Batı dünyasının tarih çevreleri, insansız olduğu için, maddeci, ayrıntıcı, bitmez tükenmez ve mükemmel olduğu için tutuyorlar Fernand Braudel’i. Biraz da Marksist olduğu için tutuyorlar. Beynelmilelci olduğu için, sözümona her millet için geçerli olabilecek / olması gereken bir tarih çalışması ortaya koyduğu için tutuyorlar. Bugünkü Batı tarih anlatısının (ki bunun anlatısal, yani öğretisel yanı oldukça iyi maskelenmiş durumdadır; Batı tarihi ya da Batılı tarih kendisini Dünya tarihi olarak kabul ettirme endişesine teslim olmuş bir tarih artık) esas yaratıcısı olan Fernand Braudel’in akademik tarih açısından vazgeçilemeyecek eserleri var sonuçta: Akdeniz Dünyası, Maddi Uygarlık vesaire. Annales Okulunun billurlaşma anını temsil ettiği için kendisinin de bizzat tarihsel bir önemi var bu tarihçinin. Onun açtığı yolda güvenle, birer fetihçi süruru ve gururuyla ilerleyen Batılı tarihçiler bugün bilmem hangi tarihte şurdan şuraya seyahat eden bir ticaret gemisinin tonajını bile hesap etmelerini sağlayabilen metrik yöntemlere sahipler… Ama biraz nefes alıp geriye yaslandığınızda tarihin işlevi, özü, taktik ve stratejileri, dahası amaçları konusunun Braudel’de o kadar da mükemmel bir durumda olmadığını, pek sıkı ve dürüstçe tartışılmadan belli kabullere bağlanmış olduğunu anlarsınız. Braudel tarzı tarih o kadar mükemmelleştirilmiştir ki, bu tarihi okurken artık tarihin anlamının tarih metninin dışında kaldığını görürsünüz. Bunun için allameyi cihan olmanız da gerekmez. Braudel, tarihin anlamını mükemmel tarih anlatısının satır aralarına gömmüştür. Okuyucuyu sessizce yönlendirmeyi, onu kendisiyle eşit kabul ederek tartışmanın içine çekmeye tercih etmiştir. İşte hocası, netice itibariyle kendisine öğrettiklerine sadık kalmadığı hocası Lucien Febvre’ün hem onun (Braudel’in yani) hem de diğer “hoca”nın yani Marc Bloch’un gölgesinde kalmış çehresi burada canlanmalıdır. Febvre, Bloch’un Feodal Toplum’u ya da Braudel’in Akdeniz Dünyası gibi büyük bir tarih yazmamış olmasının bedelini geri plana itilmekle ödüyor bugün. Oysa tarihi yazan tarihçi olduğu veçhile, Lucien Febvre’ün ancak bir Pirenne veya Burckhardt’la kıyas edilebilecek, Türkçe düşünmeyi sevenler için söylemek gerekirse Fuat Köprülü gibi kurucu, tartışmacı, düşünür tarafı yazıcı tarafından eksik kalmayan bir tarihçi olduğunu dikkatlere sunmak gerekiyor. Febvre, tarih bilgisinin ve tarih yazımının bilimsel saygınlığa sahip olmadığını gören ve bunun sebeplerini en iyi tahlil eden tarihçilerden biridir. Tarihin siyasi iktidar tarafından suistimal edilen ideolojik bir aygıt olduğunu fark etmiştir. Ona kültürel gücünü vermek istemiştir. Annales Okulunu kurmasının altında herhangi bir siyasi iktidarın kontrolünde olmayacak bir tarihi inşa etme arzusu yatmaktadır. Kendi yazılarına ve bilhassa Rönesans İnsanı kitabına baktığımızda kişisel olarak eğilimlerinin tarihsel insanı günümüzde yeniden kurgulama ve imgesel düzeyde yaşar kılma yönünde olduğunu görürüz. Febvre okumak Avrupa ve Fransa insanının ne olmuş olduğunu, ne olmakta olduğunu ve ne olmaya dönük durduğunu anlamak açısından öğretici olacaktır. Özellikle geçmiş zihniyetlerin tamamen kaybolmadığını dahiyane çözümlemelerle ortaya koyması izlenmeye değerdir. Yazılarında zihniyete merkezi bir yer tanıyarak kafalarımızdaki tarihle tarihteki kafaların karşılaşmasını sağlar. Böylece, Avrupa tarihinin niye Avrupalı bir tarih olduğunu, Avrupa insanının hangi yanlarının (hiç değilse kendisi açısından) tarihsel olduğunu anlamamız için bize eskimeyecek bir başvuru kaynağı sağlamış olur…