Şüphe yok ki, bizi fotoğrafın icadına götüren yol, asırlar önce mağara duvarlarında av sahneleri canlandıran atalarımızın merak ve ihtiyacından doğdu. Zaman karşısında sabit kalmak, doğanın aynası olabilmek, maddi biçimlerin hakimiyeti… İlk fotoğraf halka gösterildiğinde Eugene Delacroix ve Charles Baudelaire gibi sanatçıların “Artık resim sanatı ölmüştür.” serzenişlerini de, resmin ulaşmaya çalıştığı başarıyı bir çeşit hileyle kendine mal eden bu yeni doğmuş teknolojinin pişkinliğini ve halkın arasında uyandırdığı geniş yankıyı göz önüne alırsak, oldukça doğal karşılayabiliriz. Yeni doğmuş diyorum ama fotoğrafın tarihini, ünlü gökbilimci Johannes Kepler’in sonradan camera obscura (karanlık oda) olarak adlandıracağı ışık olayını farkeden ilk insanlara kadar götürebiliriz. Karanlık odanın işleyişi artık hepimize tanıdık: ışık, bir duvarı nokta kadar delinmiş karanlık bir odaya girer ve karşısındaki duvara geldiği ortamın görüntüsünün tersini yansıtır. Büyüleyici ışığın gizemli numaraları. Bu esrarın aydınlanması 26 yüzyıl önce Mo Ti adında Çinli bir filozofun çalışmalarıyla başladı. Yunanlıların büyük filozofu Aristo ve Arap fizikçi İbn Al-Haitam’ın yardımıyla oluşturulan birikim, deneysel bilimin ilk temsilcilerinden İngiliz Roger Bacon ve Rönans devrinin ünlü düşünürü Da Vinci’nin elinde daha ileriye taşındı fakat henüz karanlık oda pratik amaçlara hizmet edemiyordu. Fakat sonraları Venedik’te bu iğne deliğine mercek yerleştirilmesi akıl edildi ve Kepler taşınabilir bir camera obscura üretti. Bu dönem, artık her sanatçının, filozofun ya da bilim insanının evinde incelenmek üzere masaya konmuş bir karanlık kutuya rastlayabileceğimiz bir dönem. Çok geçmeden de, içerisinde ayna önlerinde objektif olan karanlık kutular şimdi fotoğraf makinesi diyeceğimiz yeni bir aleti müjdelediler.
Joseph Nicephore Niepce 8 saatlik bir uğraş sonrası dünyanın ilk fotoğrafını çekmeyi başardıktan sonra, bu yeni teknolojinin gelişim basamakları da daha hızlı tırmanıldı. Arkadaşı Daguerre pozlama süresinin yanında birçok teknik meseleye de çözüm bulunca Fransız Bilimler Akademisi “daguerreotype” adlı bu buluşu tüm dünyaya tanıttı. Henry Fox Tablot’un negatif-pozitif sistemi ve George Eastman’ın Kodak adlı makinelerini piyasaya sürüşü, artık fotoğrafçıların, fotoğraf stüdyolarının ve şirketlerin giderek artması anlamına geliyordu.
Dünya, 1800’lerin ilk yarısında fotoğrafla henüz tanışıyorken, Osmanlı Devleti de o güne dek hiç görülmemiş bir uygulamanın şaşkınlığı içindeydi. II. Mahmud, Batı estetiğinin bürokrat ve saray çevrelerinde iyice kabul gördüğü bu dönemde, Batılı hükümdarların geleneğini alarak, kendi portresini devlet dairelerine asmış, üst düzey görevlilere hediye etmişti. Aynı tarihlerde Takvim-i Vekayi fotoğrafın bulunuşunu, Ceride-i Havadis Daguerre’nin ticari amaçla çoğalttığı makineyi haber yaptı. Osmanlı topraklarına yalnız fotoğrafın haberleri gelmedi ama; fotoğrafçılar da, daha takvim 1839’u silmeden Atina, Mısır, Filistin, Suriye ve Anadolu’yu gezmeye başladılar. Bu ilginin ardında yatan aceleci tutumun sebebi neydi? Batı, Doğu’yu Bin Bir Gece Masalları’yla bir fantezi dünyası olarak tanıyordu. Napolyon’un Mısır seferi sırasında çeşitli uzmanların sosyal dokudan tarih yapılarına kadar ele aldığı “Description de L’Egytpe” adlı eser de oryantalizmin bir bilim olarak doğuşuna sebep oldu. Doğu onlar için mistik ve egzotik bilinmez bir diyardı, hele hele Osmanlı’nın baş şehri İstanbul’un sokakları. 1840’ta Doğu’nun önemli şehirlerine uğrayacak bir gemi, son durağı İzmir olacak şekilde Marsilya’dan yola çıktı ve böylece Anadolu’nun ilk fotoğrafları çekilmiş oldu. Köprüler, hanlar, İstanbul Boğazı, Galata Kulesi… Şehrin paranomik görüntüsünü içeren belki binlerce fotoğraf çekildi. Bu manzaraya daha sonra insanlar eklenmeye başladı, yani portrecilik. Pera boydan boya fotoğraf stüdyolarıyla süslendi. Bunlar genelde İngiltere, İtalya ya da Fransa’dan gelen Şark meraklısı sanatçılardı. Para karşılığında dersler verip, fotoğraf makinesi sattılar. Osmanlı halkından olan Basile Kargopoulo ise stüdyosunu 1850’de açtı. Burada çok geniş bir gardırop oluşturdu, gençler türlü türlü kıyafetlerle fotoğraf çektiriyorlardı. Osmanlı’nın fotoğrafa duyduğu yoğun ilgi sonucu Carlo Naya, Pascal Sebah&Policarper Joaillier, Tancrede Dumas, Nikolai Andreomenos ve Rabach gibi sanatçılar da Pera’da stüdyo açtılar. Müslüman halkın resme duyduğu tepki sebebiyle, Müslüman bir vatandaşa ait ilk fotoğraf stüdyosu anca 1910’da Rahmizade Bahaeddin Bediz tarafından açıldı.
Halk arasında gösterilen tepkiye rağmen, aslında Osmanlı fotoğrafa uzak bir ülke değildi. Mühendishane-i Berri Hümayun’da camera obscura 1805’ten beri kullanıyordu. II. Abdülhamid, fotoğrafın destekçiliğini yapması bir yana kendisi de bu sanatla yakından ilgilendi. Abdullah Kardeşler’in ve Vassilaki Kargopoula’nın resmi saray fotoğrafçıları olması zaten ülkede fotoğrafa gösterilen değeri gereğince yansıtıyor. Aynı dönemde derslerindeki başarısından dolayı annesi tarafından fotoğraf makinesiyle ödüllendirilen 16 yaşındaki bir genç de, kısa zamanda kendini yetiştirip devletin ilk foto muhabiri ünvanını aldı. Pek çok dergide fotoğrafı yayınlanan Ferit İbrahim’in, Bab-ı Ali Baskını’nı fotoğraflamasıyla, II. Abdülhamid’in bu makinenin belge üretici yönünü keşfetmesi aynı zamana denk gelir. Onlarca fotoğrafçı Osmanlı diyarını görüntülemek için görevlendirilir. Camiler, köprüler, hastaneler, doğal çevre ve arkeolojik kalıntıların fotoğrafları, diğer devletlere Osmanlı’nın ne kadar büyük bir devlet olduğunu göstermek amacıyla çekildiyse de, bizim için de o dönemin dünyasını öğrenme konusunda bulunmaz bir miras olmuştur.