Alpay’dan “Eylülde Gel” şarkısını dinlememiş olanınız var mıdır? Varsa ayıplayacağımdan değil.. Şimdi bu Alpay -şimdi değil tabi, lisedeyken- profesyonel futbola merak saldığından okulu biraz kırıyormuş. Adı Sıfırcı’ya çıkmış edebiyat öğretmeni de tutmuş sözlüye kaldırmış; “Söyle bakalım evladım, Muallim Naci ne yapmıştır?” Alpay’ın cevabı son derece sportmence: “Ölmüştür.” Bu insanların genelde yaptıkları bir şey. Ölmek yani. Osman Hamdi Bey de yapmış ve 1910’da ölmüş. Devrin ricalinin katıldığı namazı Ayasofya’da kılındıktan sonra cenaze büyük bir tantana içinde, çok sevdiği Eskihisar’da torağa verilmiş.
Bir insandan bahsetmeye ölümünden başlamak çok makul değil galiba. “Memento” filmindeki gibi birkaç dakika öncesine gidelim derdim ama Osman Hamdi Bey’in ölmeden az önce ne yaptığını biliyorum. Eski zaman tabi, şimdiki gibi değil. “Allah bilir ya, sizinki gidici” denilmesiyle toparlanıp yola çıksanız bile yetişmeniz her zamana mümkün olmuyor. Tabii. Osaman Hamdi Bey’in ölmeden az evvelki durumu hakkında bir fikrim yok bu yüzden. O halde şöyle yapalım; biraz daha geri gidelim. Sultan II. Mahmud zamanı. Sakız’da çıkan isyan bastırılmış ve İstanbul’a izzet ü ikbalin yanı sıra esirlerle gelinmiş. Devşirmeler arasındaki küçük bir Rum çocuğu Kaptan-ı Derya Hüsrev Paşa tarafından yetiştirilerek 9-10 Yaşlarındayken eğitim için Fransalara gönderilmiş, sonradan sadrazamlığa kadar da yükselmiş. İşte bu İbrahim Edhem Paşa’nın oğlu olan Osman Hamdi Bey hukuk eğitimi almak için gittiği Paris’ten ressam olarak dönünce babası “Oğlum en büyük Türk ressamlardan biri olacak” diye sevinmiş midir, bilemiyoruz. Bildiğimiz şu ki, Paris’te bulunduğu sırada Boulanger ve Gérome’un atölyelerinde devam eden Osman Hamdi Bey Türk resim sanatının ilk oryantalisti olmuştur.
Son birkaç asırdır Batı’ya giden Doğuluların “Diyâr-ı küfrü gezdim beldeler k’aşaneler gördüm / Dolaştım mülk-i İslâmı bütün vîraneler gördüm” (Ziya Paşa) şeklinde kanaatin sahibi olmaları âdet olmuştur. Onların yanı sıra Oksidentalist denen bir güruh da var ama yan tarafta kıymetli resimler koymuşuz, oksitlenme filan olur neme lazım diye ayrıntısına girmiyorum. Öte yandaysa, Doğuyu araştırma, tanımlama, yazıp-çizme, öğretme çabasındaki oryantalistler yer alıyor. Bunların ressam olanları, kendi varsayımlarından hareketle bir Doğu manzarı çizerler ki, dıştanlıkları işlerinin püf noktasını oluşturur. O zaman gelsin köle pazarları, harem ağaları, postu sarmış yatan figürler. Elin gâvuruna “Gel bizim haremi temaşa et” denmiş olmayacağına göre, oryantalist ressamların tuvale yansıttıkları Doğunun hayal mahsulü olduğu açıktır. Osman Hamdi bey, bizzat içinde yaşadığı toprakları tasvir ederken “Namaz Kılan Müslümanlar” deyip, farklı yönlere secde eden insanlar resmeden; hamamda göbek taşına uzanmış Çerkez kızlarla haremi anlattığını sanan oryantalistlerden farklı bir yerde durmaktadır haliyle. Onun resmettiği Doğu, gündelik uğraşları içinde gösterdiği “gerçek” insanları ve başarıyla yansıttığı Şark atmosferiyle, bir fotoğraf karesi gerçektir.
Nasıl olup da bu kadar sahici olabilmiş sorusunun cevabı da buradadır zaten. Resimlerinde kullanmayı düşündüğü nesnelerin, mimari unsurların, kişilerin fotoğraflarını çekerek bunları bir arada kurgulayıp, birleştirerek tabloyu oluşturmasında. Kandil, rahle, kitap, şamdan, halı, peşkir, örtü, hat levhası, tabi arkada bir de mimarî fon; o camii kapısı, bu sarayın çini panosu, şu müzeden kandil derken resim ortaya çıkmaktadır. Misali verelim de elimizde kalmasın; “Silah Taciri” tablosunun mekânı Gebze’de Çoban Mustafa Paşa Külliyesi, Ab-ı hayat Çeşmesi’ninki Topkapı Sarayı’ndaki Çinili Köşk’tür. Kaplumbağa Terbiyecisi, kaplumbağalarını Bursa Yeşil Cami’nin üst katındaki odada beslemektedir. Mihrab, Konya Karaman İbrahim bey İmareti’nin mihrabıdır. Aynı resimdeki rahle bugün Türk İslam Eserleri Müzesi’ndedir; kadının üzerindeki ipekli canfes kumaştan elbise ressamın eşi Naile Hanım’a aittir. Hazır sözü karısına getirmişken şunu anlatmadan geçemeyeceğim, Paris’te bulunduğu sırada Marie Adlı bir Fransız kadını ile evelenen adamımız sonradan gittiği Viyana’dan İstanbul’a yine yanında bir Fransız kızıyla dönünce ilk hatun “Bu eve iki Marie fazla” deyip bavulunu toplamaya başlamış. Osman Hamdi her ne kadar “Onun adı Marie değil Nâile”, dediyse de dinletememiş; iki kızlarından birini yanına alan kadın kendini Paris’e dar atmış.
