birer katkı ve aşma yönünde birer öneridir bu romanlar.
Yazarın 1962’den sonraki çalışmaları ise yer yer sanatsal bir ilerlemeyi gösterse de aslında hem bir yandan Demokrat Parti karşıtlığının parazitlenmesine maruz kalmış hem de o dönem çıkan yazılardan birinin başlığındaki gibi “Orhan Kemal tekrarı”na dönüşmüş eserlerden oluşmaktadır. Tabii bu değerlendirmeyi önceki döneme göre yapıyoruz. Yoksa bunlar da fazlasıyla sürükleyici ve zevkle okunabilir romanlar, hikayeler, tiyatro eserleri ve anılardır.
Eserleri ve hakkında yazılanlar
Hikayeleri: Ekmek Kavgası (1949), Sarhoşlar (1951), Çamaşırcının Kızı (1952), 72. Koğuş (1954), Grev (1954), Arka Sokak (1956), Kardeş Payı (1957), Babil Kulesi (1957), Dünyada Harp Vardı (1963), Mahalle Kavgası (1963), İşsiz (1966), Önce Ekmek (1968), Küçükler ve Büyükler (1971).
Romanları: Baba Evi (1949), Avare Yıllar (1950), Murtaza (1952), Cemile (1952), Bereketli Topraklar Üzerinde (1954), Suçlu (1957), Devlet Kuşu (1958), Vukuat Var (1958), Gavurun Kızı (1959), Küçücük (1960), Dünya Evi (1960), El Kızı (1960), Hanımın Çiftliği (1961), Eskici ve Oğulları (1962; sonradan Eskici Dükkanı adıyla), Gurbet Kuşları (1962), Sokakların Çocuğu (1963), Kanlı Topraklar (1963), Bir Filiz Vardı (1965), Müfettişler Müfettişi (1966), Yalancı Dünya (1966), Evlerden Biri (1966), Arkadaş Islıkları (1968), Sokaklardan Bir Kız (1968), Üç Kağıtçı (1969), Kötü Yol (1969), Kaçak (1970), Tersine Dünya (1986).
Oyunları: İspinozlar (1965), 72. Koğuş (1967).
Anı: Nazım Hikmet’le Üç buçuk Yıl (1965).
İnceleme: Senaryo Tekniği ve Senaryoculuğumuzla İlgili Notlar (1963)
Hakkında Yazılan Kitaplar: Nurer Uğurlu, Orhan Kemal’in İkbal Kahvesi (1973; yazarın hayatını anlatan belgesel bir roman); Fikret Otyam, Arkadaşım Orhan Kemal ve Mektupları (1975); Asım Bezirci ve Hikmet Altınkaynak, Orhan Kemal (1977; bu kitap yazarın biyografisi, hakkında yazılanlardan yapılan alıntılar ve bibliyografya açısından eşsiz bir kaynaktır); Hikmet Altınkaynak, Hikaye Yazarı Orhan Kemal (1983); Muzaffer Buyrukçu, Arkadaş Anılarında Orhan Kemal (1984); Y. Kenan Karacanlar, Orhan Kemal – Nazım Hikmet ve Orhan Kemal Dostluğu – Kemal Sülker.
Bereketli Topraklar Üzerinde
“Orhan Kemal, insanlara hep umutla, hep iyimserlikle bakar. Türk romanında bir ‘Orhan Kemal bakışı’ vardır. O, her insanda, her şeye rağmen, aydınlık bir yan, temiz insanı bir yan bulunabileceğine inanır. Bunu eserlerinde gösterirken, anlattığı sosyal, ekonomik şartlara kimi zaman boşverdiği bile olur. Bereketli Topraklar Üzerinde’de severek, kahrolarak baktığı belli olan insanları, hoşgörüyle ama olduğu gibi gösterir. Onların birbirlerine güvensizliklerini, yalancılıklarını, birbirlerini gammazlıklarını, gösterilişçiklerini, palavra atışlarını, ilkel egoizmlerini bütün çıplaklığıyla gösterir. Kürt Zeynel’in söylediği ‘Onların sekseninden bir mezelik yürek çıkmaz’ sözü, bu gerçekçi bakışın bir özeti gibidir. Ama, o insanlar, içinde yaşadıkları şartlarda başka türlü de davranamazlardı. Orhan Kemal, bunu büyük bir ustalıkla gösterir. Tiksinerek, öfkeyle bakmaz onlara, anlayarak bakar.” – Fethi Naci, 1970.
