Ortaçağ İslam filozoflarının eserlerinde, psikolojiyi konu edinmiş olan yazıları sağlıklı biçimde anlayabilmek için öncelikle bu bilimin merkezine yerleştirilen nefs kavramının kökeni ve bu filozoflarca ne anlama geldiğini anlamak gerekir. İlk çalışmaların yapıldığı Antik Yunan’da “psukhe” (ruh), “–logia” (bilimi) denilen bu alana, İslam Devleti’nin Helenistik kültürle tanıştığı 9. yüzyılda Eflatun ve Aristo’nun çevrilmeye başlaması sonrası, müslümanlar İlmü’n Nefs dediler, yani nefsin ilmi. Bu isim değişikliği alınan mirasın çehresini değiştirip geliştirme niyetiyle doğrudan bağlantılı. Nefs, ruh değildir çünkü. Kur’an bize nefsin, ruhu da bedeni de kapsayan bir benlik bilinci olduğunu söyler. Kur’an’ın buradaki benlik tanımı, filozofların insan görüşünü oluşturan temel kaynaktır. Yusuf, Bakara, Maide ve Kıyamet gibi sureler, nefsin insanı hem iyiliğe hem kötülüğe sürükleyebilecek bir güdü olduğunu; dürtüsel ve ülküsel, tensel ve tinsel gibi farklı kutupları içerdiğini; bu sebeplerden dolayı daimi bir dengesizlik ve denge kurma durumunda olduğumuzu söyler. Dengeyi sağlama yolu aşamalıdır. Kur’an insanın zayıf yönlerini, bu zayıflıkların hangi yıkıcı duygulara yol açtığını ve onlardan kurtulup arınmanın hangi yollarla gerçekleşebileceğini de özellikle vurgulamıştır . Bu karmaşık ve tutarsız sistemin içsel merkezi de tüm psikolojik işlev ve süreçlerin kaynağı olan kalbdir. Zaten nefsin gereği olan kendilik bilinci burada gerçekleşir. Kur’an iman ve inkar, birey ve grup psikolojileri gibi alanlara da onca atıfta bulunurken, sonraları psikologları çok meşgul edecek rüya hakkında da zengin bir kaynaktır. Rüyalara dair genel bilgiler verilmesi ve bazı peygamberlerin gelecekle iliştirilen rüyalarının yorumlanması, kişiyi kendi toplumunda gerçekleşen olayları anlama ve yorumlama konusunda da eğitmiştir. İlmü’n Nefs, Kur’an’ı kaynak kabul edilen filozofların birikimli ve sistemli bir şekilde bu tür konuları daha da aydınlatma çabalarından oluşur.
Nefsi ilk kez gereğince tanımlayabilen ve tutarlı bir zemine yerleştirenin de, bu filozofların ilki olması gerekir, yani Haris el- Muhasibi. Akıl, kalb, sadr, fuad gibi diğer temel psikolojik kavramlar da Muhasibi’nin eserlerinde kendine yer bulur. Kendisinden sonra gelenlere birçok konuda ilham kaynağı olmuşsa da belki de en etkileyicisi insanın kendini nasıl anlayabileceği, hakikate giden yolda iç bilgisini hangi yolla elde edebileceği konusunda söyledikleridir. Muhasibi bize “iç gözlem”i tavsiye eder. Wilhelm Wundt 19. yüzyılda yapısalcılık ekolünü kurarken, sonraları Titchener’in de savunacağı gibi, iç gözlemin kişiyi yanıltmayacak bir yöntem olduğunu vurgulamıştır. Sonraları deneysel psikoloji bu görüşü reddetse de psikofizik ve psikoterapide hala kullanımdadır. İlk İslam filozofu olarak kabul edilen Kindi, rüya psikolojisi alanında da ilk eserin sahibi ünvanına sahiptir. Patolojiye odaklandığı eseri Üzüntüden Kurtulma Yolları’nda her çeşit mutsuzluk durumunun yol açtığı nevrotik hastalıkları ve bunlardan kurtulma yollarını incelemiştir. Batı, psikoloji bilimi çerçevesinde bu çabayı barındıran müstakil bir alan (counseling) belirlemiş ve bu alan da çağımızda psikolojinin en popüler ve ihtiyaç duyulan yönü haline gelmiştir.
