Bir şairin hem de herhangi bir gücün gölgesine sığınmadan politika yapması bugün şairlerin bile akıllarının alacağı şey değil. Şair yerini bilmeli. Peki neresidir o yer? Şairin yeri nedir? Bu soruların açık seçik cevapları yok. Şairin yeri dendiği andan itibaren yersiz-yurtsuzluktan müntehirliğe, barbarlıktan yoksulluğa, anarşizmden sapkınlığa kadar pek çok imaj beliriyor ama bunları yerli yerine koyacak bir bütün tasarımdan, hem kültür toplumunu hem şairler topluluğunu ikna edecek bir ortak kabulden mahrumuz. Şairin yeri var ya da yok bile denemiyor. Bilinmiyor.
Bu bilinmezlik bir gizliliğin yahut batıniliğin ifadesi değil. Şair varsa bugün de geçmişteki gibi gene ortadadır, meydandadır, açıktadır. Hal böyleyken şairin politikasından söz etmenin gereği doğmuş olmalıydı. Ne var ki, bir politikanın dile getirilişi, tanımlanışı, söz edilişi de politik olmak gerektiği için, şairin politikasından söz ederken en başta değindiğimiz yeri- belirsizlikten etkilenmeme imkanımız yok. Şairin politikasından kim niçin söz etsin? Bundan kime ne? Bu kime yarayacak sonra? Kim umut bağlamış ki şairin politikasına?
Amerikan şairi Ezra Pound (1885-1972) muhakkak bu soru ve soruların idrakindeydi, Mussolini zamanında Roma Radyosunda Amerika Birleşik Devletleri’nin Büyük Harp politikasını yerden yere çalarken. Başka deyişle hakimleri yargılarken idamınızı onayladığınızı bilmeniz beklenir sizden. Pound’un yaptığına bundan başka ne ad verilebilir? Eski dünyayı, hiç değilse Batı medeniyeti denen güce karşı, “Amerika! Kendi temellerine saldırıyorsun!” diyen adamın yaptığının bu olduğunu bilmemesine imkan var mı?
(Bir an için şu malum “birinci tezkere”nin Meclisten geçtiğini ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ABD ve İngiltere ile birlikte Irak’a girdiğini düşünün. Tam o sırada Bağdat’ta bir Türk şairi de televizyon aracılığıyla ve Türkçe olarak bu hareketi yerden yere çalsın, “Türkiye, kendi temellerine saldırıyorsun!” mealinde hararetli hakaretimiz konuşmalar yapsın. Bunu tahayyül mümkün mü? Diyeceksiniz ki Türkiye çok kasıtlı olarak o tezkereyi geçirmedi ve kendi temellerine saldırmaktan da son derece bilinçli olarak uzak durdu. Buna bu satırların yazarının bir itirazı yok. Fakat düşünmeye, tahayyül etmeye mani nedir? Diyelim ki bu hadise söylediğim tarzda gerçekleşti ve siz de şairsiniz, o tarz bir bağlantınız, imkanınız da var; Bağdat Televizyonunda, ya da hangi televizyondaysa, o konuşmaları yapar mıydınız? En birincisi, bunun ne demeye geldiğini biliyor olurdunuz, öyle değil mi?)
Züppeden dava adamı mı olur?
1907 yılında Indiana’da edebiyat asistanlığı yapmaya başlayan (“Amerika’nın göbeği” denen bir yerdir; coğrafi anlamda değil tabii, Amerika’nın asli unsuru kabul edilen toplumun yerleşimi itibariyle, yani bir tür Orta Anadolu tarzı bir yer filan) Ezra Pound, iyi eğitim almış yarı taşralı bir deha namzediyken, “düşük” bir aktrisi odasında “sakladığı” gerekçesiyle okuldan atılır ve birçok biyografi yazarı bunu yazarın epik/siyasi yürüyüşünün ilk adımı olarak görürü. Yorumlara bakılırsa Pound “düşük” de olsa maddeten muhtaç bir aktrise delikanlılık yapmış. Bu, okuldan atılınca pişmanlık sergilememesinden de anlaşılabilir. Gerçi Pound’un hayatının herhangi bir dönemi veya yaptığı herhangi bir şey karşısında pişmanlık sergilediğine dair bir işarete de rastlamıyoruz.