“Bereketli Topraklar Üzerinde’nin olay örgüsü dünya anlatı edebiyatında çok kullanılmış olan bir tür yolculuk üzerine kurulmuştur. Mitoslardan kaynaklanan, destanlara, romanslara ve arama arketipini izleyen masallara geçmiş olan bu kurgu, ayrılış-savaşım-dönüş kalıplarından oluşur ve kökeni büyük bir olasılıkla Yakın Doğu’nun çok eski bereket ayinleridir. Türk yazınında yolculuk üzerine kurulmuş anlatılara daha çok halk edebiyatında rastlarız. Örneğin masallarda, Battal Gazi türünden halk hikayelerinde. Kökenini eski mitoslarda bulduğumuz bu tür anlatılarda, kahraman bir nesneyi ya da bir defineyi, ya da kaçırılan bir kızı vb. bulmak için çıkar yola; türlü güçlüklerle karşılaşır, sınavlardan geçer, yer altına ya da denizin derinliklerine iner, orada karanlık güçleri, yani ölümü, kısırlığı, kıtlığı temsil eden bir varlıkla (örneğin bir canavarla) savaşır, onu yener ve elde ettiği nesneyle geri döner. Geri getirdiği ganimet mitos dilinde berekettir, doğurganlıktır, yaşamdır.” – Berna Moran, 1990.
Murtaza
” ‘Murtaza’ Rumelili bir mahalle bekçisi. Bir fabrikaya gece kontrol yardımcısı oluyor. ‘Vazife bir…’ diyor ve başka bir şey demiyor. Kraldan fazla kral taraftarlığı ediyor; yok pahasına, vazife namus diye, fabrikayı disipline sokacağım diye bütün milletin huzurunu kaçırıyor. Kendisini harap ediyor. Fabrika idaresi tabii ondan gerektiği gibi faydalanıyor… Orhan Kemal bunu bir romancı olarak fevkalade anlatmıştır. Tespit etmiştir. Murtaza’yı bir satir, bir hiciv örtüsüne bürüyerek ayrıca hücumunu da yapmakta, zora itaat kafasının gülünçlüğünü, beyhudeliğini ve gelişmekte olan Türkiye ve onun sosyal şartları ile çelişikliğini ustaca teşrih ediyor, gözümüze sokuyor.” – Attila İlhan, 1953.
Baba Evi, Avare Yıllar
“Ancak düzgülü bir zaman sürecinin bütünleyebildiği bu kitaba, otobiyografik romandan daha çok ‘anılar kitabı’ demek uygun düşer… Dokümanter bir teknik olarak, anılar zincirini birbirine bağlayan tek bağ, onları aynı kişinin yaşamış olmasıdır… İlk iki kitabıyla Orhan Kemal’i, anılar zincirinde tutsak kalmış, roman düzeyine geçememiş görüyoruz. Birbirini izleyen ve ancak romanın nicelik yapısını kurabilen küçük hikayeler, kronolojik bir plan üzerinde, parça parça yaşantıların anıları olarak sorumsuzca dizilmiştir yanyana. Yazar kendi hayat serüveniyle tam bir sadakat içindedir.” – Eser Gürson, 1967.
Eskici ve Oğulları (Eskici Dükkanı)
“Eskici ve Oğulları’nın Orhan Kemal romanı içindeki yeri, Çukurova’nın Türkiye’nin en hızlı sosyal değişim alanlarından biri olan Çukurova’nın anlatıldığı dizidir. Romancı Orhan Kemal’in otobiyografik bir yaklaşımla girdiği, daha sonra gözleme dayalı ürünlerle sürdürdüğü Çukurova romanları dizisinin, ‘eski ekonomik ilişkilerden’ doğan eski insan ilişkilerinin değişen toplum karşısında parçalanışını anlatması açısından en ilgiye değer halkası, Eskici ve Oğulları’dır.” – Hulki Aktunç, 1974.