Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u Bizans’ın elinden aldığında, Boğaziçi yalnızca balıkçı ve bostancı köylerinden ibaretti. Eyüp, Aksaray, Vefa gibi semtler yanında bu bölgeler de yapılan büyük imar çalışmalarına dahil edildi. Fatih Sultan Mehmed’in Beykoz’a Tokat Bahçesi yaptırmasıyla başlayan dalga, Yavuz Sultan Selim’i Bebek’e, Kanuni Sultan Süleyman’ı İstinye’ye, Sultan II. Selim’i Beşiktaş’a, Sultan III. Murad’ı Fındıklı’ya yöneltti. Dolmabahçe semti, Beşiktaş Köşkü’nün Sultan I. Ahmed tarafından sahili doldurularak elde edildi. 18-19. yüzyıla kadar Çamlıca’yla beraber, İstanbul’un en eski sayfiyesi olan Boğaziçi’nde, padişahın yazın göçmesi için çeşitli sahilsaraylar vardı. Hatta o dönem, “göç” asıl anlamını kaybederek Suriçi’ndeki kışlık evlerden, yazın Boğaziçi’ndeki köşklere ve yalılara taşınmayı temsil ediyordu, yani Sepetçiler Kasrı’na, Beşiktaş Sahilsarayı’na veya Çırağan Sahilsarayı’na. Boğaziçi o zamanlar, gizli koyları, eşsiz tepeleri, balıkçı köyleri ve aralara serpilen sahilsaraylarıyla padişah ve devlet erkanının huzur ve dinlenme adresiydi. Lale Devri’nden sonra yaşanan bazı gelişmeler ise Osmanlı’nın olduğu kadar Boğaziçi’nin de çehresini değiştirdi.
Yeniköy ve Tarabya. 1800’lerin Osmanlı’sında yaşayan birisine nerede olduğunu sorsanız, büyük ihtimalle cevap alamazdınız. Karadeniz’in ulaşımından sorumlu Rum armatörler ve diplomatik konularda ağırlığı artan Fenerli Rum Beyleri, bu bölgeleri yeni bir üne kavuşturacaktı. Boğaziçi’ndeki köy halkı her geçen gün yenisi yapılan yalılarla karşı karşıyaydılar. Kırım Savaşı’ndan sonra zenginleşen Fransız-İtalyan kökenli Katolik tacirlerle, Kapalıçarşı esnafı da, Boğaziçi’nde sayfiye yaşamının yaygınlaşmasına katkıda bulundular. Bir de, Mısır’dan gelen zenginler vardı. Tarih 1840’ı gösterirken Hıdivlik olarak şekillenen Mısır’ın zenginleri Boğaziçi’nde kasır ve yalı yapma yarışına girdiler. Ama “Boğaz’ın asıl mimarı” Şirket-i Hayriye oldu. Vapurlar birbirlerine ulaşamayan köylerin yaklaşmasına ve giderek büyümesine vesile oldu. Bu dönemde İstanbul, Bebek gibi semtlere kadar uzanmıştı. Yazlık fiyatları şaşılacak ölçüde arttı. Bu değişim, tabiatıyla İstanbul halkını endişelendirmişti. Ahmed Cevdet Paşa, Maruzat adlı eserinde “Mısır Döküntüleri” sebebiyle yozlaşan ahlaktan bahsederken, “O zaman Boğaziçi, cennetten bir numune idi. Hele mehtap geceleri denizlerin yüzü, seyirci kayıklarıyle resmi alınacak bir şekl ü hey’ette idi.” diyerek bozulmanın yalnız ahlakta yaşanmadığını söylüyordu.
Boğaziçi’ne yapılan bu yalılarsa, yalnız buraya özgüdür. Sayfiye, kendine özgü bir mimari oluşturmuştur. Genel itibariyle, kıvrımların ve bitkisel desenlerin kullanıldığı Art Nouveau türünde yapılan bu iki üç katlı ahşap evlerin rengi Osmanlı gülü, yani koyu kırmızıydı. Cumbalıydılar ve her yalının kendine ait kayıkhanesi vardı. Yalı diyoruz ama, bunu söyleyebilmek için, yapının leb-i derya, yani denizin dudağından başlaması gerekirdi. Yalının eğer sağında ve solunda boşluk varsa, anlıyoruz ki Müslümanların, yoksa gayrimüslimlere ait. Din ve sosyal statü, yalnız yalıların biçiminde değil, bulundukları bölgelerle de kendini belli ediyordu. Padişah ve ailesi, Beşiktaş, Ortaköy ve Kuruçeşme’de otururken, Sadrazamlar ve Divan üyeleri Bebek’i, münevverler Rumelihisarı’nı, Hıristiyanlar ve Yahudiler Arnavutköy ve Kıuzguncuk’u, Rumlar ve Ermeniler Yeniköy, Tarabya ve Büyükdere’yi tercih etmişlerdi. Büyükdere ve Bebek, bir süre sonra sefarethanelerin de merkezi haline gelecekti.
Boğaziçi, yazıda andığımız üzere bir sayfiye yeri olmasından ziyade, bazı durumlarda tam tersi amaçla da kullanılıyordu. İstanbul’da bulunmasından rahatsız olunan, ama yaptığı hizmetler dolayısıyla saygı gören devlet erkanı için Boğaziçi artık sayfiye yeri değil, sürgün anlamına geliyordu.