Cesur bir adam. Cesur ama bir o kadar ciddi. Ahlakçılıkla başı hoş değil. Kökleri Amerika’nın asli unsuru olan Yankee’lere dayanıyor; ama adamın ilk yaptığı şey bunun sınırlarını aşmak olmuş. Şiirini ve hayatını biraz tahlil edince bunun ters bir şey olmadığını da anlamıyoruz ama. Asli unsurdan olmayan onun sınırını nasıl zorlayacak ki? Babasının sınırlarını aşmak babaya öz itibariyle sadakatin bir ifadesi niçin sayılmasın?
Cesaretinin, kendine güvenini veya aslına sadakatinin (şiirinde bu ikisini bir ve aynı şey saydığına dair çok kanıt var), ciddiyet ve bilgililiğin, çalışkanlık ve dost canlılığının ödülünü beklerken bedelini ödemiş bir adam Ezra Loomis Pound. Beklediği ödülü zamanında ve yerinde (yani tam da 1907’den başlamak üzere ve Amerika Birleşik Devletleri toprakları üzerinde) alabilmiş olsaydı, biz muhtemelen bu yazıda ondan söz etmeyecektik. Bir Hart Crane, hadi bir Walt Whitman kadar iyi bir Amerikan şairi olarak şiirden içre bir sanat adamı olarak kalacaktı. Birinci kalite bir züppe olacaktı yani. Fransızların Baudelaire’ini egale eden bir Amerikan “dandy”si olacaktı; roman sanatındaki benzerleri sayılabilecek Fitzgerald veya Hemingway gibi. Amerikan şiirinin modernleşmesinde ustalarının açtığı yolda yeni teknikler, yumuşak bilek hareketleriyle kotarılan yeni ataklar getiren şık bir usta olmakla yetinecekti. Bunları zaten oldu ve yaptı aslında; ama bu değil bizim meselemiz burada.
Okuldan atılınca (hiç değilse Pound’un sadık eleştirmenlerinden James J. Wilhelm nazarında) Amerika’nın “kitap kafalılarına” da “fasulya kafalılarına” da (learneries&beaneries) derin bir öfkenin içinde buldu kendisini. Yurdundan ve yurttaşlarından ahlakça koptuğunu hissetti. (Bu karakterlerin Türk romanında çok çeşitli karşılıkları vardır; Ahmet Cemil’den Kamil Bey’e, Mümtaz’dan Selim Işık’a kadar. Şiirimizse kitapta fasulyayı ayırmayı, hele bunlarla kopuşu bugün bile nefsine hakaret gibi görüyor. Yaklaşık yüz elli yıldır şairlerimizle halkımız karşılıklı olarak birbirlerine kitap ve fasulya fırlatıyor. Hatta bazen halktan birilerinin kitap, şairlerin de fasulya fırlattığı bile oluyor. Bu kopuş pound’un niye hiçbir gücün gölgesine sığınmadığını anlatmak için yeterli değil. Züppeliğini bir yanıyla ömrünün son demine kadar korumayı başarmış bir şairin niye dünyanın, içinde insan soyunun politik evrimine o kadar kafa yorduğunu anlamak için bir şeyi daha bilmemiz gerekiyor. Bu şairin tabiyetini, yani milliyetini.