Mekânlar ve eşyalar konusunda bu kadar gerçeğe düşkün olan ressamımız, resimlerinde yer alan kişileri de gerçek hayattan seçmektedir. Model olarak kullandığı kişi/kişiler kendisi, daha doğrusu “kendileri”dir çoğu zaman. Bazen olayı abarttığından, aynı tablo içinde farklı kostümlerde iki, hatta üç Osman Hamdi’yle karşılaşmak mümkün. Nitekim “Silah Taciri”nde, gençliğin coşkusunu taşıyan oğlu Edhem’e öğütler verir pozisyondaki Osman Hamdi aynı resmin arka planında da oturarak duruma vaziyet etmektedir. “Cami KapısıÖönünde Koşan Hocalar”da hocaların üçü; Bursa yeşil Cami’de resminde hem hoca hem onu dinleyen derviş Osman Hamdi Bey’in bizzat kendisidir.
Türk resmine figüre dayalı resim anlayışını getiren Osman Hamdi Bey aile fertlerini, eşi dostu model olarak kullanan başarılı da bir portre sanatçısıdır aynı zamanda. Bulgaristan ve Irak’ta bulunduğu sırada yaptığı desen çalışmaları da yabana atılır gibi değildir. Birtakım manzara resimleri yanında kendisinin bir de çıplakları varmış ki Paris’teki atölye çalışmalarından elinde kalan bu etütlere kıyamayıp, rula yapıp memlekete getirmiş. Kuruçeşme’deki yalısındaki pencereleri kuzeye bakan atölyesine ziyarete gittiğimizde bize göstermediğine göre çok da kayda değer şeyler olmasa gerek.
Türk resim tarihinin en önemli örneklerinden olan Kaplumbağa Terbiyecisi’nin aynı zamanda güzel memleketimizde kırılamayan bir satış rekorunun -meblağ olarak- sahibi olduğuna dikkatini çekmek isterim. Onun kadar titizlikle oluşturduğu Silah Taciri’nde genç adamın eteğindeki söküğe yer verecek kadar ayrıntılara düşkün olan ressamın Rüstem Paşa Camii Önünde adlı eserindeki tesbihin tanelerinin saymaya üşendiğini de söyleyeyim ama. Tablonun her iki versiyonunda da taşlar eksik olduğuna göre figürünü biraz derbeder göstermek istediğini de düşünebiliriz. Ne olmuştur mesela, adamın tesbihi dağılmıştır, o da eksik-fazla ne bulduysa ipe disip çekmeye devam etmiştir. Silah tacirindeki eleman da elbise giymeye alışıl olmadığından basıp eteğini sökmüştür mesela. Kırışık elbise giymeyi de meraklılardır zaten, filan.
Osman Hamdi Bey’in arkeolog, müzeci, yazar gibi sıfatları olduğundan söz edelim mi? Eski eserlerin korunması için âsar-ı Atîka Nizamnâmesi’ni çıkarttığından, Müze-i Hümâyun’u kurduğundan, müzeye eser bulmak için arkeolojik kazılara bizzat katıldığından, İskender lahdini bulduğundan… Bence gerek yok. II. Abdülhamid devrinin meşhur junalleri arasında kesintisiz 27 yıl Sanayi-i Nefise Mektebi müdürlüğü yapmayı başardığını söyleyelim ama. Tabi arada bir “Osman, bu gâvurlar sana şeref pâyesi, madalya, fahri doktora verip duruyorlar, ne iş?” şeklinde suallere muhatap olmuştur, o ayrı.
“Osman abim evde mi?” diye bir şarkı olduğu malumunuz. Osman Hamdi’nin “Mihrab” tablosunu gördükten sonra Şarkıya “Bilinci açık mı?” diye devam etmek uygun düşüyor. Niye mi? Her zamanki gibi bir dekor görülüyor ilk etapta; isminden de anlaşıldığı üzere bir mihrap, mum, rahle, kitaplar. Gayet normal değil mi? Değil. Mihrabın önündeki rahlenin üzerinde bir Ermeni kadının oturtulduğunu, kitapların da (hadi Kur’an demeyelim) Hülâgû istilasından kalmış gibi kadının ayaklarına saçıldığını eklediğimizde tablo daha farklı bir çehreye bürünüyor. Yine de torunu Cenan Sarc diyesiymiş ki, “Resimdeki kadın hamiledir, dedem de analığa hürmeten böyle bir simgesellik senemiştir” Amerikan askerlerinin Irak halkını özgürleştirdikleri düşünüldüğünde bu da çok inanılmaz gibi gelmiyor insana. Gibi. Sanki.