Zamanla psikolojik süreçlerin tarifi ve tasnifi detaylandırıldı ve geliştirildi. Beslenme, büyüme ve üreme yetilerine sahip Nebati nefs, algılama ve hareket etme gücünü aldığımız Hayvani nefs, algılamanın gerçekleşmesine bağımlı olarak sahip olduğumuz iç (ortak duyu, hayal ve tasavvur, vehim, hafıza vb.) ve dış duyular, yapıcı ve bilici güçlerden oluşan, genel olarak akıl diye adlandırılan ve bu sebeple diğer nefslerden üstün olan İnsani nefs, Nefs-i Emmare’den başlayıp Nefs-i Kamile’yle sonuçlanan dini ve ahlaki gelişim, İlmü’n Nefs altında gerçekleşen keşiflerinden bazılarıdır. Bu gelişme döneminin tanıklarından olan Farabi, Aristocu düşünüşün en büyük temsilcidir. Farabi’nin belki de en büyük katkısı, Aristo’dan aldığı Faal Akıl kavramını vahy meleği ile eşlemesi, böylece akli idrak yolu için sezgisel iletişimi önermesidir. İlham ve vahyin kaynağını Faal Akılda gören Farabi için nazari akıl gücü de idrak ve tecrübenin kaynağıdır. İbn Sina ise şüphesiz bu alanda en çok eser veren İslam filozofudur. Beş adet içsel duyunun fonksiyonlarını o açıklamış, vehim gücü kavramını psikolojiye o sokmuştur. Getirdiği yenilikler bununla da sınırlı değildir, kişilerin ruhsal dünyaları arasında da bir etkilişim olduğunu; telkin, hipnoz ve nazar gibi olayların bu iletişime dayandığını belirtir, ruhsal hallerin bedenle de ilişkisini ortaya koyarak psikosomatik tıp dalını da böylece kurmuş olur. Bilinçaltıyla alakalı çalışmalarda kullanılan “ilişki testleri” Freud’dan çok önce İbn Sina tarafından kullanılmıştır. Endişe, kaygı, stres, üzüntü gibi ruhsal hastalıkların devası için de bu filozofun çeşitli risaleleri bulunur. Ama kabul edilen yaygın görüşe göre İslam psikolojisinin kaidelerini belirleyen Gazzali olmuştur. Kendisine kadar gelmiş tüm birikimi doğru analiz edip genişletmiş, alanı sistemli ve zengin bir vaziyete taşımıştır. Nefsin denetim altına alınması ve erdemin kazanılması, felsefi geleneğe karşı çıkıp da psikolojiye bir ayrıcalık tanıyarak Allah’ın kanunun bunlara göre vuku bulduğunu ve bu bilimin dine aykırı bir yanı olmadığını söyleyen filozofun en çok yoğunlaştığı konulardır. İbn Haldun ise değindiği konular bakımından diğerlerinden ayrı bir konumda bulunur. Bireyden uzaklaşarak toplumsal olayların ve grup hareketlerinin altında yatan sebeplere yönelmiştir. Birleşme, dayanışma, üstünlük kurma, liderlik, yönetme güdüsü gibi kavramlarla günümüzün sosyal psikoloji alanına dahil edilebilecek güçlü tespitlerde bulunur. Maddi şartlar, iklim ve beslenme, meslek ve çalışma şartları gibi konulardaki incelemeleri de psikolojinin son 50 yılında ihtiyaç duyulan endüstriyel psikolojiye dahildir. Siyasi otorite ve halk, refah ortamı ve yönetim tarzları yine İbn Haldun’u çağından ileriye taşıyan çalışmalardan bazılarıdır.