Askerî ve Reaya. Devletin müslim-gayimüslim ayrımı gözetmeksizin bu iki sosyal gruba ayrılmış olması; pek çok yönden, çağdaşı olan Avrupalı devletlerin sınıf anlayışından çok farklıdır. Tek yönlü bir ihtiyaç ilişkisinden çok, hakkaniyet çemberi denilen esaslar çerçevesinde iki grup da birbirine muhtaçtır. Herkesin Allah’ın kulu kabul edildiği bu toplumda ruhban ve aristokrasi gibi yalnız bu dünyaya ait ayrıcalıklı ünvanların da yer almadığı görülür. İslamiyet öncesi Türk devletlerinden beri varlığını sürdüren bu toplumsal tabakalaşmada iki sosyal grup arasında bazı farklılıklar da söz konusudur.
Osmanlı’nın yöneten sınıfı “Askerî” olarak anılır ama burada yalnız orduya mensup olanlar kastedilmez. Devletin kuruluş amacı fetihlerle İslam’ı yaymak olduğu için, ilk zamanlarda yönetici sınıf askeri görevlerle daha fazla ilgilenmiş bu sebeple bu sınıfa askeriler denmiştir. Askeriler dört gruba ayrılır. Bunlardan ilki daha sonra Yeniçeri Ocağı ve Cebeci Ocağı gibi bölümlere ayrılacak olan Kapıkulu askerleriyle, temelinde tımar sisteminin yattığı eyalet askerlerinin oluşturduğu seyfiye sınıfıdır. Devletin kuruluş politikasından dolayı uzun süre yönetici sınıfın en etkili kanadı olmuştur. Eğitimli din alimleri, ilmiye adı altında devlet kontrolünde örgütlü bir yapıya kavuşmuştur. Bu sınıfın başında şeyhülislam, ikinci şef ise yargı teşkilatının başında bulunan kazaskerdir. Kaynağı medreseler olan ilmiye sınıfı, devletin eğitim ve yargı işlerini uzun süre elinde bulundurmuştur. Nişancı, defterdar gibi önemli görevlilerin oluşturduğu kalemiye sınıfı, başlarda ilmiye ve seyfiye kadar etkili olmasa da, sonraki dönemlerde yaşanan bozulma ve güç kaybı, kalemiyenin önplana çıkmasına, II. Mahmut döneminde de güçlü bir sivil bürokrasinin oluşmasına sebep olmuştur. Saray Ağası, Hazinedar Başı ve Çavuşbaşı gibi Saray’da çeşitli görevleri üstlenen saray hizmetlileri de yönetici sınıf içinde anılan son gruptur.
Bir hükümdarın idaresi altında bulunan halk şeklinde açıklanan reaya, bu yönetici sınıfın dışında kalan tüm tebaayı kapsar. Bu sınıf yalnızca tarım ve hayvancılıkla uğraşan köylülerden oluşmaz. Şehir veya kasabalardaki tüccarlar, zanaatkarlar; hatta konar göçer yaşayan topluluklar da reaya sınıfına dahildir. Bu yüzden reaya sınıfı geniş bir gelir ve üretim yelpazesine sahiptir. Reayalığın babadan oğula geçen hukuki yönü, bize askeri-reaya ayrımın kalın çizgilerle belirlendiği yönünde yanlış bir kanıya götürebilir. Devlet, gelir kaynaklarını korumak adına sınıflar arası geçişi makul ölçüde sınırlandırdıysa da bu donmuş bir sistem değil, aksine sınıflar arası hareketliliğin mevcut olduğu bir düzendir. Hem reaya yönetici sınıfa dahil edilebilir hem de mesela sefere gitmeyen sipahiler reaya statüsüne geçebilir. Yine gelir ve vergi kaybına uğramamak için devlet, kendi mülkiyetinde bulunan değil de miri araziyi işleyen reaya için bazı sınırlandırmalar getirmiştir. Bu reaya bir sipahi üzerine kaydedilir ve sipahi bu kişiden belirli vergi alma hakkına sahip olur. Reaya bu toprağı terkedemez, terkeder ve şehre yerleşirse zararı karşılayacak bir tazminat bedeli alınır. Sipahi gelirine uygun miktarda asker beslemekle görevli olduğu için, toprağı üç yıl üst üste boş bırakmak da devleti hem ekonomik hem askeri zarara uğratacaktır, dolayısıyla bu da yasaklanmıştır. Ama üzerinde bulunduğu toprak hariç, reayanın mülkiyet hakkı saklıdır. Miri arazi dışında sahip olduğu her şey, şer’i kanunlara göre mirasçılarına bırakılır. Mülkiyet ve miras konusunda ülkede işleyen İslam hukuku’na bağlı olan reayanın medeni hakları da hiçbir kısıtlama içermez; evlenme ve boşanması devletin herkes için kabul ettiği yasalarla düzenlenir. Reayaya dahil olup da mülkiyet, miras ve medeni haklarında ayrıca bir kısıtlama bulunan bazı sosyal gruplar da gözükmektedir.