Balinanın karnındaki hesap
Amerikalıdır Pound, Amerikan’dır; Amerika onda bir kere daha ta köklerine varıncaya kadar canlanır. Kendisi çok büyük, imkanları o dönemlerde eski dünyaya oranla muazzam, gelişme ivmesi tartışılmaz ve taşıdığı potansiyel bütün hesaplarını üzerinde olan Amerika Birleşik Devletleri, Pound’un Londra’da ressam arkadaşı Wydnham Lewis’le Blats’ı (İnfilak) çıkardığı Birinci Dünya Savaşı yıllarına kadar Avrupa’nın şımarık bir eski sömürgesi olmanın ötesine hiç geçmemişti. Avrupalı köpek balıklarının uzaktan akrabası olan balinaydı ve balinalığı ona da başı sıkıştıkça yani aç kaldıkça ondan yararlanan Avrupa’ya da fazlasıyla yetiyordu. Birinci Dünya Savaşı da Avrupa’nın kendi iç hesabı olarak başlamıştı. Amerika’nın savaşa gireceği planlanmış bir şey değildi. Dünya Sistemi adını alacak unsurlar Amerika’yı savaşın içine çekerken ona yeni bir rol verdiklerinin, yakın geleceğin hegemonik gücünü sahneye çıkardıklarının ne kadar farkındalardı, bu tartışılır; ama Amerika Birleşik Devletleri’nin Birinci Dünya Savaşı’na kendisini Amerika yapan saiklerle girdiği fazlasıyla su götürür. İkinci Dünya Savaşında ne yaptıklarını bilmiyorlardı artık. Saiklerle oynanmıştı. Ne var ki, Birinci Dünya Savaşı Amerika Birleşik Devletleri için savaşı kazanan ve kazandıran taraf olmalarına rağmen savaştan hemen sonra infilak edecek olan toplumsal, siyasi ve iktisadi buhranlardan başka bir şey getirmemiştir. Savaşa girmeleri yirmi yüzyıl boyunca yükselerek bugünkü duruma ulaşacakları hegemonyanın ilk ciddi adımı oldu ama, o ayrı.
Avrupa ülkeleri birbirini yerken Pound Sussex’te İrlandalı şair William Butler Yeats’in gönüllü sekreterliğini yapıyordu. Bu dönemde özellikle savaşta ölen farklı milletlerden sanatçı arkadaşları yüzünden mantıksız ve acımasız bulduğunu savaşın “sebeplerine inmeye, böylece ona karşı çıkmaya” başlayacaktır. Pound’un bu dönemdeki en büyük keşfi iktisat ve maliye olacaktır. Savaşın sebebini görünürdeki siyasi kamplaşmayla tanımlamayıp iktisadi sebepler arayan Avro-Amerikan entelijansiyanın şiirdeki muhabiri olur Pound. Böylece, bir tür Homeros uyarlamasından ibaret olan büyük destanı Kantolar yön değiştirir. Şair, antik Yunan âlemini modern Amerika topraklarına tercüme ederken kendi sürgünlüğünün, Avrupa kültürünün çöküşünün, Savaşın getirdiği yıkımın, kendi ülkesinin ateşin ortasına girişinin ve Savaş sonrasında ortaya çıkan sıkıntıların etkisiyle şiirini az çok bir siyasi-tarihsel kozmoloji haline sokmaya başlar.
Oyunbozanlar
“Ma qvesto,” dedi patron, “é divertente,” hadiseyi çakarak estetlerden çok daha önce. “Patron”, yani Mussolini Pound’un şiirde yapmak istediği şeyi “ilginç, hoş” bulduğunu söyleyerek ne söylemiş oluyordu, bunu bilemiyoruz; ama Pound bunda estetizmden siyasi şiire yönelmek için bahane bulmuş oluyor, ki bütün mesele de bundan ibarettir.
Mussolini’ye ilgisi iki sebepten: Ekonomik programı ve toplumu örgütleme tarzı. Mussolini, Alman Nazizminden esinlenmiş olarak çoğunluk ekonomisi denebilecek bir yola sokmak istiyordu İtalya’yı. Bu ekonomik programın işleyebilmesi ise halkın tek blok, tek kanat, tek bütün olarak örgütlenmesi gerekiyordu. Faşizm dedikleri şey. Pound’un faşizmi Türkiye’de bile sol modernist edebiyatçıları birbirine düşürmüş (Mehmet Fuat-Asım Bezirci tartışmasının açtığı tahribat yüzünden Pound bugün hâlâ layıkıyla Türkçeye tercüme edilmiyor.) bir şey olmasına rağmen sanıldığı kadar önemli değildir. Pound “patron” diyecek kadar sempati duyduğu Mussolini’nin İtalya’yı hangi kadere sürüklediğiyle çok fazla ilgileniyor değildi. Pound’un gözünde Amerika’nın kurucularından Thomas Jefferson’ın yeniden doğmuş bir haliydi Mussolini. Bunun sebebi de bir tür Emersonculukla toplumu kendine dayalı, kendine yeterli, kendine güvenli bir şekilde örgütleme çabasıydı.