Bunlardan ilki ortakçı kullar denilen ve hiçbir zaman mevcut düzeni etkileyemecek kadar azınlıkta olup 16. yüzyılın sonlarına doğru da tamamen kaybolmuş olan gruptur. Kölelikle, hür köylüler arasında bir yerde olan konumuyla feodalitenin serflerine benzer diyebiliriz. Aileleriyle birlikte çiftliklere yerleştirilen ortakçı kullara, ihtiyacı olan her türlü tarım alet ve edavatı verilirdi. Her yıl istenilen miktarda ürün yetiştirmek zorunda olduğu gibi, mahsüllerin yarısını toprak sahibine vermek durumundaydı. Evlilik konusunda da bazı kısıtlamalarla çevrelenmişlerdir. Hariçten evlenmeleri yasaktır. Kocası ölen bir kadın ortakçı kul olmayan biriyle evlense bile çocuk annesinin statüsüne sahip olurdu. Miras hakkı da yine reayadan ayrıdır. Ölen babanın mirası hizmet verebilecek oğullarına, anca oğulları çok küçükse eşine kalır. Ortakçı kullar gibi çeltikçi reaya da kanunnamelerde reayadan ayrı tutulmuştur. Çeltikçi reaya padişaha ait haslar üzerinde yaşar. Böyle ayrı bir grubun oluşmasına, pirincin çok değerli bir besin kaynağı olması ve yetişmesi için çok su gerektiğinden reayanın sipahi tarafından sömürüleceği endişesi sebep olmuştur. Bu statü babadan oğula geçer ve deftere bir kere böyle kaydedildikten sonra değiştirilemez niteliktedir. Devletin pirinç üretimini garanti altına alma isteği, bu grubun başka mesleklere geçme hürriyetlerini ellerinden almasına yol açmıştır. Elde ettiği mahsülün yarısını devlete verdiğinden ortakçı kullarla arasında bir benzerlik olduğu görülür ama çeltikçi reaya kadar ağır kısıtlamalara tabi değillerdir. Bu sınıfın üzerinden bazı vergiler kaldırılmış ya da çok düşük oranlarda alınmıştır ki, bu da pirinç üretiminin bir çeşit kamu hizmeti olarak algılanmasından kaynaklanmaktadır.
Donmuş bir toplumsal tabakalaşma yaşanmayan Osmanlı ülkesinde yönetici sınıf bazı idari imtiyazlara ve vergi bağışıklığına sahip olsa da, bu sınıfın üyeleri yargılama olmadan ağır cezalara çarptırılma ve mallarına el koyma vakalarıyla karşılaşmışlardır. Bunun aksine reaya, devletin adalet vasfının gelişmiş olmasıyla birlikte, tam bir can ve mal güvenliği içinde yaşamıştır. Yargının belli bir grubun tekelinde olmaması, halkın her türlü şikayetini, adalet talebini kolay kılmış, böylece devletin teminatı ve koruması altında yaşamışlardır.