Üstelik bu çaba, Birinci Dünya Savaşı’nda Avrupa topraklarını ilk defa infilak ettiren “büyük Yahudi” oyununu bozmaya, mali sermayenin yahut da bugünkü tabirle dünya sisteminin dünyaya getirmeye çalıştığı insansızlaştırılmış düzeni kırmaya matuf bir çabaydı; yahut da Pound 1914’lerden itibaren bu tür bir şeyin olması gerektiğini düşündüğü için bunu simgeleyen bir Avrupalı yöneticiye yaklaşmakta güçlük çekmeyecektir.
Finalsiz bir son
Mussolini, ustası Hitler’le birlikte ABD’nin Pound’un tabiriyle “kendi köklerine saldırması” sebebiyle ağır bir yenilgiye uğratıldı. Pound, İtalyan solcularınca Amerikan Ordusuna İhbar edildi. Yakalanıp askeri nezarete konulana kadar başına geleni anlamayan Pound, ondan sonra nezaret altında geçen 13 yıl boyunca nerede hata yaptığını düşündü. Serbest kaldıktan sonra Donal Hall’ın kendisiyle yaptığı söyleşide, Hall’ın “İkinci Dünya Savaşı sırasındaki hatanız…” sorusuna inanılmaz kudrette bir cevap verecekti bu sayede: “İkinci Dünya Savaşı’na özgü bir şey yok bu işte, benim hatam otuz yılı bulan sistematik bir hataydı.”
Haklıdır Pound, her zaman olduğu gibi yine kendisinin en sıkı eleştirmenidir bunu söylerken. Otuz yıllık bir gestus olarak Pound’un savaş karşıtı epik şairliği, bu yolda attığı her türden tedirgin edici ve tehlikeli bütün adımlarını, belaya bile isteye ve hatta güle oynaya (é divertente) dalmasına vesile olan çılgınca davranışlarını anlamlı ve tutarlı kılmaya yeterlidir. Cesur ve ciddi olduğunu söylemiştik; burada azim ve sebat sahibi olduğunu da ekleyeceğiz. Diğer şairler ve entelektüeller gibi kendisini kurtarmasını biliyor olmalıydı yani. Bunu yapmadıysa, bunda sözünü ettiği sistem hatasını henüz tahlil etmemiş, çünkü başına gelmemiş olması etkendir.
Reed Way Dasenbrock, Pound’un tarzındaki paradoksu işaret ederek bunun epikten ziyade trajik olduğunu söylüyor. Bize kalırsa, burada ne paradoks ne de tragedya söz konusudur. Savaş karşıtı olduğu için bir savaş suçlusuna dönüşen, bir “vatan haini” olarak damgalanan Ezra Pound, hayatları sırasındaki şöhretleri öldükten sonra dünya siyasi konjonktürünün değişimleri yüzünden yıprandıkça yıpranan 20. yüzyıl modernlerinden biri olmakla sınırlanmamak için atmıştır kendini ateşe. Ateşin gül bahçesine dönüşmemesi ve onu yakması karşısında ise pişmanlık sergilememiş, serbest kalınca Amerika’dan bir kere daha yarılıp İtalya’ya giderek bir Amerikan şairi için mümkün olan peygamberaneliğin tamamını arz etmiştir. Bugün Yahudi eleştirmenler Pound’un acı içinde öldüğüne inanmamız için bize her türlü baskıyı yapıyorlar, İngilizce edebiyat eleştirisinin bütün hilelerini kullanarak. Biz buna inanmıyoruz. Türkçe düşünüyoruz çünkü. Galiba Pound da bizden çok farklı düşünmüyordu.